Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə14/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   46

içki masasında her akşam ortalama on beş-yirmi kişi bulunurdu. Gülümsemesi, iyi yürekliliği ve korkusuzluğu ünlüydü... Yetenekli bir profesörün yasadışı evlilikten doğma oğluydu.

Tanıdınız tabii, bu göz kamaştıran insan Jack London'dan başkası değildir. Kitaplardan değil, yaşamdan doğma bir sanatçıydı Jack London. Her şeyi yaşamdan öğrenmişti. Kitaplardaki yanlışlıkları yaşam deneyleriyle yüzleştirerek düzeltmişti. Sınırsız bir imge gücüne sahip olan, ama gerçeğin ve gerçekçiliğin aşkıyla yanan London, katıksız doğanın çocuğuydu.

London'da, Anatole France'ın deyişiyle, "kalabalıklara gizli kalan şeyi sezmek, üstün bilgisiyle geleceği görüp, tasvir etmek yeteneği" vardır. Nitekim, bu yeteneğini, Demir Ökçe-The Iron Heel adlı imgesel romanıyla yetkin bir biçimde kanıtlamıştı. Demir Ökçe, dört yüz yıl sonra geleceğe bakan bir romandı. Adem'den Önee-Before Adam bunun tersidir. Bu romanda, London, "insanın insan olma savaşını" anlatır. İlkel, vahşi ve şiirli bir dille... Bu iki romanın ortasında kalan Deniz Kurdu-The Sea Wolf u hepiniz bilirsiniz. Çarpıtılmış bir dünyanın 20. yüzyıl başlarındaki patlamaya her an hazır durumunu bu romandan gizli motifler halinde sezmek mümkündür...

Biyografik romanlar yazmakla ün kazanmış Irving Stone, London hakkında yazdığı Doludizgin Denizci adlı kitabında şöyle der: "Jack London, yoğun düşünce ve gerçek sanat gücü sayesinde, ancak devlerin yapabileceği işi başarmıştı." Bu kitabı okuyup da London'ın yaşamım yakından tanıyanlar, Irving Stone'un bu yargısında hiç de abartma olmadığım anlayacaklardır...

Türk okuru London'ı daha çok Vahşetin Çağrısı-T/ıe Cali of the Wild, Ateş Yakmak-To Build a Fire ve Yaşamak Hırsı- The Love of Life gibi roman ve öykü kitaplarıyla tanır. Bunun, London gibi çok boyutlu bir yazarın, yurdumuzda tek boyutuyla tanınmış olduğu anlamına geldiğini kestirmek zor değil. Yıllar yılı yurdumuzda, London'a, yalnız çocukları ve serüvenci ruhlu kimseleri eğlendiren, doğa ve vahşet öyküleri yazan biri nazarıyla bakılmıştır. Bu kam çok daha sonraları, yazarın Demir Ökçe, Yanan Gün-Burning Daylight ve Martin Eden gibi soylu yapıtlarının çevrilmesiyle yavaş yavaş değişmiş ve London, Türk okurları arasında layık olduğu ilgiyi bulabilmiştir...

...Amerikan romanını kurtarmış, Henry James'in salon edebiyatını "halkın mutfağına sokmayı" başarmıştı...

London, kendi eliyle çizdiği bir plana göre yaşamıştır. Kim bilir, belki de Anatole France'ın sözünü ettiği "sezgiciliği" kendi alınyazısı söz konusu olunca da geçerliydi... 1916 yılı Kası- mı'nda bir gün, hiç kimseye bir şey söylemeden, arkasında bir mektup bile bırakmadan morfin sülfat tabletleri alarak intihar etti. Cesedini bir krematoryumda yakarak, küllerini çiftliğinde sevdiği bir tepeye gömdüler...

(Ziihtü Bayar, "Edebiyatı Halkın Mutfağına Sokan Adam: Jack London", Yeni Ortam, 13 Ağustos 1973)

ANNABEL LEE

Senelerce senelerce evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz.

Adı Annabel Lee

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten Sevmekten başka beni.

O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi Sevdalı değil, karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee Göklerde uçuşan melekler bile Kıskanırdı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde Üşüdü rüzgârından bir bulutun Güzelim Annabel Lee Götürdüler el üstünde Koyup gittiler beni Mezarı ordadır şimdi O deniz ülkesinde.

Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskandı bizi



Evet -Bu yüzden şahidimdir herkes ve o deniz ülkesi- Bir gece rüzgârından Üşüdü gitti Annabel Lee.

Sevdadan yana kim olursa olsun

Yaşça başça ileri

Geçemezdi ki bizi

Ne yedi kat gökteki melekler

Ne deniz dibi cinleri

Hiçbiri ayıramaz beni senden

Güzelim Annabel Lee.

Ay gelip ışır, hayalin erişir Güzelim Annabel Lee.

Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar Güzelim Annabel Lee.

Orada gecelerim, uzanır beklerim Sevgilim, hayatım, gelinim O azgın sahildeki Yattığın yerde seni.

Edgar Allan Poe (Çev. M. C. Anday)

SORULAR


  1. Birleşik Amerika'nın tarihsel kaynaklan nelerdir?

  2. Birleşik Amerika'nın iktisadi ve sosyal tablosunun özellikleri nelerdir? "Amerikan yaşam biçimi" nasıldır?

  3. Birleşik Amerika'nın siyasal sistemi hangi ilkelere dayanmaktadır? Birleşik Amerika'da hükümet biçimi ile siyasal yaşamın özellikleri nelerdir? Kapitalizmin, Amerikan siyasal yaşamını etkilediği başlıca noktalar hangileridir?

  4. Amerikan eğitim sistemi nasıldır?

  5. Birleşik Amerika'da çağdaş edebiyat, sanat ve basın hakkında neler biliyorsunuz? Edgar Allan Poe ile Jack London'un Amerikan edebiyatındaki yerleri ile sanat anlayışları nelerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

  6. Birleşik Amerika'da dinsel yaşam hangi özellikleri taşır?

n

SOSYALİST DÜNYA

İçinde yaşadığımız dünyada, "Batı dünyası"nm karşısında "sosyalist dünya" yer alır. Batı dünyası, nasıl çeşitli kıtalara yayıldığı halde, birtakım "ortak değerlere" sahipse, sosyalist dünyanın da, bugün, çeşitli kıtalara yayılmasına karşın, "ortak değerler"i vardır. Bu ortak değerler Ba- tı'da, "Batı uygarlığı"nı oluştururken, sosyalist dünyada da "sosyalist uygarlığı" oluşturmaktadır.

Sosyalist uygarlık da, Batı uygarlığı gibi, bir "ileri sanayi" uygarlığıdır. Her iki uygarlık arasındaki benzerlik -belki- yalnızca bu noktadadır. Yoksa, bu "ileri sanayinin üzerine kurulu olduğu "iktisadi sisteniden başlamak üzere, sosyal, siyasal, ideolojik ve kültürel değer ve kurumlar bakımından, Batı dünyası ile sosyalist dünya arasında derin farklar vardır.

Sosyalist dünya, 20. yüzyılda kurulmaya başlar. II. Dünya Savaşı'na değin, bu dünya yalnız "Sovyetler Birliğinden ibaretti. II. Dünya Savaşı'yla, sosyalizm, Sovyetler Birliği dışında, yalnız Avrupa'ya yayılmakla kalmaz, -Asya kıtası başta olmak üzere- Latin Amerika'ya dek yayılır. Avrupa'daki sosyalist rejimlere özel bir ad verilir: "Halk Demokrasileri". Yugoslavya, Demokratik Almanya, Çekoslovakya, Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk bu gruba girer. Sosyalist dünyanın Asya'da üç temsilcisi var; Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam.

Latin Amerika'da ise, sosyalist dünyaya girmiş tek ülke görüyoruz: Küba.

Coğrafya planında böylesine bir yaygınlık gösteren sosyalist dünyayı, aşağıda iki ayrı paragraf halinde inceleyeceğiz. Birinci paragrafta, "Sovyetler Birliği" ile "Halk demokrasileri"ni içine alan "Sosyalist Avrupa"yı; ikinci paragrafta da "Çin ve öteki sosyalist ülkeleri" ele alacağız.



BÖLÜM I

SOSYALİST AVRUPA'NIN DOĞUŞU

Sosyalist Avrupa dünyasına giren bütün ülkelerin başta gelen ortak özelliği, hepsinin siyasal ve sosyal felsefelerinin tek bir kaynaktan çıkması: O felsefe "Marksizm"dir. Marksizm, aynı zamanda "resmî" dünya görüşüdür bu ülkelerin. Tüm siyasal, sosyal, iktisadi ve kültürel kurumlar, bu dünya görüşünden esinlenir.

Ne var ki, bugün Marksist dünya görüşünü kabul etmiş olan bütün bu ülkeler, birbirinden farklı bir tarihi yaşamışlardır. Sosyalizmi kurarken karşılaştıkları sorunların birbirinden farklılığı da, bir yerde, vaktiyle yaşadıkları tarihin birbirinden farklı çizgilerinde bulunmakta.

MARKSİZM

Marksizm Batı'da, 19. yüzyılda, belli iktisadi ve sosyal koşulların ortaya çıkardığı yeni bir dünya görüşüdür. Nedir o iktisadi ve sosyal koşullar? Ve nasıl bir dünya görüşüdür Marksizm?



Marksizmi doğuran koşullar

Marksizm Batı'da, "Sanayi Devrimi"nin yarattığı ortamda doğdu.

Gerçekten, 18. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere'de, buhar gücüyle işleyen makinelerin geliştirilmesi, bunların başta dokuma tezgâhları olmak üzere çeşitli imalat kollarına ve madenciliğe uygulanması, fabrikalar yoluyla türlü dallardaki üretimin o zamana değin görülmemiş ölçüde artması gibi -tarihte benzeri olmayan- bir olay görülür. Genellikle "Sanayi Devrimi" diye adlandırılan bu oluşum, 19. yüzyılın başlarından başlayarak, Batı Avrupa'yı da sarar. Ve gerçekten "devrim" adına yaraşır bir oluşumdur bu: Sanayinin baş döndürücü bir hızla büyümesi, toplum yapısını kökünden sarsmıştır. O zamana değin tarımla uğraşan insanlar köylerini bırakıp kentlere koşmakta, daha önce adları bile duyulmamış yerlerde yeni sanayi merkezleri doğmakta ve ülkelerin nüfuslarında hızlı artışlar olmaktadır. Sanayi Devrimi, Batı Avrupa'ya iktisadi ve sosyal planda bir "hareketlilik" getirmekle kalmıyor, aynı zamanda bir sefalet tablosu da çıkarıyor ortaya: Büyük işçi kitleleri, çok düşük ücretlerle, en kötü koşullar içinde çalıştırılmaktadır. Gerçi, bundan elde edilen büyük kârlar, sermaye birikimine ve yeni yatırımlara yol açtığı için Sanayi Devrimi daha da hızlanmaktadır.

Ne var ki, büyük yığınların sefaleti pahasına olmaktadır bu.

Sanayi Devrimi'nin doğduğu yıllarda, "genel oy"un henüz tanınmamış olması, sayıları çığ gibi büyüyen işçi kitlelerin yakınmalarını parlamentolara tam anlamıyla yansıtmalarına olanak vermiyor. Üstelik, o yılların yaygın ve gözde iktisadi görüşü olan liberalizm, devletin sosyal sorunlarına karışmasını istememekte, tam bir özgürlük, tam bir yarışmayı savunmaktır.

Sanayi Devrimi'nin ortaya çıkardığı sefalet tablosunu değiştirmek üzere, sözde birtakım "insani" önlemlere başvurulur. Çalışma yaşamını düzenlemek için bazı kanunlar çıkarılmaya başlanır. Bütün bu önlem ve kanunlara karşın çocuk ve kadın emeğinin madenlerde ve ağır sanayide sömürülmesi, işçi yığınlarının ezilircesine çalıştırılması daha uzun yıllar sürecektir.

İşte, Marksizm Batı Avrupa'da, 19. yüzyılın ortalarında, böyle bir ortamda doğar.

Marksizmin temelleri

Marksizmin kurucuları iki Alman düşünürdür: Kari Marx (1818-1883) ile Friedrich Engels (1820-1895).

Batı Avrupa'da Sanayi Devrimi'nin doğurduğu iktisadi ve sosyal sonuçların nedenleri ile kaçınılmaz gelişmelerini araştıran bu iki düşünür, bu araştırmalarından, sonunda yepyeni bir dünya görüşü ortaya çıkarırlar. Bu yeni dünya görüşü, artık yalnız Sanayi Devrimi ile ilgili sorunların değil, tüm doğa, toplum ve insanla ilgili her sorunun karşılığını veren eksiksiz bir görüştür.

Marx ve Engels'in ortaya koydukları yeni dünya görüşüne diyalektik maddecilik adı verilir. Ve genellikle Marksizm diye anılır.

Marksizm maddeci, diyalektik ve hümanist bir dünya görüşüdür.

a) Diyalektik maddecilik

Marksizm, her şeyden önce, maddeci (materyalist) bir temele dayanır.

Nedir maddecilik?

Ve nasıl bir maddeciliktir Marksizmin maddeciliği?

Maddecilik, evrendeki tek özün "madde" olduğunu ve bütün varlıkların maddeden türediğini ileri süren bir dünya görüşü. Bu genel anlamda maddecilik, her türlü gerçekliğin tek özünün "düşünce" (idea) olduğunu ileri süren "düşüncecilik"in (idealizm) zıddı oluyor.

Bir de, yaşamın temel değerlerinin beden ve zihin rahatlığı, servet ve hazdan başka bir şey olmadığını ileri süren bir anlayış var. "Maddeci bir insan" ya da "maddeye tapan" deyimlerinde görüldüğü gibi çoğu zaman yerici ve kötüleyici bir anlama bürünen bu anlamdaki maddeciliği, felsefi anlamdaki maddecilikle asla karıştırmamak.

Ama karıştırılır ve çoğu kasıtlı olarak yapılır bu!

Marksizmin maddeciliği, işte bu felsefi anlamda maddeciliktir.

Maddecilik, felsefe tarihinde, 19. yüzyıla gelinceye dek, "mekanist" bir yoruma tabi tutulur: Madde bizim dışımızda, bizim düşüncemizden bağımsız ve ezeli olarak var olan bir şeydir; ama ancak dış etkilerle değişen hareketsiz bir nesnedir.

Marksizmin maddeciliği böyle değildir: Marksizme göre madde, bizim dışımızda, bizim düşüncemizden bağımsız ve ezeli olarak vardır; ama sürekli bir hareket, bir devinme içindedir de. Hareket, maddenin bir var olma biçimidir; hiçbir yerde, hiçbir zaman hareketsiz bir maddeye rastlanmamıştır. Bu hareket, gerek uzayda, gerek moleküllerin titreşimi olarak ısıda ya da çekim akımlarında; çözümleme ve bileşim olarak kimyada, canlı yaratıklarda sürekli olarak vardır. Maddesiz hareketi kavrayamayacağımız gibi, hareketsiz madde diye bir şey de düşünemeyiz. Karşıt akımların, güçlerin çarpıştığı bir alandır madde. Bu çarpışma sonunda karşıtlar yeni bir bireşime varırlar. İşte "diyalektik" diye de, bu harekete, bu çarpışmaya ve karşıtların bireşimine varmalarının incelenmesine denir.

Diyalektik, eski Yunanca'da "tartışma sanatı" anlamına gelen "dialektike" sözünden geliyor. "Karşıt tezler" ileri sürerek bir tartışma sanatıdır diyalektik. Bu anlamıyla, diyalektiğin unutulmaz örneklerini Eflatun'un diyaloglarında görüyoruz.

Modern çağda, diyalektik Hegel'le beraber, yalın bir tartışma ve karşıtlar yoluyla sonuca varma sanatı olmaktan çıkar, "kurallar" ı olan bir "düşünme yöntemi" haline gelir.

Çağdaş düşüncenin yaratıcı yöntemlerinden biri olarak üstelik.



Hegel'e göre, doğada ve tarihte bütün oluşum, "idea"ya, "yaratıcı bir idea"ya dayanıyordu. Ama bu "idea"nın yaratıcılığı, "idea"nm doğurduğu "çeşitle- me"lerde saklıdır: "Tez" adı verilen bir başlangıç, zamanla, kendi içinden çıkan -ama kendisinden farklı olan- "anti- tez"i yaratmakta, her ikisinin çelişmesinden de bir "sentez" ortaya çıkmaktadır. Sentez, daha öncekilerin her ikisini de içine alır; ama hiçbiriyle aynı değildir ve onları aşmakta, öteye geçmektedir. Başka bir deyişle, değişen, "kendi çatışmasını kendi içinde taşıdığı için" değişmektedir.

Hegel, her şeyin hareket halinde ve değişmekte olduğunu, oluşlar arasında üstelik sürekli bir bağlantı bulunduğunu ortaya koyarak diyalektik yöntemi geliştirmişti ama, bütün bu "diyalektik oluşum"un temelini "somut gerçeğe" değil, bir çeşit "düşünceleştirilmiş Tanrı"ya ya da "Tanrılaşmış düşünce"ye, kendi deyimiyle "idea"ya dayandırmaktaydı.

Hegel, felsefesini "idea"ya dayandırdığı için, felsefi anlamıyla "idealist", yani "düşünceci" bir filozoftu. Ancak "diyalektik" düşünen bir filozof. Ve Hegel'le beraber, düşünceci felsefe, BatTda en görkemli bireşimine ulaşmıştır.

Marx ve Engels, nasıl maddeciliğin "mekanist" yorumu yerine ona "bilimsel" bir içerik kazandırmışlarsa, He- gel'in "soyut" diyalektiğini de "somut" olaylar dünyasına uyguladılar. Onlara göre, oluşum, giderek tarihsel gerçeklik "diyalektik"tir. Ama dış gerçeklikteki bu diyalektik gelişme, öyle Hegel'in sandığı gibi düşüncenin dışavurması değildi. Tam tersidir: Madde, düşüncenin, insan akimın büsbütün dışındadır. Tezli, antitezli ve sentezli gelişim, yani diyalektik gelişim, aslında maddenin kendisinde olur; düşüncenin diyalektiği ise, madde planındaki diyalektiğin bir yankısıdır. Marx, "Hegel'in sistemi baş aşağı duruyordu; ben onu ayakları üzerine kaldırdım" derken işte bunu belirtmek ister.

Marx ve Engels'i böylesine bir diyalektik anlayışa götüren, kendi kişisel beğenileri değildi. Batı'da 19. yüzyılın ortalarına değin süren dönemde, doğa bilimlerindeki büyük ilerlemeler diyalektiği doğruladığı gibi, onun "nesnel" bir temele dayandığını da tanıtlıyordu. Fizik ve kimyadaki buluşlar, hele Darwin'in görüşleri, bu konuda büyük rol oynamışlardır.

Marx ve Engels, maddeci diyalektik yöntemi tarihe ve topluma uyguladıklarında, ortaya -daha önce yapılanlardan- çok daha doğru, çok daha anlamlı bir tablo çıkacaktır.



b) Tarihsel maddecilik

Marx ve Engels, "maddeci diyalektik" yöntemi, tarihin ve toplumun çözümlenmesinde de kullanırlar. Bundan, tarihsel ve sosyal birtakım sonuçlara varırlar.

Bu açıklamalarının tümüne "tarihsel maddecilik" adı verilir.

Önce nedir toplum?

"Toplum" deyince, Marx ve Engels'e göre, aslında yalnız insanlara ve insanlar arasındaki ilişkilere rastlarız. Bir toplumdaki insanlar gibi, insanlar arasındaki ilişkiler de "somut"tur.

Marx ve Engels, toplundan insanlar arasındaki somut ilişkiler açısından incelerken, bu ilişkilerin temelinde yatan etken olarak "insanın doğa ile mücadelesi"ni görüyorlar: İnsanlar, yaşamak ve -bunun da ötesinde-hayvanlar- dan farklı olarak, "doğayı aşabilmek" için her şeyden önce çalışıp üretmek zorundadırlar. İnsanlar, üretim faaliyetinde bulunurken de, birtakım üretim araçları kullanır ve üretimdeki çalışmalarını örgütlerler. Demek ki, bir toplumun ana ilişkileri doğa ile olan ilişkileridir. Bu ilişkiler ise, doğrudan doğruya üretime dayandığına göre, bir toplumu tanıyabilmek için, her şeyden önce, o toplumdaki "üretim ilişkileri"ni incelemek gerekir.

Neler girer üretim ilişkilerinin içine?

Üretim ilişkilerinin içine, doğal kaynaklar (toprağın verimi, iklim, vb.), üretimi sağlayacak araçlar ve dolayısıyla bunların kullanılması, yani üretim tekniği, bir de üretimin düzene sokulması, yani işbölümü girer. Marx ve Engels, bunlara da "üretici güçler" diyorlar.

Bu güçlerin her biri zaman içinde -kuşkusuz- aynı kalmaz, değişirler; yeni kaynaklar bulunur, araçlar geliştirilir, işbölümü yeniden düzenlenir. İnsanların belli bir toplum içindeki varlığını, bilincini etkileyen ve özel mülkiyet kavramını, fertlerin ya da grupların toplum içindeki görevler bakımından farklılaşmasını, dolayısıyla "sınıflar'T yaratanlar da bunlardır.

Üretici güçlerle üretim ilişkileri bir toplumdaki "üretim biçimi"ni meydana getirirler. Marx ve Engels'e göre, üretim biçimi her toplumun "altyapT'sım oluşturur. Top- lumların yüzeyde görülen "üstyapı'Tarmı, yani siyasal ve hukuksal rejim kurumlarını, felsefe, din, ahlak, sanat ve edebiyatını, başka bir deyişle "kültür"ünü yaratan hep "altyapı"dır. Bu "altyapT'nm yansıması bakımından en çok önem taşıyan da "mülkiyet ilişkileri" ve özellikle toprak, araç, makine ve daha geniş anlamıyla sermaye gibi "üretim araçlarının sahipliğindir.

Toplumlarm "altyapı"sı da "üstyapı"sı da aynı kalmaz, değişirler. İlk bakışta, "üstyapı"daki değişiklikler, hep bireylerin eseriymiş gibi görünür. Ne var ki bireyler, kendi çağlarının üretim biçiminden bağımsız olarak hareket edebilmiş değildirler; tarih, aslında, üretici güçlerdeki gelişmenin üretim biçiminde yarattığı değişiklikleri yansıtmaktadır: İnsanlık tarihinde, ilkel ve daha sonraki ataerkil üretim biçimlerini büyük çapta el emeğinin kullanıldığı köleliğe çeviren, toprağa bağlı sertlerin çalıştırılmasına dayandırılmış feodal düzeni yaratan ve daha sonra kapitalist düzeni doğuran, aslında hep bu üretici güçlerdeki gelişmeler olmuştur.

Üretim biçiminin böylece değişmesi, er-geç üstyapıyı da değiştirir.

Ancak, toplumlarm oluşumunda ekonomik etken, "en güçlü, en temel ve en ağır basan etken"dir. Bir toplumda "üstyapı", "altyapı"daki değişikliklerin bir sonucudur ama, "üstyapı" kurumlan da "altyapı"yı etkilemekten, daha doğrusu etkilemeye çalışmaktan geri kalmaz. Engels, işin kolayına kaçan birtakım şemacı genellemeleri önlemek için bu noktayı açıkça belirtir.

Egemen sınıfların "ideolojik" faaliyeti, "üstyapı" etkilemesinin tipik örneklerinden biridir: Üretim araçlarını ellerinde bulundurdukları için "egemen sınıf" durumuna gelmiş olanlar, kurulu düzenin ideolojisini kullanarak -örneğin dine başvurarak ya da sınıf çatışması gerçeğini yadsıyarak ya da yozlaştırarak- tarihsel gelişimi gözlerden kaçırmaya ve artık "aşikâr" duruma gelmiş çözümler yerine sahte çözümler ileri sürmeye çalışırlar.

Toplum düzenindeki gelişmelerin yaratıcı kaynağı nedir?

Marx ve Engels'e göre, bu "sınıf çelişmeleri"dir. Başka bir deyişle, üretim araçlarına sahip olan sınıflarla sahip olmayan sınıflar arasındaki çatışmadır. Gerçekten, Marksiz- me göre, sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmamış olan her toplum düzeni kendi içindeki çelişmeler sonucunda başka bir toplum düzeni doğurmaktadır. Marx ve Engels, ilkçağdaki kölelik düzeninden feodaliteye, feodaliteden de burjuvazinin kapitalist düzenine geçişi, o düzenlerden her birinin kendi içlerindeki sınıf çelişmeleriyle açıklamaktadırlar.

Kapitalist düzendeki çelişme hangi sınıflar arasındadır?

Marx ve Engels'e göre, bu çelişme burjuvazi ile proletarya, yani işçi sınıfı arasındadır. Üretim araçlarına sahip bulunan, dolayısıyla üstün ve "egemen" durumda olan burjuvazi, proletaryayı "artı değer" yoluyla sömürmektedir. Gerçekten, kapitalist düzen içinde işçiler, günlük geçimlerini sağlamak için, bedenlerinin gücünü, yani emeklerini satışa çıkarmaktadırlar. Başka bir yol da yoktur onlar için. Ne var ki, proletarya, emeğinin tam karşılığını da alamamaktadır; daha doğrusu insanca yaşaması için gerekli olandan fazla çalıştırılmakta ve aradaki fark da "artı- değer" olarak sermayeye eklenmekte, bir başka deyişle, kapitalistin cebine girmektedir. Böylece, proletarya ile burjuvazi, aynı üretim ilişkisi içinde birbirine "karşıt" sınıflar durumundadırlar.

Bu karşıtlık, bir yerde "kutuplaşmıştır" da...

Marx ve Engels'e göre, kapitalizmin gelişmesi içinde, Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan burjuvazi-proletarya çatışması, insanlık tarihinde son sınıf çatışmasıdır. Ve proletaryanın burjuvaziyi devirip toplumu "sınıfsız" hale getirmesiyle yalnız burjuvazi-proletarya çatışması değil, bütün tarihi kaplamış olan sınıf çatışmaları dönemi de sona erecektir. Burjuvazinin yıkılması kaçınılmazdır, mutlaka olacaktır bu. Çünkü, burjuvazi gitgide zenginleşmekte ve hep yoksullaşan, durmadan da büyüyen proletarya ile çatışmaktadır; bu çatışmanın ortaya çıkardığı gerilim yıldan yıla artmaktadır. Çoğalan ve güçlenen proletarya nasıl olsa bir gün burjuvaziye üstün gelecektir.

Kendiliğinden mi olacaktır bu?

Eiayır, zora başvurarak, yani "ihtilal" yoluyla!

Ama niçin bu yolla?

Tarihsel gelişimin belli bir döneminde iktidara geçen ve onu elden bırakmamak için örgütlenen, toplumda kilit noktalan ele geçiren bir burjuva sınıfından, ayrıcalıklarını kendiliğinden bırakmasını istemek, boş bir hayal arkasından koşmak olur. O yüzdendir ki, işçi sınıfı zora başvurmadan iktidara geçemez.


Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə