Uygarlik tariHİ Server Tardlli


Bu adaletsiz sistem bilinçli bir politikayla yaratılmıştır ve yürütülmektedir



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə35/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   46

Bu adaletsiz sistem bilinçli bir politikayla yaratılmıştır ve yürütülmektedir.

Atatürk döneminde halka dönük eğitimi gerçekleştirmek yolunda bugünkünden çok ileriydik. Köy Enstitüleri ise eğitimdeki kısır çemberi kırıp atacak kadar büyük bir atılımdı. Bundan yirmi beş yıl önce halk çocukları için enstitülere, askerî okullara girme şansı vardı. Yatılı parasız okuyanların oranı da bugünkünden çok daha büyüktü. Komprador kapitalizmi boy attıkça, kendine uygun bir eğitimin ilkelerini de gerçekleştirdi.

Komprador kapitalizminin amacı açıktır: Bir yanda hafız kursları ve imam okullarını köylüyü uyutmak yolunda kullanırlar. Öte yandan milli eğitimi özel ticaretlerine açmışlardır. Zaten komisyon, vurgunculuk, üçkâğıtçılık genel politikamız olmuştur. Anadolu topraklarını satıp kiralamaktan başlayarak her işimizde bezirgan ruhuyla ve fahiş kâr, tefecilik, aldım-sat- tım üstüne aracılıkla kalkınacağımızı sanarak bir çeyrek asır geçirdik. Bezirgân ruhu topluma hâkim olmuş ve yabancı kapitalistlerin komisyoncuları bu ruhu cümlenin yüreğine oturtmasını bilmişlerdir.

Bu ülkenin bezirgânlıkla değil, üretim gücünü alın teriyle

yükselterek kalkınacağını düşünmekten yok uzaklarda yetiştiriyoruz çocuklarımızı...

İşte üniversitedeki öğrenci başkaldırmasını bu tablonun orta yerinde adaletsizliğe direnme olarak nitelemek gerekir. Eğer birtakım genç insanlar her soy tehlikeyi göze alarak başkaldır- mışlarsa onların üstüne hücum etmek yerine onları anlamaya çalışmalıyız:

- Gençlik bunalıyor... dedikleri zaman, bunalımın toplumun kirli havasından ileri geldiğini itiraf etmeliyiz. Adaletsizlik ve erdemsizlik bizim toplumun yaşamına ağır bir sis gibi çökmüştür. Bazı ciğerler bu zifiri teneffüs etmeye alışmış olabilirler, gençliğin körpe ve temiz ciğerlerinden aynı alışkanlığı bekleyemeyiz.

(İlhan Selçuk, Yeni Krallar... Yeni Soytarılar, İstanbul, 1974, s. 95-98)

SORULAR


  1. 1961 Anayasası, eğitim ve öğretimle ilgili olarak ne gibi kurallar koymuştur?

  2. Anayasa'daki bu hükme karşın, Türkiye'de, eğitimin gerçekler planındaki görünüşü nasıldır?

  3. Türkiye'de, eğitim nimetinden, toplumdaki çeşitli sınıf ve zümrelere düşen pay aynı mıdır? Değilse niçin? Bir örnek vererek sorunu tartışınız.

  4. Türkiye'de, bölgeler arasındaki eşitsizlik, eğitime nasıl yansımaktadır?

  5. Türk eğitim sisteminin iktisadi ve işlevsel olmayan özellikleri nelerdir? Ne gibi sorunlar ortaya çıkarmaktadır bu özellikler?

  6. Türkiye'de eğitim bir "keşmekeş" içindedir derken anlatılmak istenen nedir? Bu keşmekeşi doğuran temeldeki neden ya da nedenler, sizce hangisidir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN ÖRGÜTÜ

Türkiye'de eğitim, ilk, orta ve yükseköğretim diye üç kademeli olarak örgütlenmiştir.

Aşağıda bunların her birinin özelliklerinden bahsedeceğiz ve yükseköğretim içinde "üniversiteler"in üzerinde -özel önemlerinden dolayı- ayrıca duracağız.

İlk ve ortaöğretim

Eylül 1869'da yayımlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesinde, ilköğretim, iki dönemli olarak kabul edilmiş, birinci döneme sıbyan okulları alınmış ve bu okullar zorunlu öğrenim kurumlan ilan edilmişti. Zorunlu öğrenim çağı, kızlar için 6-10, erkekler için 7-11 yaşları olarak belirtiliyordu.

İkinci Meşrutiyet (1908) döneminde, 1913 yılında kabul edilen ve yayımlanan, Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı Muvakkati ile ilköğretimde temelli değişiklikler yapıldı. Bir önceki dönemin sıbyan okulları ile rüştiyeleri birleştirildi ve öğretim süresi altı yıl olan ilkokullar (mekâtib-i iptidaiye) kuruldu. Ayrıca, sıbyan okulları yerine anaokulları açıldı. İlköğrenim, bu dönemde de -hiç olmazsa kanun maddesi olarak- zorunlu kılındı.

Cumhuriyet'in ilanından sonra çıkarılan kanunlarla ulusal eğitimin, bu arada ilköğretimin yeni temelleri atılır ve çeşitli tarihlerde çeşitli yenileştirmeler yapıla yapıla bugüne gelinir.



İlköğretimdeki gelişmeler içinde, köy eğitim ve öğretimi alanında da yeni ve çok önemli adlımlar olmuştur. Bunlardan ilki "köy eğitmen kursları" ile -onu izleyen- "Köy Enstitüleredir. Bunlardan Köy Enstitüleri, çok önemli ve yararlı kuruluşlar oldukları halde, toplumda geri, giderek gerici güçlerin saldırısına uğramış, bir süre sonra nitelikleri değiştirilerek yozlaştırılmışlardır.

Bugün, Türkiye'de ortaöğretim, üç bölüme ayrılır: Orta dereceli genel kültür okulları (ortaokul, lise), orta dereceli meslek okulları (ticaret lisesi, öğretmen okulu, imam- hatip okulu vb.) ve orta dereceli teknik okullar (orta sanat okulu, sanat enstitüsü).

Yükseköğretime gelince...

Yükseköğretim ve üniversiteler


  1. Yükseköğretimdeki gelişmeler

Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye'de yükseköğretim kurumu çok azdı.

1924-1925 yıllarında, hemen hepsi İstanbul'da olmak üzere 1 üniversite (5 fakülte, 2 yüksekokul) ve çeşitli bakanlıklara bağlı 10 yüksekokul vardı. Sayıları ancak 17'yi bulan bu fakülte ve yüksekokullarda 357 öğretim üyesi, 3.551 öğrenci bulunuyordu. Yükseköğrenim gören öğrenci sayısının ülke nüfusuna oranı ise, 10.000'de 3'ü geçmiyordu. 1940'a değin, öğretim üyesi ve öğrenci sayısında üç kat artış sağlanmasına karşılık, yükseköğretim kurumu sayısında önemli bir artış olmadı. Ancak, 1936'da girişilen ilköğretim seferberliği, 1940'tan sonra ürünlerini vermeye başlayınca ilkin ortaöğretim kurumlarmda, -onların etkisiyle de- yükseköğretim kuramlarında hızla bir gelişme görüldü. 1945-1970 döneminde 8 yeni üniversite açıldı ve fakültelerin sayısı 82'yi buldu.

1970-1980 döneminde üniversitelerin, bu arada yüksekokulların sayısı daha da artacak; -deyim yerindeyse- tam bir "enflasyon" başlayacaktır.

Ve doğaldır ki, beraberinde yığınla sorunu da getirecek...

Yükseköğretim kurumlan, başta üniversiteler olmak üzere, çeşitli yüksekokullar ve akademilerden oluşuyor bugün.

Bunlar içinde, üniversiteler üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.



  1. Üniversiteler

Bugünkü üniversitelerin temeli, Cumhuriyet döneminde, 1933 yılında atılır.

Cumhuriyet'ten önce ve Cumhuriyet döneminin ilk yarısında Türkiye'de bir tek üniversite vardı: Darülfünun. 1863'te açılan ilk Dârtilfünun, aslında bugünkü anlamda bir bilim yurdu değildi; yalnız hikmet (fizik), hayvanat (zooloji), nebatat (botanik) ve tarih konularında genel derslerin verildiği bir çeşit okuldu. Bu ilk Dârülfü- nun'un ömrü pek kısa oldu. Öğretim üyelerinden Hoca Tahsin Efendi'nin, canlıların havasız yaşayamayacağını tanıtlamak için, bir güvercini havası boşaltılmış bir fanus içinde bırakması ve bir başka öğretim üyesinin, Cemaled- din Efgani'nin "peygamberlik bir sanattır" demesi yüzünden kapatıldı.

Dârülfünun, ikinci kez Dârülfünun-ı Şâhâne adıyla 1900'de açıldı. Meşrutiyet'ten sonra biraz düzeltilerek Dârülfünun-ı Osmanî adını alan bu kuruma, tıp ve hukuk okulları da bağlandı. I. Dünya Savaşı yıllarında, Almanya'dan getirilen profesörlerle az çok yola yordama giren Dârülfünun, savaş sonunda ağır sarsıntılar geçirdi. 1923'ten 1932'ye değin geçen süre içinde, Dârülfünun Cumhuriyet yönetim ve ilkelerine ayak uyduramadı; beklenen düzelme, gelişme ve ilerlemeyi gösteremedi. Bunun üzerine 1933 yılında bir kanunla kapatıldı ve yerine Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı İstanbul Üniversitesi kuruldu.

1933 yılında başlayarak, özellikle yabancı öğretim üyeleri görevlendirildikten sonra, üniversitenin bütün fakültelerinde canlı bir araştırma dönemi başlar.

1946 yılı üniversiteler için bir başka önemli yıldır. O yıl çıkarılan yeni bir kanunla, üniversite yeni bir statüye kavuşturulur; daha da önemlisi "özerklik" kabul edilir üniversiteler için.

Daha sonraki yıllarda üniversitelerin sayısı artacak, İstanbul ve Ankara'nın dışında da yayılacaktır. Ne var ki, üniversitelerin yeni bir "reform" a tabi tutulmaları gereksinmesi de ortaya çıkacaktır. İşleyişinde olsun, öğretiminde olsun, "demokratik" bir üniversitenin kurulması, bütün mücadelelere karşın, bugün de gerçekleşmiş durumda. 1973 yılında çıkarılan yeni Üniversiteler Kanunu ise, bu sorunu çözebilmiş değil, çözemezdi de... Tersine, 1946 tarihli kanunun getirdiği noktadan da gerilere atmıştır üniversiteleri.



Ve başta, "üniversite özerkliği"ni zedeleyerek.

Aslında, düşünce özgürlüğünden yoksun bir ülkede, üniversite özerkliği ne anlam taşır?

Bir ülke düşünülsün ki, bilim adamları yazdıkları ya da çevirdikleri kitaplardan ötürü, ağır hapis cezası istemiyle mahkemeye verilirler.

Böyle bir ülkede bilim gelişebilir mi?

Ne denli acı olursa olsun, bir gerçek de şu: Üniversite düzenimiz, emperyalizmin sultasında yaşayan Türkiye'de, komprador kapitalizminin felsefesine bağlanmıştır bugün. Parasal amaçlar, bilimsel amaçlardan daha ağır basmaktadır. "Kürsü ticareti" almış yürümüştür. Başına geçtikleri kürsüleri altın yumurtlayan tavuğun folluğu gibi kullanan profesörler az değildir. Ve bu kârlı ticareti sağlama bağlamak için "sadık asistanlar" seçilmekte, yeni kadrolar oluşturulmaktadır. Çeşitli yöntemlerle kürsülere bağlı muayenehaneler, hukuk büroları, müteahhitlik firmaları, ticaret ve iktisat danışmanlıkları -aksamadan- işlemektedir. Yaşadığımız bozuk-düzenle iç içe bir alışveriş içine girmiştir üniversitelerimiz. Bazı ayrıcalıklı üniversiteler, Birleşik Amerika'ya çeşitli yollardan bağlıdırlar. Bunlar, bir yandan "burs turizmi"ni geliştirmekte, bir yandan Anadolu'da kurulan "kırsal üniversiteleri" sömürge gibi kullanmaktadırlar. Bilim adamlığı değil, tacirlik ruhu çoğu üniversite ve fakültelerimizde kurumsallaşmıştır.

Bugün üniversitelerimizde bilim üretildiğini kimse savunamaz.

Nasıl savunabilir ki, daha "düşünme yöntemi" sorununu -çağdaş boyutlar içinde- çözebilmiş değildir bilim adamlarımız. Ve öyle olduğu için de, bilim dünyasında -hemen hemen- bir "hiç"iz.

Üniversitelerimizi düzeltmenin yolu nedir peki?

Özerkliklerini kaldırmak mı?

Elbette hayır! Üniversiteyi, toplumsal görevini yaparken, siyasa] iktidara karşı korumak gerekir. Bu zırh, "özerklik" tir.

Unutmayalım, özerkliğin olmadığı bir yerde, üniversite de yok demektir.

Özetle, üniversitelerimizle ilgili yığınla sorun, çözüm için geleceği bekliyor.

DAHA ÇOK BİLGİ



Ernst Hirsch, Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, 2 cilt, İstanbul, 1950.

Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tongııç, İstanbul, 1970.

OKUMA


ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİNİN ANLAMI

..."Üniversite özerkliği" kavramı, diyalektik yorum boyutları ile zenginleştirilmelidir. Günümüzde "üniversite özerkliği", salt siyasal iktidara karşı ve salt kürsü başkanlarına özgü göstermelik bir özerklik eğrisinde tutulmaktadır. Oysa ki, gerçek bir üniversite özerkliği, her üniversite üyesini tüm egemen çevrelere ve bu arada üniversitenin kendi bünyesi içindeki egemen tabakalara karşı koruyan bir özerklik anlamına yücel- tilmelidir. Öyle ki, her üniversite üyesi, yalnız kendi iradesinden gelen buyruğa göre davranabilsin; araştırmasının ve öğretiminin konusunu ve yöntemini kendi başına saptayabilsin; görüşlerinden ötürü hiçbir güç tarafından bir ayrıcalığa kavuşturulmasın ya da zarara uğratılmasın. Böyle bir "özerklik kalkanı" ancak şu araçlarla çelikleştirilebilecektir: Bilimin niteliği ile asla bağdaştırılamaz, feodalite kalıntısı kürsü hiyerarşisinin ve (kişiyi adamakıllı yabancılaştıran anlamsız fetişlerden ibaret) akademik "asalet" unvanlarının kaldırılması... Öğrencilerin ve asistanların öğretim üyeleri ile eşit ağırlıklarla oy hakkı sahibi olarak üniversite yönetimine katılmaları... Ders programlarının kökten değiştirilerek, dogmatik meslek dersleri yerine, toplumbilim derslerine ağırlık verilmesi... Üniversite öğretim üyelerini yabancılaştıran, kurulu düzene bağımlı kılan üniversite dışında çalışma serbestliğinin kaldırılarak deliksiz bir tam gün çalışma ilkesinin kabulü... Öğretim üyeliğini halk çocukları için olanaksız kılmış tüm maddi koşulların (asistanlığa girişte yabancı dil sınavını başarma koşulunun ve maaş düşüklüğünün) giderilmesi...

...İnsanlık bugüne değin, üniversite üyelerinin politika dışı, toplumdan kopuk ve soyut "bilim için bilim" saplantısını, savaş, ölüm, hastalık, yoksulluk, bilgisizlik, kölelik, sömürü ve onursuzluk ile yüklü pek pahalı bir fatura ile ödemiştir.

Nasıl insanı doğa karşısında özgür ve onurlu kılabilmek için önce kilise öğretisinin hacri altından sıyrılmak gerekmişse, insanın insan karşısında özgür ve onurlu kılınabilmesi için de egemen sınıfların "politika üstü üniversite" aldatmacasının hacri altından sıyrılmak gerekecektir.

İnsanı özgürlüğe götüren bilgi, doğal-ruhsal-toplumsal tüm "zorunluluklar"ı ve "yabancılaşmalar"], bunların yenilebilirliği, aşılabilirliği, değiştirilebilirliği bilinciyle kavrayan ve bu kavrayışın doğrultusunda, aktif-pratik-kritik-politik tavırlar alan "bilim" dir. Yoksa insanı "zorunluluklar" karşısında pasif, "mütevekkil", boynu bükük, dizleri üstüne çökük bir "köle" kılmış olan metafizik "bilgicilik" değil...

Pratik-kritik-politik, özlü ve özgür bir bilim ise, ancak iç yapısı eksiksiz demokratlaştırılmış bir gerçekten "özerk" üniversitede söz konusu olabilir.

(Rona Serozan, "Üniversite, Politika ve Özerklik", Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, sayı 5)

SORULAR


  1. Türkiye'de, eğitim ve öğretim nasıl örgütlenmiştir? Bunlardan ilk, orta ve yükseköğretimin gelişimlerini ve bugünkü durumlarını anlatınız.

  2. Türkiye'de, yükseköğretim içinde üniversitelerin yeri nedir? Nasıl bir gelişmeye tabi olmuşlardır? Bugün Türk üniversitelerine "demokratik üniversite" denebilir mi? Denemezse niçin? Bir üniversitenin "demokratik" sayılabilmesi için ne gibi nitelikleri olmalıdır sizce?

  3. Üniversite, niçin "özerk" olmalıdır? Ve aslında ne anlaşılmalıdır bu özerklikten? (Okuma parçasını okuyunuz.)



BÖLÜM VII

ŞİİR, ROMAN VE HİKÂYE

Çağdaş Türkiye, büyük ve hızlı değişikliklerle doludur: İmparatorluktan ulusal devlete, dinci hükümdarlıktan laik cumhuriyete, Osmanlıcadan Türkçeye, geleneksel uygarlıktan Batı uygarlığına geçişlerin bütün süreçleri hep çağdaş dönemde yaşandı. Bu sürekli değişim ve hızlanan sosyal olaylar arasında edebiyatımız da, geleneksel başlangıçlardan değişik ürünlere yöneldi.

Başta şiirde, romanda ve hikâyede çok açık bu.

ŞİİR

"Nesir" gibi "nazım"ı, yani şiiri de, Cumhuriyet'ten önce ve sonra diye iki ayrı dönemde incelemek doğru olur. Yalnız hatırlatmada kolaylık getirdiği için değil, şiirin dili ve içeriğindeki köklü değişiklikleri de göstermesi bakımından yerinde olur böyle bir ayırma.



Cumhuriyet öncesi dönemde şiir

Edebiyatımız, 19. yüzyılda değin, "halk edebiyatı-di- van edebiyatı ikiliği"ne dayanır. Bunların her ikisi de, başka başka sosyal sınıfların edebiyatıdır.

Divan edebiyatının en güçlü yanı "şiir", "en güçsüz" yanı da "nesir" dir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat'a değin geçen beş yüz yıl içinde, birçok şair yetişti. Ama Evliya Çele- bi'yi bir yana bırakırsak hiç yazar yetişmedi hemen hemen. Bunda, matbaanın, icadından iki yüz yılı aşkın bir süre sonra imparatorluğa gelmesiyle, okuryazar sayısının çok düşük bulunmasının da etkileri olmuştur herhalde.

Nasıl bir şiirdir divan şiiri?

Aslında, "doğa ve toplum sorunlarına kayıtsız", "yaşam ve gerçeklerle beslenmeyen" bir şiirdir bu. Öyle olduğu için de, "soyut düşüncelerden oluşmuş bir evren"in içine kapanmış, bu yüzden boş bir kelimecilik ve hayalciliğe gömülmüştür.

Halk edebiyatındaki şiirin niteliklerinden ne kadar farklı nitelikler!..

Tanzimat edebiyatıyla başlayan yenileşme, özellikle nesir alanında görünecek; şiirde ise, önce eski nazım biçimlerine yeni bir öz yerleştirme çabasına girişilecektir.

Gelişmeleri, Rauf Mutluay'la beraber izleyelim.I



Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, bir düşünce şiiri, sosyal gözlem ve eleştiri şiiri, siyasal kavramlar ve ülkücü duygular şiiri yaratmak isterler. Abdülhak Hamit ve Recaizade Ekrem, insanın duygu dünyasına, acılarına ve tutkularına yönelen bakışlarla, şiirin konularını genişletirler ve eski biçimlere bağlı kalarak alışkanlıklarım sürdüren ilk kuşağa göre yeni denemelere girişirler.

Öyle de olsa, Tanzimat şiiri dengesiz, yıktığı değerler yerine yenisini koyamamış, başta dilini bulamamış bir şiirdir. Muallim Naci'nin yenilikleri kendi geleneğimizden çıkarma konusundaki umutsuz direnişine karşın, Batı taklitçiliği gittikçe yayılarak Serveti Fünûn'un-o yakıştırma- duyarlığına varacaktır sonunda.



"Servet-i Fünûn topluluğu"nun başlıca iki şairi vardır: Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret. Yaşadığı dönemde en etkili olan Tevfik Fikret'tir; geleceğe de o kalır. Diliyle olmasa bile, "insancı", "özgürlükçü" ve "ilerici" düşünceleriyle.

Önceleri, bireysel duygu ve betimlemeler, manzum portreler, yalın düşünce şiirleri yazarak işe başlayan Tevfik Fikret, özellikle 1900'lerle, yurt ve özgürlük sorunlarının ekseninde sosyal konulara yönelir. Abdülhamit yönetimindeki toplumun acı tablosunu çizer. Sarsıcı, ama kara mendil' deştirilen. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra da durumda pek büyük değişiklikler olmadığını görür; yine hırçınlaşır ve giderek küser.

Toplumda bir "han-ı yağma" (yağma sofrası) kurulmuşsa, komprador düzenine dayanıyordu ayakları. Ve bu düzenin içerdeki ve dışardaki sömürücüleriydi yağmayı yapanlar. Aslında, o koşullar içinde, hangi kadro iktidara geçse nafiledir. Abdülhamit'i tahtından indirip yerine bir başkasını geçirmek.

Neyi değiştirir ki?

İşte Fikret, yabancı kumpanyaların ortağı levan tenler, paşazadeler, kişizadeler, ülkede tam bir kompradorluk düzeni kurmuşken, onları görmeden görüntülere saldırıyordu.

İkinci Meşrutiyet'in çalkantılı, birbiri arkasına çıkan savaş ve dağılış yıllarında, Türk edebiyatı, millici gelişmelerin etkisinde kalacaktır; "Milli edebiyat akımı" böyle doğar. 20. yüzyıl edebiyatımız, çoğu bu eksen çevresinde oluşacaktır artık.

Romanda öyle, hikâyede öyle, şiirde de öyle... Cumhuriyet döneminde şiir

Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin ilk yıllarında Milli Edebiyat akımı şairlerinin önemli bir yeri vardır.

Bu akımın, yalın ve açık Türkçeyi, ulusal vezin olarak hece ölçüsünü kullanma, yurt gerçeklerine yönelme ilkesini, Cumhuriyet'in ilk kuşak şairlerinin uyguladıkları görülür. Halk edebiyatının nazım geleneğini yerel bir duygusallıkla birleştirerek kullanan ve toplu olarak "Hececiler" diye anılan bir bölük şair (Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Kor- yürek, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy) daha I. Dünya Savaşı yıllarında başlayan sanat çalışmalarını Cumhuriyet döneminde de sürdürürler.

Şiirleri, geniş bir çevreyi etkiler.



Bunlardan Faruk Nafiz Çamlıbel'in, Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu'sunun bazı ilginç yanlarına yöneldiğini görüyoruz. Önceleri romantik bir duyarlıkla şairane söyleyişleri göze çarparken; yaşadığı kısa bir "gurbet" (!) döneminin abarttığı yurt gerçeklerini işlemeye başlar. Hece ölçüsünün doruk noktasını temsil eden eserinin ardından hayli yürüyenler olacaktır. Ve şiire gözlerini açanlar, en önce onun sesini taklide kalkacaklardır bir süre.

Bu arada, Cumhuriyet öncesi dönemde sanatlarını geliştirmiş ve kendilerini kabul ettirmiş iki şair vardır ki, yeni döneme de uzun süre egemen olacaklardır.



Ahmet Haşim ile Yahya Kemal'dir bunlar.

"Sanat sanat içindir" ilkesinden hareket eden Ahmet Haşim'in "simgeci" anlayıştaki şiiri, -konuşma dilinden oldukça uzak sözlüğüyle- ancak bir azınlığa seslenebil- miştir. Ama, her şeye karşın, bir büyük ustanın yazdıklarıdır yazdıkları.

Türk tarihinin fetih ve hareketli yıllarına özlemlerle dolu olan Yahya Kemal, divan şiirinin inceliklerini Batılı etkilerle bir bireşime kavuşturarak, geçmişimizle kopuk olan ilişkileri yeniden kurmaya çalışır. Ne var ki, yaşadığı dönemin büyük sosyal olaylarına kapalıdır sanatı. "Kökü mazide olan bir âtiyim" dese de, geleceğe gönderdiği hiçbir mesaj yoktur.

Cumhuriyetçi bile olamamıştır o.

Her şeye karşın, büyük bir etkidir Yahya Kemal. Ondan sonra ve onun yanında sanata başlayan her yetenek, onun gölgesinde serpilir ve neden sonra kendi ışığını aramaya çıkar. Bu açıdan yüzyılın başında doğan kuşağın çok belirgin özellikleri olacaktır: Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar'la Ahmet Muhip Dıranas, hecenin olanakları içinde, onun şiirinin ahengini sağlamaya çalışacak; bunu yaparken de apayrı bir derinlik ve bir tat getireceklerdir şiirimize.

Yahya Kemal'in ortaya attığı, fakat kendi şiirinde uygulamadığı için eleştirilere hedef olan "mektepten memlekete" formülü, Cumhuriyet şiirinin ana niteliklerinden birini işaret ediyordu. "Han Duvarları" şairi Faruk Nafiz ile, Anadolu'ya ait görüntüleri, Anadolu insanı karşısında



duygulanışları dile getiren Ömer Bedrettin Uşaklı, Ke- malettin Kamu, halk şiirini ince bir duyarlıkla birleştiren Ahmet Kutsi Tecer, halk şiirinin epik yönüne ve betimle- yici anlatıma yatkın Behçet Kemal Çağlar ve başkaları, bu formülün uygulayıcıları arasında yer aldılar. Ne var ki "insansız" ve "sorunsuz" eserlerdir ortaya çıkan ürünler. Hemen hepsi de yalınkat bir yurt edebiyatının coşkusunu paylaşırlar. Ve bürokrasiyle uzlaşmışlardır hepsi de. Yurt gerçeklerini, daha derinliğine ve daha etkileyici biçimde dile getirenler ise, toplumcu şiirin temsilcileri oldu.

Ve uzlaşmaya gitmeden yaptılar bunu.

Onların başında Nâzım Hikmet gelir.


Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   31   32   33   34   35   36   37   38   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə