Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə2/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   46

Örneğin, her uygarlığın belli bir siyaset felsefesi ve belli bir siyasal örgütlenme biçimi vardır. Bazen bu felsefe ve örgütlenme, bir uygarlığın başka uygarlıklardan ayrılmasında ölçülerden biri de olabiliyor. Eski Yunan uygarlığı bir "site uygarlığı" idi; ilkçağ Doğu uygarlıklarının -hemen hemen- hepsi "despotik" yönetimli idiler.

Ve bu yönetim biçimleri, o uygarlıklarda sosyal yaşamın birçok belirtisine başka bir görünüş vermiştir.

Bunun gibi, bugünkü Batı uygarlığıyla sosyalist uygarlığı birbirinden ayıran farklardan biri de "demokra- si"ye verdikleri farklı anlamlar değil midir?

Batı uygarlığı demokrasiyi, "parlamentarizm" ve "çok partili" bir rejim biçiminde anlar ve uygulamaya çalışırken; sosyalist uygarlık onu, işçi sınıfının ülkülerine hizmet eden "tek partili" bir rejim biçiminde anlamakta ve uygulamaya çalışmakta.

Din, bir uygarlık yaratır mı?

Ama dinin, uygarlıklarda önemli rollerden birini oynadığı da gerçek.

Hiç olmazsa bugüne değin böyle olmuş.

Gerek eski uygarlıklarda gerek bugün yaşayan uygarlıklarda, dinin yeri, oynadığı rol küçümsenemez. Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges, antik toplumu dinle açıklamaya kalkar, "İsrail'in eski tarihi bir kutsal tarihtir" derken, dinin o uygarlıkta gerçekten oynadığı büyük rolü belirtmek ister aslında.

Modern çağda, özellikle Batı'da, ağırlığı gitgide artan bir "laikleşme" olayı o uygarlığın niteliklerinden biri olmuştur. Ama her şeye karşın, bugün bile, örneğin İtalya'da Katolikliğin, İngiltere'de ve Birleşik Amerika'da ise Protestanlığın etkisi göz önüne alınmadan, o toplumların bazı olayları açıklamasız kalır.

Müslümanlığın yaygın olduğu ülkelerde, uygarlık, hemen hemen bütünüyle, aslında bir dinin, İslamlığın damgasını taşımıyor mu?

Bu ülkelerde uygarlık, bugün de bir bakıma bir "İslam uygarlığı"dır.

Son olarak, düşünce ve sanat yaşam ve faaliyetleri, bir uygarlığın en anlamlı belirtisi belki de. Düşünce ve sanat faaliyetlerinin biçim ve içeriği, uygarlıkları birbirinden ayırmada -çok kez- başta gelen ölçülerden biri oluyor.

UYGARLIKLARARASI ETKİLER

VE UYGARLIKLARIN EVRİMİ

Hiçbir uygarlık türdeş (homojen) değildir.

Bir uygarlık, başka uygarlık ya da uygarlıklarla ilişki içindedir mutlaka. Böyle bir ilişki doğar doğmaz da, o uygarlık değişmeye başlar. İnsanlık tarihi, uygarlıklar arasındaki bu tür ilişkiler ve onların sonucu ortaya çıkan değişikliklerin tarihidir bir yerde: İlkçağda Asurlular, Babil uygarlığına kondular. Roma uygarlığı, aslında Yunan uygarlığının bir yetiştirmesidir. Haçlı savaşlarında karşılaşan, yalnız ordular değil, aynı zamanda iki ayrı uygarlığın, İslam uygarlığı ile Hıristiyan uygarlığının tekniği idi.

Ve bu karşılaşmanın Batı uygarlığının doğusundaki payını kim yadsıyabilir?

Yaşadığımız çağda haberleşme ve ulaştırma araçlarındaki dev gelişmeler, bugünün uygarlıkları arasındaki alışverişi ve karşılıklı etkilenmeleri çok daha büyük boyutlara ulaştırmış bulunmakta. Tepkili uçakların bütün mesafeleri hemen hemen anlamsız hale getirdiği, televizyonun dünyanın birbirine en uzak noktaları arasında anında ilişkiler kurabildiği, makineleşmenin hemen her yana kök saldığı, giyim kuşamın enlem ve boylamları aşarak yeknesaklığı sağladığı bugünkü dünyada, somut uygarlıkların üstünde, -maddesel planda da olsa- dünya çapında bir uygarlığın -daha şimdiden- oluşmaya başladığını söyleyenler var.

Uygarlıklar, yaşayan her canlı varlık gibi, zaman içinde değişiyorlar.

Bu değişiklikte, bir uygarlığın her öğesi kuşkusuz aynı ritimle değişmiyor. Değişmeye karşı direnen kurumlar oluyor. Bazen de geçmişin kalıntıları -eskinin dinsel nitelikteki maskelerinin günümüzde karnavallarda kullanılmaları gibi- ilk zamanlardaki anlam ve rollerini yitirerek yaşamlarını sürdürüyorlar.

Son olarak, her canlı varlık gibi, bir uygarlık da ölüyor. Tarihte böyle göçüp gitmiş nice uygarlıklar var. Günümüzde, örneğin Batı uygarlığının da "ölüme mahkûm" bulunduğunu söyleyenler var.

Uygarlıkların -biyolojik bir benzetmeyle- doğuşu, yükselişi ve ölüşü, tarihçilerin özellikle filozofların dikkatini çekmiştir öteden beri. Bunların tümünü sergilemenin yeri burası değil. Gerekli de değil bu sergileme. Çünkü büyük Arap filozofu İbni Haldun'un (1334-1406) dışında çoğu nesnel gerçekliği bir yana bırakarak, metafizik düşünceler ileri sürmüşler bu konuda.

Kimine göre, insanların tarihi "TanrTnın iradesiyle" yönetilmekte; Tanrı nasıl istemişse öyle olmuştur ve bundan sonra da öyle olacaktır. Kimine göre ise, "büyük adamlar", bir başka deyişle "üstün düşünceler" yönetmektedir insanların tarihini. Bu büyük kişiler nasıl istemişlerse öyle olmuştur ve bundan sonra da öyle olacaktır.

Bu metafizik yaklaşım, zamanımızda daha da "hastalıklı" biçimlere bürünür.

İkisi de 20. yüzyıldan olmak üzere iki örnek verelim:

Oswald Spengler ile Arnold Toynbee.

Bunlar, göklere çıkarılmış iki örnektir aynı zamanda.



  • Batının Çöküşü adlı eseriyle I. Dünya Savaşı öncesinde büyük yankılar uyandırmış olan Oswald Spengler'e (1880-1936) göre, insanlık tarihinde "sekiz orijinal kültür" var olmuştur: Babil, Mısır, Hint, Çin, Yunan, Arap ve Meksika kültürleri ve son olarak da Almanya'nın kuzeyindeki ovada (Prusya'da) doğan Faust kültürü. Kültürlerin her birinin, 500 yükselme ve 500 de alçalma yıllarından oluşan "biner yıllık" ömürleri var ona göre.

Yine ona göre, her kültürün yok olmasının nedeni, "soylu sınıfın yok olması ya da soysuzlaşması. Bu, güçlülük ve yiğitlik üzerine kurulu aristokrasinin yerini, kentlerde türeyen para burjuvazisinin alışıyla olur. Burjuvazi devleti ele geçirince, görünüşte eşitlikçi ama aslında zorbalık olan demokrasiye gider. Batı uygarlığını, demokratik ve sosyalist düşünceler çökertecektir. Çünkü demokrasi, canlılığı ve medeni cesareti ortadan kaldırıyor ona göre.

Nedir Batı'yı çökmekten kurtaracak olan? "Faust kültürü"!

Peki, işin içine ırk karıştırılmış olmuyor mu?

Spengler'e göre, insanlığın gelişmesinde ekonominin ve tekniğin rolü ikinci plandadır zaten. Tarihte gelişme ırkların eseridir.

  • İngiliz Arnold Toynbee'ye (1898-1975) göre, tarihin konusu uygarlıklardır gerçi. Ne var ki, uygarlıklar, kişisel karakterin, bölgesel ve siyasal niteliklerle birleşmesinden oluşur. Irksal özellikler de rol oynar bu birleşimde. Tarihte ilerleme yoktur. Dünya tarihi, büyük iniş ve çıkışlar biçiminde kendini gösteren "döngüler" içinde hareket eder.

Ve Batı uygarlığı çöküntü içindedir bugün.

Kurtuluş? Tanrı'da ve Hıristiyanlıkta!

Ne var ki, bütün bu hezeyanlar; ipe sapa gelmez düşünceler Spengler ile Toynbee'nin tekelinde değil. Çağdaş dünyanın Sorokin, Danilevski, Berdiaeff, Schweitzer, Kro- eber gibi başka ünlüleri de, ötekiler gibi tutarsız ve bulanık kafalar aslında.

Bıı metafizik tarih felsefelerinin dışında, tarihin ve tarih felsefesinin gerçek kurucusu, Alman düşünürü Kari

Marx'tır. Marksizmle tarih, tarihsel gelişim bilimsel bir açıklamaya kavuşur.

Tarihle beraber uygarlıklar da kuşkusuz.

Bu konunun ayrıntılarına ileride Marksizmi anlatırken gireceğiz. Bir başka önemli noktaya değineceğiz şimdi.

"Çağdaşlık" konusuna.

UYGARLIK VE ÇAĞDAŞLIK

Reformcu Padişah III. Selim, 1789'da tahta çıktıktan sonra, "dışarda esen rüzgârlar" hakkında kendisini aydınlatması için, -o zamanlar "reisülküttap" denilen- Dışişleri Bakam Atıf Efendi'den bir muhtıra ister. Büyük Fransız Devri- mi'nin üstünden birkaç yıl geçmiştir henüz. Atıf Efendi'nin hazırlayıp padişaha sunduğu -ve metni bugün de elimizde bulunan- ünlü muhtırasında -özetle- şunları söyler:

"Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar, peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret birtakım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne ve fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler -frengi hastalığı gibi- halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı, halk da rağbet etmektedir bu tür düşüncelere. İşte, bunların etkisinde kalanlar, birkaç yıl önce, bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, Fransa halkını vahşi hayvan kıyafetine sokmaya çalışmışlar, bununla da yetinmeyip -her yerde kafadarlar sağlayarak- İnsan Hakları dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip, milletleri hükümdarları aleyhine kışkırtmışlardır."I


  1. yüzyıl "Aydınlıklar felsefesi"nin -adları önünde bugün de en derin saygılarla eğildiğimiz- büyük temsilcilerini, "zındık", yani allahsız deyip -aklı sıra- küçümseyen ve kışkırtıcılıkla suçlayan, insanlık tarihinin dönüm noktalarından biri olan Büyük Fransız Devrimi'ni de "fitne ve fesat hareketi" olarak niteleyen Atıf Efendi'nin kafası nasıl bir kafadır?

Kuşkusuz, "çağdışı"!

1789'da, burjuvaziye karşı soyluları, onların düzenini -yani feodaliteyi- tutmak çağdışı idi.

Peki, ya bugün emekçilere karşı burjuvaziyi tutmak? Sosyalizme karşı kapitalizmi, milli bağımsızlığa karşı emperyalizmi, laikliğe karşı ümmetçiliği, demokrasiye karşı diktatörlüğü, giderek faşizmi tutmak?

Nasıl bir hüküm vereceğiz böylesine bir görüş, böylesi- ne bir kafa hakkında?

"Çağdaş" mı, "çağdışı" mı yoksa?

Konu hayli önemli, görülüyor ki...

Acaba bugün, özellikle Türkiyeli bir insan için, çağdaş olmanın, giderek çağdaş kafa taşıyor olmanın "asgari" ölçütleri nelerdir? Salt, belli bir zaman çerçevesi, 20. yüzyıl içinde yaşıyor olmak mı, başka şeyler mi yoksa?

Şuradan girmeli konuya: Nasıl bir çağda yaşıyoruz?

Çağımızın anlamı nedir?

İnsanlık tarihinde her çağın bir anlamı olduğu gibi, yaşadığımız çağın da bir anlamı var: Çağımız, -en genel ve belirgin çizgileriyle- "kapitalizmden sosyalizme geçiş" çağıdır. Bizim kişisel özlem ve yeğlemelerimizin dışında, nesnel bir olgudur bu. İstesek de istemesek de, hoşumuza gitse de gitmese de, bu geçişi yaşıyor insanlık; onun sorunlarıyla yüz yüze.

İşte çağdaşlığın, çağdaş bir kafa taşıyor olmanın başta gelen ölçütü, bu nesnel olguyu kabul etmektir önce.

Gerçekten, 1917 yılına değin, salt kapitalizmin egemenliği söz konusuydu yeryüzünde. Batı'nın sanayi toplumla- rında siyasal iktidarı elinde tutan burjuva sınıfı, tüm dünyayı egemenliği altına alan bir düzen kurmuştu. Bu düzenin, ileri Avrupa ülkeleriyle Birleşik Amerika dışındaki halklara dönük yüzünü emperyalizm ve sömürgecilik oluşturuyordu,

1917'de ilk kez kapitalist dünya çatlar.

Rusya'da patlayan devrim, yeni bir güç odağı yaratır yeryüzünde. Burjuva sınıfının iktidarına karşı, tarih, ilk kez emekçilerin iktidarının kuruluşuna tanık olur böylece.

O günlerden bu yana sosyalist dünya gittikçe büyüdü; koskoca Çin, devrimini gerçekleştirdi. Bugün bir milyarı aşkın insan kapitalizmin karşısına geçmiştir. Kapitalizmin egemen olduğu çoğu ülke ise, içindeki sosyalist muhalefetin gelecekteki iktidarına gebe. O sosyalist muhalefet, Fransa'da iktidara da geçmiştir bugün. Kapitalizmin vaktiyle sömürdüğü ve bugün de çeşitli yollarla sömürüsünü sürdürmeye çalıştığı dünya halkları da, emperyalizme her gün yeni bir darbe indirerek, onu geriletmekte.

Milli bağımsızlık savaşlarıyla çalkalanıyor çağımız.

Asyası, Afrikası, Latin Amerikası ile dünya halkları, emperyalizme karşı bağımsızlıklarını elde etmenin kavgasını veriyorlar.

Bütün bu gelişmeler, düşünce dünyasını da etkilemez olur mu?

Etkilemiştir elbette.


  1. yüzyıl ortalarından başlayarak, düşünce dünyasına yeni bir görüş, yeni bir dünya görüşü doğar: Marksizm.

Ve yanı sıra, yeni bir "düşünme yöntemi" de getirir.

Nasıl, Modern Çağ'a girerken, düşünce dünyasında, -Descartes'ın öncülük ettiği- bir "yöntem kavgası" yapılmışsa, Marksizmin ortaya çıkışıyla da, insanlık, "doğru düşünebilmenin yolu" üzerine bir kez daha eğilir. Ve bugün, Marksizmin önerdiği düşünme yönteminin özellikle çağımızın sorunlarını anlamakta ve onlara gerçekçi çözümler getirmekteki değerini, artık bütün aklı başında olanlar kabul ediyorlar. Bu düşünme yöntemine sırt çevirerek tarihsel ve toplumsal araştırmalar yapılamaz, giderek bilim yapılamaz denmektedir.

Varoluşçuluğun büyük temsilcilerinden olan J. P. Sartre, son büyük eserlerinden birinde, Diyalektik Aklın Eleştirisinde şunları söyler:

"Tarihte Descartes ile Locke'un dönemi olmuştur; Kant'ın ve Hegel'in dönemi olmuştur. Son olarak -içinde yaşadığımız- Marx'm dönemi gelmiştir. Bu üç felsefenin üçü de, sırasıyla, bütün bir düşünceyi besleyen tarla ve bütün bir kültürün ufku oluyor. Daha önce söyledim, şimdi de tekrarlıyorum: İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu diyalektik maddeciliktir." "Ve çünkü -yine Sartre'a göre- gerçekliğin kendisi Marksisttir ve Marksizm -hiç olmazsa çağımız için- aşılmaz durumdadır".

Böyle söylüyor J. P. Sartre, hem de bir burjuva filozof olarak böyle söylüyor.

Biz ne yapmışız? Ve ne yapıyoruz bugün de?

Bizde Marksizm öteden beri bir "zabıta vakası"dır; Marx'in arkasında polis, ceza kanunu ve savcılar vardır. İnsanlığa yeni bir düşünme yöntemi öneren kişiyi böyle karşılar olmuşuzdur ülkemizde. "Kökü dışarda ve zararlı ideoloji" denilerek küfredilir kendisine ve kovuşturulur. Ama bu arada, -"milliyetçilik" de içinde olmak üzere- hemen bütün düşünce akımlarının bize dışardan geldiğini unutmuşuzdur.

Ve bir şeyi daha unutmuşuzdur: İnsanlık eğer yeni bir düşünce biçiminin gereksinmesi içine girmişse, bunun yasalarım Marx ya da Engels olmasa bir başkası bulacaktı. Gizli kalmasına olanak var mıydı bunların?

Aslında sanayileşmemiş ve -en başta- o yüzden çağının gerisinde, giderek dışında kalmış bir toplumun dramıdır bu. Ama Türkiye sanayileştikçe, onun toplumsal, siyasal, giderek ideolojik sonuçları da -ister istemez- kendini kabul ettirecektir.

Kaçınılmaz bundan!

Gericiliğin ve yobazlığın bugünkü karanlığından, çağımızın aydınlığına da o zaman çıkacağız.

Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında, Türkiyeli bir insan olarak, çağdaşlığın şu üç "asgari" ölçütünü de unutmamalı:

Milli bağımsızlığa inanmak, laik olmak ve demokrat olmak.

Bunlardan birinin eksik olduğu bir kafa, çağdaş değildir, giderek uygar değil.



Bir şeyi daha unutmamalı: Çağdaşlık, birtakım erdemleri kendisinde toplayıp, sonra da bir kenara çekilip olup biteni "temaşa" etmek demek değildir. Çağdaşlık, çağdaşlık uğruna verilen kavgaya katılmayı da içine alıyor. Sömürülen, ezilen ve horlanan insanlar için daha güzel bir

dünya, daha insanca bir düzen yaratmanın yolu buradan geçiyor çünkü.

Sömürüye ve emperyalizme karşı direnmek, özgürlük ve bağımsızlık uğrunda mücadele etmek.

Çağdaşlık bu kısacası!

Büyük Fransız şairi ve yazarı Paul Valéry, uygarlıkların ölümlü oldukları gerçeğini I. Dünya Savaşı'nın sonunda söylediği şu özlü sözlerle bir kez daha dile getirir:

"Biz uygarlıklar, artık ölümlü olduğumuzu biliyoruz."

Ama nasıl bir ölümdür bu?

Yüzyıllar ve binyıllar süresince, çeşitli uygarlıkların, kireçli topraklardaki kaynaklar gibi uzun süre kaybolduktan sonra -bir ölçüde- yeniden ortaya çıktıklarını görüyoruz. Örneğin tarihçiler, "Kelt uygarlığının hâlâ yaşayan kalıntılarına rastlıyorlar.

Siyasal kopuşlar, büyük felaketler ve kesiklikler ötesinde, uygarlıklar, zamanda ve mekânda -bir yığın etki ve tepki ile- varlıklarını sürdürürler: Örneğin, Batı Avrupa'da Rönesans adı verilen "uyanış", uzun süre ölmüş bilinen bir uygarlığın, Yunan ve Roma uygarlıklarının tekrar ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. Gerçi 15. ve 16. yüzyıllarda bir Yunan ve Roma uygarlığından söz edilemez: O yüzyıllarda Avrupa'da uygarlık, bir İtalyan uygarlığıdır, bir Fransız, bir İngiliz, bir İspanyol... uygarlığıdır. Ama yine de antik kaynaklardan beslenmektedir bütün bunlar. Bunun gibi, yeraltı gömütleri zamanındaki Hıristiyanlığın, bir 18. yüzyıl Hıristiyanlığıyla ya da bugünkü Hıristiyanlıkla benzeşmediğini söyleyebiliriz.

Ama hepsinde bir sürekliliğin bulunduğu da açık.

Tarih bilimi, öteki bilimlerin de yardımı ile, yakın ya da uzak geçmişi araştırma yöntemlerini geliştirdikçe, çeşitli uygarlıklar arasındaki derin bağlılık daha açık bir biçimde ortaya çıkmakta.

Şunu da belirtelim ki, ulaştırma araçlarının hızlanması, düşünce ve sanatı yayma yollarının artması (radyo, sinema, televizyon...), teknik ilerlemenin gitgide bütün dünyaya yayılmasıyla, bugünkü uygarlıkların "tek bir uygarlık" halinde birleşmeye doğru gittiğine, bir "Dünya Uygarlığı"nın doğmak üzere olduğuna inananlar, ulusal geleneklerin, dil ayrılıklarının, ekonomi, sosyal yapılar ve dinsel inanışlar yüzünden beliren farklılaşmaların ne denli büyük bir engel olduğunu da hesaba katmalıdırlar.

İçinde yaşadığımız dünya, çeşitli uygarlıkları barındırıyor. Sayıları hakkında herhangi bir tartışmaya girmeden, bunların en belli başlıları şunlar: Batı uygarlığı, Latin Amerika uygarlıkları, Sosyalist Avrupa uygarlığı, İslam uygarlığı, Hint uygarlığı, Çin uygarlığı, Japon uygarlığı, Kara Afrika uygarlıkları.

Ne var ki, yaşadığımız dünya, uygarlıklar planındaki bu bölünüşten çok daha başka, çok daha köklü bir bölünüşü barındıran ve onun sorunlarını yaşayan bir dünya. İktisadi, sosyal ve giderek kültürel gerçekler bakımından, üçe bölünmüş durumda dünyamız: Batı dünyası, Sosyalist dünya ve Üçüncü Dünya diye adlandırılıyor bu bölünüş.

Temeldeki bölünüşü bunlar temsil ediyor.

Uygarlıklar arasındaki bölünüş ise, bu temeldeki bölünüşün üstüne kurulu bir başka gerçek.

Açıklamalarımızı bu üçlü tablo üzerine kuracağız biz de. Türkiye'yi ise, -bu tablo içindeki yerini belirledikten sonra- ayrı bir bölümde inceleyeceğiz.

OKUMA


YAMYAMLIK MASALI

Bundan bilemediniz yirmi yıl öncesine kadar Afrika, çoğumuzun kafasında insan eti yiyen ilkel ve vahşi insanların yaşadığı büyük bir kara parçasıydı. Sömürgeci düzenin sürdürülmesi amacıyla tezgâhlanıp sunulan bir yamyamlık masalını, sanırım çoğumuz anımsarız. Jomo Kenyatta, Kenya'da bağımsızlık savaşı açtığında, gazeteler Mau-Mau'ları insan eti yiyen yamyamlar diye göstermişlerdi. Uygarlıkla ilişkisi olmayan bu 'yamyam'ları, eski deyimle 'zaptürapt' altında tutmak gerekiyordu. Yiyip içip sömürgecilere dua etmeliydik: Bu vahşiler günün birinde öteki kara parçalarına ela atlayıverirlerse halimiz nice olurdu? Bir kazanda haşlanmamak için, Afrika'nın sahiplerinin orada kalması zorunluydu.

Geçenlerde Güney Amerika'da bir uçak kazasına uğrayıp sağ kalarak And Dağları'ndaki kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgeye düşenlerin, kurtarılmayı beklerken kazada ölenleri yemek durumunda kaldıklarını okuyunca bu 'yamyamlık' masalı geldi aklıma. Önce, "Kim bilir, belki de insan eti yiyen bu kazazedeler arasında, Kenyatta'nın yamyamlığına inanmışlardan biri de vardı" diye güldüm. Sonra düşündüm: İnsanoğlu, doğa karşısındaki savaşını, bizim uygarlık düzenimizin sınırları dışında sürdürmek durumunda kalınca nasıl da değişiyor. And Dağları'na giden kurtarma ekipleri biraz daha geç kalsaydılar, ölü insan etini yiyip tüketen sağlar, en güçsüz olandan başlayarak birbirlerini öldürüp yiyeceklerdi belki de. Buradan, VVilliam Golding'in o büyük ve seçkin romanı Lord of the Flies'ı [Sineklerin Tanrısı] anımsadım. Roman, tatile giden bir grup ilkokul çocuğunun, bir uçak kazası geçirerek ıssız bir adaya düşüşleri ile başlar. O, hepsi de seçkin ailelerin ince, uygar, çıtkırıldım çocuklarının, doğanın ilkel yaşam koşulları karşısında barbarlaşmaları; doğa yasası gereği gürbüzün zayıfa karşı giriştiği kaba, aman vermez ve korkunç zorbalık anlatılır. İlkokul çocuklarının ıssız adadaki yaşamlarını düzenlemek için örgütlenişleri ilkel bir kabile düzenindedir; avlama, barınak kurma vb. ile ilgili işbölümünün yapısı ve totem ayinleriyle tam bir kabile yaşamıdır bu.

Bizim uygarlık ölçülerimiz, içinde bulunduğumuz toplum yapısını belirleyen ilişkilerin ulaştığı düzeye bağlıdır. Afrika'daki Bororo kabilesine bağlı bir insanın dünyayı yansıtışı, elbette bizimkine benzemeyecek. Ama bu benzemezliği ölçü alıp onları 'geri'likle nitelemek geçerli sayılabilir mi? Fransız toplumbilimcisi L. Levy Bruhl, Bororo kabilesi insanının kendisini hem bir papağan hem de bir buğday tanesi saymasına bakarak bir genellemeye varmış, bu ve buna benzer toplulukların insanlarının ilkel bir mantaliteye sahip olduğunu söylemişti. Bruhl, 'bizim' uygarlığımızın mantığının "bir şey hem kendisi hem de başka şey olamaz" ilkesine başvurarak bu sonuca varıyordu. Gel gelelim, sömürge çağının bilimi de değişiyor bugün. Çağı-



rmzın büyük düşünürlerinden biri olan Lévi-Strauss, "ilkel" toplumla "uygar" toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrımından söz edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, Bruhl'ün 'ilkel' dediği insanlar, en az bizim kadar uygardırlar; değişiklik, her iki uygarlıkta düşüncenin birbirinden farklı semboller sistemiyle dile getirilmesindedir. Montaigne'in dediği gibi, "aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyamlara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz."

Söz Montaigne'den açılmışken, "Yamyamlar Üstüne" adlı denemesindeki çok sevdiğim bir bölümü buraya aktarmadan edemezdim. Kral Charles çağında Fransa'nın Rouen kentine gelen üç yamyam kralın önüne çıkarılır: "Kral uzun uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar üç şey söylediler; iiçün- cüsünü ne yazık ki unutmuştum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, kolu, parçaları, birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içinde yaşadıkları olmuş."

Yamyam aklı işte, ne olacak!

(Hilmi Yavuz, "Yamyamlık Üstüne", Yeni Ortanı, 10 Ocak 1973)

SORULAR


  1. Uygarlığın kaç anlamı vardır? Bunlar içinde bilimsel olanı hangisidir?

  2. "Civilisation" kelimesi, Batı'da hangi yüzyılda ve hangi anlamda ortaya çıkıyor? Nedenleri?

  3. Batı uygarlığının tekliği ve üstünlüğü söylencesinin sona ermesinin nedenleri nelerdir?

  4. Bir uygarlığın öğeleri nelerdir? Bu öğeler içinde, bir uygarlığın gelişmesini en çok etkileyen öğe sizce hangisidir?

  5. Türdeş bir uygarlık olabilir mi? Olamazsa niçin?

  6. Uygarlıkların evrimi hakkında ileri sürülen görüşler nelerdir? Bunlar içinde bilimsel olanı sizce hangisidir? Niçin?

  7. Bugünkü dünyada "teknolojik" gelişmeler, uygarlıklar arası etkilenmeler bakımından ne gibi bir rol oynuyor? Bunun gelecek için olası sonuçları sizce neler olabilir? Bir "Dünya Uygarlığının doğmasının önünde ne gibi engeller vardır?

  8. Uygarlık ile çağdaşlık arasında ne gibi bir ilişki vardır? Özellikle Türkiye'de, çağdaşlığın "asgari ölçütleri" nelerdir?

Yamyamlık masalı aslında niçin uydurulmuştur? Mon- taigne'in denemesindeki yamyamların görüşleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə