Uygarlik tariHİ Server Tardlli


Sovyetler Birliği'nde yeni bir dönem başlar



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə17/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   46

Sovyetler Birliği'nde yeni bir dönem başlar.

Gerçekten, 20. Kongre, gerek içerde gerek dışarıda yol açtığı gelişmeler bakımından, çağımızı etkileyen en önemli toplantılardan biriydi. Sovyetler Birliği'nin yanı sıra, Doğu Avrupa'da da derin çalkantılara yol açıyordu.

Kruşçev, 20. Kongre'de Lenin'in görüşlerine de önemli değişiklikler getiriyor ve dış dünyada geniş çalkantılara yol açacak "üç tez" ileri sürüyordu:


  • Sosyalist dünya, büyük askerî güce ve kapitalist dünya ile -aşağı yukarı- nükleer eşitliğe ulaştığından, kapitalist blokla sosyalist blok arasında savaş, artık Lenin'in öne sürdüğü gibi kaçınılmaz değildi.

"Barışçı rekabet" gündeme geliyordu böylece.

  • Devrim şiddete başvurmadan, "parlamenter yol- larî'dan da gerçekleştirilebilirdi.

  • Ve nihayet, her ülke sosyalizme “kendine özgü ", değişik yollardan geçebilirdi.

Kruşçev bu tezleri, değişen dünya koşullarının baskısı altında, pragmatik bir anlayışla öne sürmüştür.

Ne var ki, Kruşçev bu görüşleri ile, sosyalist dünyayı ikiye bölecek olan, "Çin-Sovyet anlaşmazlığının da tohumlarını ekiyordu. 1960'larda su yüzüne çıkan ünlü kavgada, Çinliler Kruşçev'in 20. Kongre'de öne sürdüğü tezlere dayanarak, Sovyetleri "revizyonizm" ve Mark- sizm-Leninizme ihanetle suçlayacaklardı.

Ne olursa olsun, 20. Kongre, yol açtığı gelişmeler açısından yüzyılımızı etkileyen toplantılardan biri olmuştur.I

- Son dönem, Kruşçev'in iş başından uzaklaştırıldığı 1964'ten günümüze değin uzanan ve Kosigin-Brejnev ortak yönetiminin, sanayide ve tarımda verimliliğin artırılmasına yönelen büyük reformların uygulanmasına giriştikleri bir dönem oluyor.

Sovyetler Birliği, bugün bu dönemin içinde bulunmaktadır.



Sovyetler Birliği'nde siyasal sistem, önce şu iki niteliği taşıyor:

  • Sovyetler Birliği çokuluslu federal bir devlettir.

  • Sovyetler Birliği, bir sosyalist demokrasidir.

Ülke, 1977 tarihli yeni bir anayasa ile yönetilmektedir.

Rejimin kuruluşundan sonra yapılan dördüncü anayasadır bu. İlk anayasa 1918, İkincisi 1924, üçüncüsü ise 1936'da yapılır.



Çokuluslu devlet

Çarların imparatorluğu, -o zamanki deyimle- bir "halklar hapishanesi" idi. İmparatorluk sınırları içinde birbirinden ırk, dil, din bakımından farklı yığınla halk yaşardı. Bunların arasında imparatorluğu yalnız Slav halkının -yani Rusların- temsil ettiği kabul edilirdi. Bütün bu halkları, Petrograd'm otoritesine bağlı tutabilmenin yolu olarak, baskı ve "Ruslaştırma" politikası uygulanırdı.

Devrimden sonra, -o zamana değin ezilmiş olan- bu ulusların birbirine hakça eşit olduklarını kabul etmek, tutulması gereken tek yoldu. Bu yol, o ulusların topluca sosyalizme geçişlerini sağlayacak bir güvence idi aynı zamanda. Bağımsızlıkları kabul edilen uluslar, sonra, federalizm ilkeleri içinde yeniden bir araya getirildi.

Sovyetler Birliği, bugün 15 federe cumhuriyetten oluşmaktadır (m. 71). Ayrıca, bunların içinde de özerk cumhuriyetler, eyalet ve bölgeler var. Cumhuriyetlerden her biri, -federal devletin yetkisine girmeyen konularda- egemenliğe sahip. Özellikle kültürlerini ve dillerini geliştirmek bakımından, geniş bir serbestlik tanınmıştır kendilerine. Tüm Sovyetler Birliği'ni ilgilendiren şu temel konular ise federal devletin yetkisine bırakılmıştır (m. 73):



  • Sovyetler Birliği'nin uluslararası ilişkileri ile savunulması;

  • Sovyetler Birliği'nin iç örgütlenişi;

  • Ekonominin genel yönetimi;

- Hukuksal örgütlenme ile kültürel örgütlenmenin genel yönetimi.

Sosyalist demokrasi

  1. Anayasası -1918 tarihli anayasanın tersine- tüm Sovyet halkına yurttaşlık sıfatı tanır. Ve kadm-erkek her yurttaşın, 18 yaşından başlayarak seçimlerde oy hakkı vardır (m. 96).

Bütün öteki temel hak ve özgürlükler yurttaşlara tanınmıştır. Bunlar içinde sosyal haklar ve özgürlükler daha ağır basar.

Devlet iktidarının temel kurumu, iki meclisli Yüce Sovyet'tir (m. 108). Bu meclislerden biri (Birlik Sovyeti), Sov- yetler Birliği'ndeki halkların bütününü temsil eder; ötekisi (Ulusal Topluluklar Sovyeti) ise federe cumhuriyetleri ve özerk bölgeleri.

Yüce Sovyet bir yasama organıdır. Yürütme organını oluşturan Bakanlar Kurulu'nu seçen bu Yüce Sovyet'tir.

Yüce Sovyet 5 yıl için seçilir ve yılda iki kez toplanır. Olağanüstü toplantılar yaptığı da olur (m. 112). Toplantı halinde bulunmadığı zamanlar -yine kendisinin seçtiği- Yüce Sovyet Prezidyumu adındaki bir kurul -sonradan onaylanmak koşuluyla- onun yerine yasama yetkisini kullanır.

Görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği'nde, Batı demokrasilerinde çeşitli biçimlerde uygulanan güçler ayrılığı ya da görev bölünmelerine benzeyen bir durum yok. Tersine güçler birliği bahis konusu: Devlet organları arasında "yatay bir yetki paylaşımı" değil, "dikey bir yetki devri" var. Kuramsal olarak, bütün yetkiler Yüce Sovyet'in elinde. Prezidyum, ondan aldığı yetkileri onun adına kullanıyor. Bakanlar Kurulu da alman kararları uyguluyor. Ne var ki, doğrudan doğruya yürütme görevinin başında bulunmak, ister istemez Bakanlar Kurulu'nun önemini artırıyor ve ön plana çıkarıyor onu.

Sovyet demokrasisinin anlamı nedir?



  1. Tek parti anlayışı

Sovyet demokrasisi anlayışıyla Batı demokrasisi anlayışı birbirinden farklı şeylerdir. Bu farklılık, en başta parti anlayışında kendini gösteriyor: Batı demokrasilerinden farklı olarak, Sovyet demokrasisi "tek partili"dir. Bu parti, Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını taşır.

Sovyetler, bu farklılığı şöyle açıklıyorlar:



  • Batı demokrasileri, gerçi çok partilidir. Ama bu partiler kapitalist toplumlarda -çok kez birbiriyle uzlaşmaz çıkarları olan- çeşitli sınıfları temsil eder. Oysa, Sovyetler Birliği gibi sınıfsız bir toplumda, çok partili bir rejimin bulunmasının hikmeti yoktur. Gerçi orada da halkın çeşitli katları arasında farklı görüşler -hatta uzlaşmazlıklar- olabilir; ancak bütün bunlar, "teknik" nitelikte ve ayrıntılarla ilgili farklılıklar ya da uzlaşmazlıklardır. Ve hepsini de uygulamada çözmek olasıdır. Böylece, tek partililik, eski düzen kalıntılarının ortadan kaldırılması, komünist dönem öncesindeki sosyalist devletin temellerinin atılması ve toplumun smıfsızlaştırılması için gerekli sayılıyor. Parti için, başka kuruluşlarla çekişmek, seçim kaybedip iktidardan düşmek söz konusu değildir. Bu bakımdan, Sovyetler Birliği'nde "seçim" kavramı da Batı demokrasilerindeki anlamını ve önemini yitirmekte; bir yerde halkın Parti yönetimine güven ve bağlılık gösterisi halini almaktadır.

  • Ayrıca, tek partinin yani Komünist Parti'nin bir rolü vardır: Komünist Parti, Sovyetlere göre, toplumun "yönetici ve yön verici gücü", siyasal sistemin ve tüm örgütlerin "çekirdeği"dir. "Marksist-Leninist öğretiyle donanmış" olan Komünist Parti, anayasaya göre, "toplumun genel gelişme perspektifini, Sovyetler Birliği'nin iç ve dış politika doğrultusunu belirler, Sovyet halkının büyük yaratıcı çalışmalarını yönetir, komünizmin zaferi uğrundaki mücadelesine planlı, sistemli ve kuramsal esaslara dayanan bir nitelik kazandırır" (m. 6).

Partinin böylesine önemli bir rolü yüklenmesi, -ister istemez- kendi içinde, seçim esasına dayanan, çok ciddi bir hiyerarşi ve disiplini, partiden kişiler içinde çok dikkatli bir seçmeyi gerektiriyor:

  • Sovyetler Birliği'nde Komünist Parti'ye girme zorun- luğu yoktur; ama partiye girmeyi arzulayan bir yurttaş da, güven uyandırmak ve bir stajdan geçmek zorundadır.

  • Bunun gibi, Partinin her kademesinde sıkı bir disiplin hüküm sürer. Ancak, bu disiplin, körü körüne bir disiplin olmayıp, demokratik merkeziyetçilik ilkesine bağlıdır: açık tartışma ve karar alınınca da savsaklamadan yerine getirme.

Komünist Parti'nin kendi kongrelerindeki kararları, Sovyetler Birliği'nin siyasal yaşamında bir aşama niteliği taşır. Devlet mekanizmasının gerçek dinamosu aslında bu parti olmaktadır.

  1. Özgürlüklerin anlamı

Özgürlüklere gelince... Sovyet demokrasisinde bunun da anlamı Batı demokrasisinde olduğundan başkadır. Marksist anlayışın sonucu olarak, özgürlükler, soyut ve mutlak veriler değil, toplum yapısında belli bir sürece göre yapılacak değişikliklerle gerçekleşecek şeylerdir. Bu yüzden soyut, mutlak bir özgürlük kavramı yerine, gitgide somutlaşacak "özgürleştirme"lerdir söz konusu olan. "Düşünce özgürlüğü" de bu süreç içinde ele alınmalıdır. Bu inanca göre, toplum yapısındaki değişiklikler, geriye dönüş yollarım, rejimin sarsılma olasılıklarını iyice ortadan kaldırınca, daha doğrusu bu yolda gereken adımlar atıldığı ölçüde, düşünce özgürlüğünün kalıpları da genişletilecektir.

Stalin'in ölümünden sonra (1953), rejimde -kısmi de olsa- bir "liberalleşme" olmuştur. Bu liberalleşme hareketine, "Stalincilikten arındırma" (destalinizasyon) adı verilmektedir. Rejimin baskıyla ayakta durur gibi göründüğü günlerin gerilerde kaldığı bir gerçektir. Bilginler, aydınlar bu liberalleşmenin çerçevesini daha da genişletmek istemekte ve zaman zaman yöneticilerle bunlar arasında "sürtüşmeler" olmaktadır. Ancak bu sürtüşmelerin, sosyalizmin kendisi ile ilgili olmayıp, rejimi yönetenlerin "tu- tum"u ile ilgili olduğunu da gözden uzak tutmamalı.

Sovyetler Birliği'nin iktisadi gelişimi, hem üzerine kurulduğu yeni temeller hem de nicel ilerlemeleriyle, çağdaş tarihin en önemli olaylarından biridir.

İlkeler

Sosyalist bir ekonominin temel ilkesini, vaktiyle Engels şu biçimde formüllendirmişti:

(Kapitalist) üretimdeki anarşinin yerine, sosyalist rejimde bilinçli ve sistemli bir örgüt geçecektir. Bu, insanlığın, bir sıçrayışta, zorunluluk alanından özgürlük alanına geçmesidir.

Demek ki, sosyalist bir ekonomide üretimin örgütlenmesi gerekiyordu. Bu ise, başta üretim araçlarının kolektifleştirilmesini gerektiriyordu. Üretim araçlarının mülkiyetinin topluma mal edilmesi, üretim güçlerinin hızla gelişmesine yol açacaktı. "Herkesten kendi yeteneklerine göre" çaba beklenirken, "herkese kendi emeğine göre" dağıtım yapılacaktı. Daha sonra komünist toplum aşamasına varıldığında, toplumda üretici güçler öylesine gelişmiş, teknik düzey öyle bir çizgiye varmış olacaktı ki, artık "herkesten kendi yeteneklerine göre" beklenirken, "herkese kendi gereksinmesine göre" dağıtılabilecekti.

Ne var ki, 1917 Ekim Devrimi'nin ertesinde bu ilkeleri hemen uygulamak olanaksızdı; çünkü ekonomi o yıllarda hem geri bir nitelik gösteriyordu, hem de ülke bir dış ve -sonra da- iç savaştan henüz çıkmıştı. Böylece sosyalist bir ekonominin gelişimi, -ister istemez- aşama aşama olacaktı:

- "Savaş komünizmi" (1917-1922) adı verilen birinci aşamada, birtakım devrimci kararnamelerle "üretimin tekniği ve işleyişi" düzenlenmek istenir. Ama -adından da anlaşılacağı gibi- hayli güçlüklerle dolu bir dönemdir bu. Kuramsal ilkeler -ister istemez- bütün katılığı ile uygulanır. Her türlü özel mülkiyete son verilir; pazar, para ve fiyat mekanizması ortadan kaldırılır. Bütün sanayi ve tarım ürünleri toplanarak, bunlar tüketiciler arasında ay-

nen, her birinin gereksinmesine göre ve harcadığı çaba göz önünde tutulmaksızın pay edilir.

Bu denemenin sonuçları çok kötü oldu. Sanayi üretimi azaldı; köylüler kendi hayvanlarını kestiler, karışıklıklar arttı.


  • "Yeni iktisadi politika" (1922-1928) adı verilen ikinci aşama, çok belirli bir geriye dönüş dönemidir. İktisadi faaliyetin canlandırılmasına çalışılır. Sınırlı ve denetimli olmak üzere, geçici bir dönem için kapitalizme de yer verilir; tarım ile bazı küçük ve orta sanayi işletmeleri alanında yeniden özel mülkiyet kabul edilir. Özel ticarete ve onunla birlikte fiyatların sunum ve isteme göre saptandığı pazar sistemine göz yumulur.

Bu deneme üretimin artmasına olanak sağladı ama, bu da, ayrıcalıklı bir sınıfın yeniden doğması pahasına oldu. "Kulak"lar denilen bu zenginleşmiş köylü zümresi, çok geçmeden sosyalist rejimin temelleri için bir tehlike olup çıktı.

Ancak, rejim, bu arada kararlılığa kavuşup güçlendiğinden, iktisadi gelişimde "planlı ekonomi" aşamasına geçilir.



  • 1928 yılında başlayıp bugün de süren planlı ekonomi aşamasında, sosyalizmin temel ilkeleri çerçevesinde, "Beşer yıllık" planlarla, üretim ve tüketim arasındaki ilişkiler ve üretimi artırıcı önlemler ve olanaklar açıklığa kavuşturulur. Ve yeniden sosyalist ilkelere dönülür. Ne var ki, bu sistem de zamanın gereksinmelerine göre -az ya da çok sert biçimde- uygulanmıştır. Planların genel yönelimi de, rejimin genel politikasının gereksinmelerine göre, zaman zaman değişikliklere uğramıştır.

Plan, bir yandan halkın gereksinmelerinin giderilmesi için gerekli görülen üretimin, öte yandan bu amaçların gerçekleşmesi için gerekli üretici güçlerin kullanılmasının öngörüldüğü ve emredildiği bir belgedir.

Plan, ülkenin hem iktisadi yaşamını hem kültürel yaşamını hem de sosyal yaşamını kapsar.

Plan Sovyetler Birliği'nde ortak bir çalışma ile ortaya çıkar: Onu, merkezde bir kuruluş (Gosplan) ilgili bakanlıklar-

la ilişki kurarak hazırlar; yetkili sendika, kooperatif ve kuruluşlarda tartışılır, bu arada uzmanların düşünceleri sorulur.

Ve plan böylece ortaya çıkar.

"Özendirici" nitelikteki kapitalist planlamanın tersine, Sovyet planlaması "merkezî" ve "buyurucu" nitelikler taşır. Bütün iktisadi kararlar, tek bir kumanda merkezinde verilir ve böylece ortaya çıkan plan, siyasal otoritenin sürekli gözetimi altında -hiçbir tartışma ve sapmaya olanak vermeyecek- bir disiplin içinde yürütülür. Doğaldır ki, üretim araçlarının tümünün devletin elinde ya da denetiminde olması da bunu olası kılmaktadır.

Bununla beraber, Sovyet planlamasında, son yıllarda, aşırı merkeziyetçilikten uzaklaşma yönünde bazı gelişme ve değişiklikler de göze çarpmaktadır.

Libermanizm diye adlandırılan ve gittikçe genişleme eğilimi gösteren bu yeni hareket sonucunda, Sovyetler Birli- ği'nde -ve bazı halk demokrasilerinde- ekonomik faaliyetlerin büyük bir bölümü, artık tek merkezden planlanmaz olmuştur. Ekonominin yönetiminin daha esnek ve koşullara daha kolay uyan bir biçime sokulması için çalışılıyor. Bunun yolunun da, sorumlulukların merkezde toplanmasından vazgeçilerek dağıtılması olduğu sanılıyor. Aslında, bu gelişmelerin nedenini -bazı planlama uzmanlarının da belirttikleri gibi- büyüyen, gelişen ve gittikçe karmaşık bir bünye kazanan bir ekonominin tümünün ayrıntılı olarak planlanmasındaki maddi olanaksızlıklarda aramak gerekir.

Ne var ki, Sovyet planlamasındaki bu yöntem değişikliğini bir sistem değişikliği olarak da görmemeli: Sovyet planlamasının genel niteliği değişmediği gibi onun uyguladığı ekonomik düzende de bir temel yapı değişikliği meydana gelmiş değildir.



Sanayi

Sovyetler Birliği'nde sosyalist ekonominin gerçekleşme ölçüsü ve hızı, sanayi ve tarım kesimlerine göre başka başka olmuştur.

Sovyet ekonomisinde en kolay ve en çabuk kolektifleştirme sanayi kesiminde oldu.

Sanayi Sovyet ekonomisinde de işletmeler halinde örgütlenmiştir.

İşletmeler üretim biçimine göre gruplara ayrılmıştır: Aynı faaliyette bulunan işletme gruplarına "tröst" denir: Buğday tröstü, petrol tröstü... gibi. (Bunu, kapitalist sistemdeki tröstlerle karıştırmamalı); birbirini tamamlayıcı faaliyetlerde bulunan işletmeler "kombina"ları oluştururlar (özellikle maden işletmeleriyle ona bağlı metalürji ve kimya sanayilerinde böyledir).

Sanayinin kuruluşunda, daha ilk yıllardan başlayarak şu soru ortaya çıktı: "Temel maddeleri" veren ağır sanayiye mi, yoksa "tüketim malları" sağlayacak olan hafif sanayiye mi öncelik ve üstünlük tanımalı?

Uzun bir süre ağır sanayiye öncelik ve üstünlük tanındı. Çünkü sanayi, hem ekonominin gerçekten temeli idi, hem kolayca el emeği buluyordu; hem de Sovyetler Birliği'ne kapitalist ekonomi karşısında bağımsızlık sağlayacaktı.

Ağır sanayiye tanınan bu öncelik ve üstünlüğün bir sonucu olarak da, işçi sınıfı büyük bir hızla büyüdü ve kentlerin sayısıyla beraber hacmi de genişledi.

Çarlık Rusya'sı, sınai üretim hacmi bakımından, dünyada beşinci, Avrupa'da ise dördüncü sırada bulunuyordu. Sanayi üretiminin bütünü, Ekim Devrimi'nden bugüne 60 misli artmıştır; artış, üretim araçlarında 141 misli, tüketim maddelerinde 20 mislidir. Elektrik üretimi, kimya sanayii ve makine yapımı, yani ekonominin bütünü içinde teknik ilerlemenin bağlı olduğu üç kilit sanayi dalı, 1965'te toplam sınai üretimin % 35'ini sağlamıştır.

Bugün Sovyetler Birliği, maden kömürü, kok, demir cevheri, lokomotif, kereste, çimento, fabrika ürünü inşaat malzemesi, yün kumaş, tereyağı üretiminde dünyada ilk sırayı tutmaktadır. Sınai üretim alanında Avrupa'nın belli başlı kapitalist ülkelerini daha şimdiden geçmiştir. Yakın bir gelecekte Birleşik Amerika'nın bugünkü seviyesine ulaşması beklenmektedir.



Tarım

Sanayi planındaki bu gelişmeye oranla -daha yavaş olmakla beraber- tarım da sanayileşmeye ve kentle köy arasındaki farklılıklar ortadan silinmeye başladı.



  • Devrimin başlarında çıkarılan ünlü "Topraklar Hak- kındaki Kararname"nin bir sonucu olarak, büyük araziler, özellikle Kilise'nin, büyük toprak sahiplerinin ve imparatorluk ailesinin arazileri köylere -parasız olarak- dağıtıldı. Bu, toprakta "bireysel mülkiyet" dönemidir ki, 1927 yılma değin sürmüştür.

Bu dönem geçici olmaya mahkûmdu; sakıncaları vardı çünkü.

Özellikle iki büyük sakınca görüldü:



  • Küçük ve orta işletmeler tarımsal yöntemlerdeki modernleşmeye uymuyorlardı. Örneğin, traktör kullanımı, bu nitelikteki işletmelerde hemen hemen olanaksızdı.

  • Sosyal planda, kulaklar denilen, "zengin köylü" zümresi ortaya çıkar ve karşı-devrimci bir tavır takınır.

Böylece toprakların kolektifleştirilmesi zorunlu oluyordu: 1928 yılından başlayarak buna girişildi. Böyle bir işleme direnen "kulaklar" ise -biraz da sertçe- tasfiye edildiler.

  • Tarımda ortaya çıkan yeni temel işletme "kolhoz" adını taşır: Kolhoz, seçilmiş bir başkan ve kurulca yönetilen, "kolektif" bir tarım işletmesidir. Kolhozlarda iş, kolektif olarak örgütlenir ve gelir de üyeler arasında pay edilir. Herkesin payı, gördüğü işe göre hesaplanır.

Kolhozlar, ürettikleri ürünün büyük bir bölümünü -devletçe saptanan fiyat üzerinden- devlete verir. Karşılığında elde edilenin bir bölümü, donanımın yenilenmesi ve yetkinleştirilmesine harcanır; bir bölümü de yedek olarak saklanır.

Kolhozun her üyesi, oturduğu evin, kümesinin ve bahçenin "kullanma" hakkına sahiptir ve bunları dilediğinde işletir. Planda öngörülmüş miktarların devletçe satın alınmasından sonra, çalışması karşılığı payına düşen ürünleri ve küçük aile ekonomisinden artırdıklarını kol- hoz pazarlarında serbestçe “satma" hakkına sahiptir. (Bu pazarlara gelen ürünün % 10'unun kaynağını bunlar oluşturmaktadır).

Kolhozlar, 1929'da tarımdaki işletmenin % 3,9'unu temsil ederken, 1933'te bu oran % 65,6'ya yükselmiştir. Bugün Sovyetler Birliği'nde işlenen toprakların % 96,9'u kolhozlarındır.

- Sovyetler Birliği'nde, tarımda, kolhozlara koşut olarak bir de sovhozlar vardır: Bunlar, "devlet çiftlikleri" olup, doğrudan doğruya Tarım Bakanlığı'nca yönetilir. Başlangıçta, sovhozların başlıca rolü kentlerin beslenmesini sağlamaktı; daha sonra, kolhozlara yeni teknikleri ve yeni tarım kültürünü götürecek birer deneme istasyonu, birer "pilot çiftlik" haline geldiler.

Bir bütün olarak ele alındığında, tarım kesiminde, 1917'den bu yana büyük gelişmeler olmuş, büyük sonuçlar elde edilmiştir. Ne var ki, Sovyetlerin kendileri de, tarımdaki gelişmelerin sanayideki gelişmelerin gerisinde kaldığını kabul etmektedir. Tarımdaki gelişmeyi daha ileri boyutlara kavuşturmak için çeşitli önlemlere başvurulmaktadır: En küçük kolhozları, daha gelişmiş kolhozlara bağlayarak kolhozları büyültmek bu önlemlerden biri. Bugün Sovyet tarımına egemen genel eğilim, toprakta kolektifleştirme ilkesini bozmadan, daha yumuşak bir işleyişi sağlamaya dönük bulunmaktadır.

İç ve dış ticaret

Kolhoz pazarları bir yana bırakılırsa, Sovyetler Birliği'nde iç ticaret bütünüyle devlet elindedir: Onu bir özel bakanlık yönetir. Mamullerin 2/3'ii devlet mağazalarında, geri kalanı da kooperatiflerce satılır.

Önceleri daha çok halk demokrasileri ve bazı Asya ülkeleriyle olan dış ticaret ve dış iktisadi ilişkiler, şu son yıllarda daha geniş açılışlara sahne olmaktadır.

Sovyetler Birliği, biri 1917, ötekisi 11. Dünya Savaşı'ndan sonra olmak üzere iki kez yeniden kurulmuştur. Her iki

kuruluş da, büyük özveriler pahasına, ama yöntemle olmuştur. Sosyalist ekonominin temelleri bugün öylesine güçlü olarak örgütlenmiştir ki, Sovyet yöneticileri, önümüzdeki 20-25 yıllık dönem içinde, -Kruşçev'in vaktiyle ciüşündüğü gibi, "komünizmi kurmak" değil ama- komünizmin teknik ve maddi temellerinin atılacağını ileri sürebilmektedirler. Nitekim, bu amaca yönelen, 1976-1990 yıllarım kapsayacak on beş yıllık bir planın hazırlanmakta olduğu şimdiden açıklanmıştır.

SOSYAL TABLO

Sosyalist ilkelere dayanan üretim biçimi ve ilişkileri, Sovyetler Birliği'nde, bütün kumrularıyla -Batı'dakinden farklı- bir toplum yapısı ortaya çıkarmıştır.

Nedir özellikleri bu yapının?



Sınıfsız toplum

Bugün, Sovyetler Birliği'nde, devrimden önceki eski sınıf ve zümreler kalmamıştır: "Soylular" sınıfı bütünüyle ortadan kalkmıştır; "ruhban" ise, sosyal planda sadece bir meslektir; "burjuvazi" bütün biçimleriyle tasfiye edilmiştir. Devrim yıllarının şu ilkesi üstüne oturmaktadır sosyal gerçeklik:

"Yemek isteyen üretmelidir".

Sovyetler Birliği'nde, erkek ve kadın, ancak kendi emekleriyle yaşarlar ve hiçbir -yolla- başkasının emeğini sömiiremezler. Bu bakımdan, insanlar arasında eşitlik sağlanmıştır. Çeşitli mesleklerin toplumdan edindiği yararlanmalar arasında -kapitalist toplumlarda görülen- uçurum da doldurulmuştur.

Ancak, sosyalizm -çokça sanıldığı gibi- yüzeysel bir eşitçilik demek değildir. Sosyalist bir rejimde de, emeğin çeşitli biçimleri arasında bir katkı farkı olduğu kabul edilir. Orada da, bir işçinin, bir mühendisin, bir opera sanatçısının topluma verdiklerinin birbirinden farklı şeyler olduğu ve böylece emeklerinin farklı biçimde karşılanması gerektiğine inanılır.

İşte bu farklılıklar, ücret ve gelirler arasındaki farklılığı da ortaya çıkarmaktadır doğal olarak.

Ne var ki, bu farklılıklar da birtakım sınırlamalara bağlıdır:


  • Spekülasyon yoluyla kazanç olası değildir. Çünkü, Sovyetler Birliği'nde ne borsa ne de tahvil piyasası vardır. Tek yatırım, olsa olsa, devlet istikrarları için olabilir.

  • Genellikle zorunlu gereksinme maddelerinin fiyatları düşük, onun dışında kalanların fiyatları ise yüksek tutulmuştur. Böylece, herkes kısa dönemde zorunlu gereksinmelerini karşıladığına ve onun dışında kalanların satın alınması da büyük tasarrufları gerektirdiğine göre, bir yerde aileler için para biriktirmek büyük bir önem taşımamaktadır.

  • Son olarak, bireyin sosyal planda yükselme olanakları, -özellikle herkese açık eğitim örgütü ile- en geniş ölçülere vardırmıştır. Bir işçi ya da köylü çocuğu -kapitalist ülkelerde olduğundan çok daha kolaylıkla- bir teknisyen, bir mühendis, bir profesör... olabilir. Öte yandan, çalışma yöntemlerinin sürekli olarak geliştirilmesi, otomatizasyonun ilerlemesinin daha alt düzeyde olan görevleri gitgide en aza indireceği ve gerçek eşitliğe yaklaştıracağı söylenmektedir.

Özetlemek gerekirse, 1917 öncesinin aşılmaz duvarlarla bölünmüş toplumundan sınıfsız bir topluma geçiş, Sovyetler Birliği'nde güç ve nazik sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bu sorunların -çeşitli çabalara karşın- bugün de bütünüyle çözülmüş olduğu söylenemez.

Ama 1917'den bu yana çok büyük mesafeler alındığı da bir gerçektir. Sosyalizm, halkın yaşama düzeyini gitgide yükselterek, konut, sağlık ve eğitim gibi temel yaşamsal sorunları -büyük ölçüde- çözerek kapitalizme olan üstünlüğünü tanıtlamıştır.

Halkın yaşama düzeyi yükselmekle Sovyetlerin burju- valaşacağı ya da burjuvalaştığı hakkında ileri sürülenler -ilke olarak- yanlıştır. Yaşama düzeyi yükselmekle burju- valaşmak arasında bir ilişki kurmaya olanak olmasa gerekir. Gerçi, Sovyetler Birliği'nde, "bürokratlar" ve "teknokratlar" diye adlandırılan, -halk çoğunluğuna oranla- daha refah içinde bir "azınlık" görülmektedir. Ancak bunların refahı -her şeye karşın- kişisel yetenekleri ve topluma yaptıkları hizmetle orantılıdır. Ayrıca, herhangi bir ayrıcalıkları, hukuksal ya da iktisadi bir üstünlükleri olmadığı için sınıf sayılmazlar.

Aile, kadın ve çocuk

1917 Ekim Devrimi'nden hemen sonra, -çeşitli etkilerle- aile kurumu parçalanır hale geldi: Bir yandan, bütün baskıların ortadan kaldırılmasını ve "özgür aşk"ı savunan bazı anarşistler, öte yandan toplumun içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal koşullar, aileyi bir süre sarstı ve hırpaladı. Evlenme ve boşanma işleri -olabildiğince- yalınlaştırıldı. Çocuk aldırmak -bazı koşullarda- serbest bırakıldı.

Ne var ki, koşullar iyileştikçe, ailenin güçlendirilmesine çalışıldı: 1936'da çocuk düşürmek yasaklandı ve aynı zamanda gebe kadınlara devletin ilgisi ve yardımı artmaya başladı. Ana-baba, çocuk üzerinde bakım ve özen hakkını elde ediyordu; baba da bir "sosyal eğitici" idi.

1944 yılında aile ile ilgili olarak çıkarılan bir kanun, evlenme kurumuna yeniden büyük değer veriyor. Ama evlenme dışı doğan çocuk ve anası da maddi ve manevi olarak korunmakta ve yardım görmektedir.

Sovyet rejiminin ilk yaptığı şeylerden biri, kadını bütünüyle bağımsız hale getirmek olmuştur.

Kadına, yalnız siyasal ve medeni haklar tanınmakla kalınmamış, toplum yaşamıyla bütünleşmesi sağlanmıştır onun.

Kadın, aynı zamanda, bütün üretim faaliyetlerine katılmaktadır: Kadınlar, kolhozlarda, tarımsal yaşamda çok etkin bir rol oynadıkları gibi, maden sanayiinde çalışanların -aşağı yukarı- % 30'u kadınlardan oluşmaktadır. Bu, sanayi kapitalizminin ilk zamanlarında olduğu gibi iktisadi zorunlulukların ve sömürülmenin değil, doğrudan doğruya kadının bağımsızlığının bir sonucu.

Sovyetler Birliği'nde, büyük bir nüfus artışı vardır.

Başta, doğumlardaki fazlalıktan ileri geliyor bu. Çocuk, devletin doğumevlerinde doğar. Buraları parasızdır. Kadın, çifte bir role sahip olduğundan, yani hem "üretici",

hem "ana" olarak görüldüğünden, doğan çocuğun bakımına, pek çok sayıda kreş ve çocuk bahçeleriyle devlet, büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. Kreş ve çocuk bahçeleri kentlerden köylere, kolhozlara değin yayılmıştır.

Dört beş yaşma değin kreşlerde büyütülen çocuklar, okul çağma dek çocuk bahçelerinde vakit geçirirler.

Sovyetler Birliği'nde, bütün sosyalist ülkelerde olduğu gibi, çocuk birinci planda gelir. Ayrıcalıkların kaldırılmış olduğu bir toplumda, belki tek ayrıcalıklı kişidir o.

Çünkü çocuk, ana-babanm değil, toplumun malıdır daha çok.

Bütün bir gelecek yatmaktadır onda.

Toplumun üzerine titreyişi de bu yüzden.

Eğitim ve bilimsel araştırma

Çarlık Rusyası'nda çocukların ve yetişkinlerin hemen hemen beşte dördü okumak olanaklarından yoksundu. Rusya'da yapılan 1897 genel nüfus sayımına göre, dokuz yaşında ve daha yukarı yaşta olup da okuma yazma bilmeyenlerin oranı, nüfusun % 76'sını buluyordu.

Kadınlarda % 88'e yükseliyordu bu oran.

Ekim Devrimi'nden sonra, eğitim sorununa, rejimin gelişmesi ve sağlamlaşmasında doğrudan katkısı olan bir sorun olarak bakıldı. 1920'lerde Lenin şöyle diyordu: "Bir anlamda, komünist toplumu yaratmak görevi gerçekten gençliğe düşecektir." Öte yandan iktisadi hamle ve gelişme, eğitimin yayılmasını zorunlu kılıyordu.

Bugün, Sovyetler Birliği'nde okuma yazma bilmeyen tek insan kalmamıştır.

Eğitim tamamıyla "laik"tir. Okullarda dinsel eğitimi, anayasa açıkça yasaklamıştır. Eğitim -14 yaşına değin- parasızdır da. Özellikle yükseköğretimde, geniş bir burs sistemi uygulanır. Üniversite öğrencilerinin halen dörtte üçü devletten para yardımı görmektedir. Bunun gibi, üniversite öğrencilerinin hemen hemen yarısı işçi ve köylü çocuğudur.

Asıl dikkati çeken de bu galiba.

Lenin, iktidarı ele geçirdikten 5 ay sonra, yani 1918 Ni-

sanı'nda, ünlü "Bilimsel ve teknik çalışmalar için bir plan taslağı" kaleme alır. Bu taslakta, bilimin üretimle sıkı bir işbirliği içinde gelişmesinin yollarını çizer. Bu anlayışla ele alınan bilimsel gelişme, Sovyet iktidarının -kuruluşundan bu yana- en önem verdiği sorunlardan biri olmuştur.

Bunu rakamlarla göstermek olası.

1914'te Çarlık Rusyası'nda, bilimsel araştırıcıların sayısı 10.200 idi; bu rakam, 1940'ta 98.300'ü, 1986'da ise 711.000'i bulmuştur. Sovyetler Birliği'nde yalnız fizik ve matematik alanlarında çalışan bilimsel araştırmacıların sayısı 60.000'den fazladır.

1966'da 16.600 bilimler doktoru (bizdeki profesör karşılığıdır. Bunlardan kimi yalnız bilimsel araştırma işlerinde çalışır, kimi üniversitelerde öğretim üyeliği yapar. Her iki işi birlikte yapanlar da olur); 152.300 bilimler doktoru adayı (bizde doçent karşılığı) vardı. Bunların dışında, araştırma merkezlerinde ve yükseköğretim kuramlarında, halen 90.000'den fazla asistan çalışmaktadır. Bugün, yeryüzündeki her dört araştırıcıdan biri Sovyetler Birliği'nde bulunmaktadır.

Kadınlar, Sovyetler Birliği'ndeki araştırıcıların % 40'ını oluşturur; içlerinde binden fazlası, Bilimler Akademisi üyesi ve üniversite profesörüdür.

1914'te bilimsel araştırma merkezlerinin sayısı 289'du; bu rakam, 1940'ta 1.821'e ve 1965'te 4.724'e yükselmiştir.

Bilimin gelişmesi için devletin ayırdığı meblağ, 1943'te 113 milyon ruble (1 ruble aşağı yukarı 1 dolardır), 1950'de 524 milyon ruble ve 1955'te 4 milyar 265 milyon rubledir.

1917'de Bilimler Akademisi'ne bağlı 52 araştırma merkezi vardı; bunlarda, 45'i akademisyen olmak üzere, 154 araştırıcı çalışıyordu. 1965 sonunda ise, Akademi'ye bağlı araştırma merkezlerinin sayısı 193'e, araştırıcıların sayısı da -538'i Akademi üyesi olmak üzere- 25.000'e yükselmiştir.

Devrimden önce araştırma merkezleri, Petersburg'da ve Moskova'da toplanmıştı; oysa bugün bütün Sovyetler Birliği'ne yayılmıştır bu merkezler.

Din sorunu

Marksizmle din uzlaşamaz.

Öyle olduğu içindir ki, daha 1919'un Ocak ayında, Sovyet rejimi bu konuda kesin tavrını almış, devletle kiliseyi birbirinden ayırarak, yurttaşları da istedikleri dine inanmakta -ya da inanmamakta- serbest bırakmıştı. Ne var ki, uygulamada, Çarlık rejimini tutan bir kısım ruhban sert yaptırımlarla karşılaşırken, "Militan Tanrıtanımazlar Demeği"nin öncülüğünde yoğun bir din aleyhtarı propaganda yürütülmüştür.

Olaylar, 1924'ten başlayarak normale dönmüş, 1929 yılında, bir dine inananların toplantı ve dernek kurmaları kabul edilmiştir. 1936 tarihli anayasaya da bu konuda şu hüküm konulmuştur: "Yurttaşlara vicdan özgürlüğü sağlamak için, Sovyetler Birliği'nde Kilise ile devlet birbirinden ayrılmıştır; dinsel ayin ve ibadette bulunma özgürlüğü ile din aleyhtarı propaganda özgürlüğü bütün yurttaşlara tanınmıştır."

1943 yılında Ortodoks Kilisesi'nin kendisine bir patrik seçmesine ve ruhani meclis kurmasına müsaade edilmiştir. Bugün, Kilise ile devlet arasındaki ilişkileri özel bir kurul düzenler.

Yeni 1977 Anayasası da, dinle ilgili olarak şu hükmü koymaktadır: "Sovyetler Birliği yurttaşlarının vicdan özgürlüğü, yani herhangi bir dine inanma ya da hiçbir dine inanmama, dinsel gereksinmelerini yerine getirme ya da tanrıtanımaz propaganda yapma hakkı güvence altındadır. Dinsel inanışlar dolayısıyla düşmanlık ve nefret uyandırmak yasaktır" (m. 52). Ve eklemektedir: "Sovyetler Birliği'nde kilise devletten ve okul kiliseden ayrıdır."

Denebilir ki, bugün, Sovyetler Birliği'nde, din bireylerin kendilerine ait "özel bir sorun"dan başka bir şey değildir.

EDEBİYAT VE SANAT



Sosyalist kültürün doğuşu ve dayanakları

Bütün bu Rus edebiyatında çokça rastlanan bir Slav tipi vardır: Yarı-gerçekçi, yarı-uzlaşmaz, duruksun, yeltek,

çok kez eyleme pek yanaşmayan bir tip...

Ne var ki, 1917'lere gelirken, iktisadi ve sosyal gelişmeler bu tipi hayli değişikliklere uğratmıştı. Ama asıl 1917 Ekim Devrimi'dir ki, bu tipin yaşadığı koşulları altüst eder ve onu daha köklü biçimde değiştirir. Nasıl Fransız- lar 1789'la yeni bir dünyaya girmişlerse, 1917'de de Rus insanı yeni bir dünyaya girmiştir: İç savaşın çetin yılları, sosyalizmin kuruluşu, sonra yeniden savaş, -acının ve ıstırabın payı ne denli büyük olursa olsun- her biri başarıyla biten bütün bu olaylar, yeni bir insan tipini de biçimlendiriyordu beraberinde.

Marx ve Engels, daha 1848'de, Komünist Parti Manifes- tosu'nda, "Emekçilerin yurdu yoktur" diyorlardı. Sosyalizm, Rusya'yı, başta Sovyet emekçileri bir yurt yapmıştı. Bu "Sovyet yurtseverliği"ni büyük şair Mayakovski, daha ihtilal döneminde selamlar ve alkışlar. Özellikle II. Dünya Savaşı'nda faşizmin istilası ve o istilaya karşı kazanılan büyük zafer, bu yurtseverliği daha da güçlendirmiştir. Hele Sovyet tekniğinin, uzay çapında fetihleri gerçekleştirmesi, Sovyet insanında gururu ve rejime bağlılığı daha da artırmaktadır.

Bütün bu gelişmeler, yeni bir ahlakı, kişiyi kendinden önce toplumu düşünmeye yönelten, emeği yücelten ve gerektiği yerde özveriye götüren bir "Sovyet ahlakı"nı da oluşturdu.

Bu gelişmeler, aynı zamanda yeni bir kültürü de geliştirdi. Bu kültür, geçmişi yadsımaz, zorunlu olarak sosyal amaçlara yönelmiştir. Ve bu yeni kültür anlayışı içinde, edebiyat, Lenin'in deyimiyle "ulusal bilincin aynası" olmuştur: Şiir ve özellikle roman, uzun zaman devrimin temalarını, sosyalizmin kuruluşunu işlemişler, 1945'lerden sonra da savaşı ve sonuçlarını ele almışlar ve bugün de almaktadırlar. 1932 yılından beri kullanılan bir deyimle, "sosyalist gerçekçilik", -zaman zaman hayli dar bir biçimde yorumlanmış da olsa- özellikle romanda büyük eserlerin ortaya çıkışını hazırlamıştır.

Nedir "sosyalist gerçekçilik"?

Sovyetler Birliği'nde doğduğu ve daha sonra diğer sosyalist ülkelerde geliştirildiği biçimiyle, sosyalist gerçekçi-

lik, "sanat için sanat" anlayışına, biçimciliğe, soyuta ve izlenimciliğe karşı çıkar ve ulusal sanata, halk sanatına, folklora yönelir. Bir başka deyimle, sanat, "sosyal bi- linç"in bir biçimi, bir öğretim aracı, "içeriğiyle proletarya- cı, biçimiyle ulusal" olur.

Sosyalist gerçekçiliğin kaynaklan, Rusya'da, 19. yüzyılda, Bielinski, Çernişevski, Herzen, Plekhanov'a değin uzanır. Ama onun en ateşli savunucularından biri Maksim Gorki oldu. A. Jdanov, bu görüşü özel olarak işledi.

Ama hayli darlaştırdı da bunu yaparken.

Sosyalist gerçekçilik, özellikle sanat ve kültür kavramlarına, sosyal ve iktisadi altyapıya ve bu yapının gelişmesiyle ortaya çıkan çelişkileri yansıtan birer üstyapı kurumu olarak bakan Marksist görüşe sıkı sıkıya bağlıdır.

Sosyalist gerçekçilik anlayışının bir sonucu olarak, örneğin resim, sanat kaygısının yanı sıra, büyük halk kitlelerini aydınlatmak ve eğitmek amacını gütmüştür. Kapalı (hermetique) edebiyat mahkûm edilmiş; soyut sanata karşı çıkılmıştır (örneğin Picasso, Matisse, "biçimci" olarak karşılanmıştır). Bunun gibi çetin müzik de saldırıya uğramıştır (Prokofiev ve Şostakoviç de bu saldırıya uğrayanlardandır). Ancak son yıllarda bütün bu alanlarda bir yumuşama açıkça göze çarpmaktadır. Bundan yararlanan bir "genç ressam kuşağı" büyük bir gelecek vaat ediyor.

Sovyetler Birliği'nde açıkça bir kitle sanatı olan sinemada, gerçekten de eserler ortaya konmuştur ve bugün de konmaktadır. Lenin, "sinema, sanatlar arasında en fazla işimize yarayacak olandır" diyordu. Bu alanda da büyük tarihsel ve siyasal oluşumları yansıtan bir dönemden -örneğin Ayzenştayn'm filmleri bu dönemin temsilcileridir-, insani görünüşü ele alan bir döneme geçilmiştir.

Edebiyat

1917'den önce, Rusya'da, büyük bir "gerçekçilik geleneği" kurulmuştu.

Bütün bir 19. yüzyıl boyunca, Rus edebiyatının büyük

adları, Cogol, Gonçarov, Sçedrin, Ostrovski, Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gorki ve daha başkaları gerçekçiliğin şaheserlerini ortaya koydular.

Şiirde de öyle.

19. yüzyılın, PuşkinTe Lermontov'dan sonra en büyük şairi olan Nekrasov'da doğrudan doğruya halk vardır.

Savaş, Çarlığın yıkılması ve sosyalizmin iktidara gelmesi, edebiyatı -ister istemez- etkiledi. Gerçi ünlü bazı yazarlar göçtü, bazıları da sustu. Ama buna karşılık, bütün güçleriyle devrimi dileyenler yeni edebiyata sağlam kadrolar kazandırmak için didindi durdular.

Gorki'nin oynadığı rol bu bakımdan pek önemli olmuştur.

Etkin ve içten bir devrimci olan Maksim Gorki, romanlarında olduğunca, sahne eserlerinde de, Ekim Devrimi öncesi ve sonrasının sosyal yaşamını, tarihsel dönüşümleri kapsayan süreci içinde, "çok yönlü" ve "dramatik" bir üslup ile yansıtmıştır. Yalnız sanayi emekçileriyle köylüler arasındaki devrimci kaynaşmayı göstermekle kalmamış, büyük ve küçük burjuvazinin, iııtelligeııtsia'mn o çağdaki geniş bir tablosunu çizmiştir.

Devrim öncesi Rusya'nın "İnsanlık Komedyasıdır yazdığı onun.

Ne var ki, Gorki, yeni Sovyet insanının gelişimini sezdi ve gördü, ama tipik Sovyet insanını betimlemek olanağını bulamadı. Bunu, onun ölümü sırasında yetişmekte olan Ehrenburg, Simonov, Polevov, Şolohov gibi -çok boyutlu- yazarlar gerçekleştireceklerdir sonradan...2

Devrimin ateşli şiirini Mayakovski (1893-1930) yazdı. Devrimin en büyük ozanı gerçekten o'dur. "Pugaçev İsya- nT'nı destanlaştıran genç Yessenin (1895-1925), şiirin, o sıralarda bir başka büyük adıdır. Lirik şiirler yazan Boris Pasternak, sonra bir roman verecektir: Doktor Jivago. Usdı- şı şiirleriyle Vladimir Klebnikov'u (1885-1922) da unutmamalı.

Doğmakta olan sosyalist edebiyatın ilk büyük yazarla- Zühtü Bayar, "Gorki ile Lukacs", Yeni Ortanı, 19 Mart 1973.

rı iç savaşta yetiştiler ve savaşı izlediler: İvanov (Zırhlı Tren) ve Babel (Kızıl Süvari), eserlerini cephede kaleme aldılar; Furmanov ve Fadeyevz (Çapayev), savaşta görevlerinin bilincine varmış tipler çizdiler; on yıl sonra Şolohov, iç savaştan bir büyük tablo yaratacaktır: Ve Durgun Akardı Don.

1925-1930 yılları, Sovyet edebiyatı için bir dönüm noktası olur. İlk beş yıllık plan bireylere, ülkenin kalkınmasında bir görev yüklüyordu. Yazarlar da bu görevden kaçınmadılar; gerek nazım gerek nesir olarak, ülkenin harcadığı dev çabayı yansıtmaya çalıştılar. Birçok yazar, kendilerine bir fabrika, bir şantiye, bir tarım alanı seçerek buralarda çalışanları övdüler. Sonuçta belgesel değeri çok yüksek -ve belli bir edebî değeri de olan- eserler verildi: Glad- gov'un Çimento'su, Şaginyan'ın romanları...

Bunun gibi, Kateyev'in komedileri büyük başarı kazandı.

Edebiyat ve sanatta yeni görüş, "sosyalist gerçekçilik", işte bu sıralarda doğmaya ve gelişmeye başlar. Stalin, 1934'te, yazarları, "insan ruhunun mühendisleri" olarak ilan eder. İnsanlar ve olaylar, gerçi içtenlikle, ama biraz da Ortodoks bir anlayışla ele alınacaktır.

II. Dünya Savaşı başlarken, Sovyet edebiyatında büyük adlar belli olmuştur: A. Tolstoy, İlya Ehrenburg, Leonid Leonov, A. Fadeyev, M. Şolohov, N. Ostrovski...

II. Dünya Savaşı'nm yaklaşmasıyla, yurt düşüncesi, yurtseverlik yeniden ön plana çıkar. Yazarlar, faşizmin istila ettiği bölgelerdeki yaşamı ve savaşanların unutulmaz direnişini anlatarak askerlerin ve halkın moralini yükselttiler. O savaş sırasında ortaya çıkan büyük yazar Simonov olmuştur. II. Dünya Savaşı'ndan sonra yeni adlar da kendini gösterecektir: Fedin, Agayev, Babayevski...

1955 tarihli Sovyet Yazarlar Kongresi ile 1936 yılındaki Komünist Parti 20. Kongresi, edebiyatta çeşitli eğilimleri, yeni açılışları haber verir. Sosyalist gerçekçilik üstüne tartışmalar sürer; ama Jdanov'un kuralları da geçerli olmaktan çıkmıştır. Yeni yazarlar, yeni şairler çıkar ortaya.

Romanda bir Soljenitsin, şiirde bir Yevtuşenko ve daha başkaları...

Sovyet edebiyatında sivrilenler yalnız Slav ırkından olanlar değil kuşkusuz. Slav olmayan öteki Sovyet halkları da büyük şair ve yazarlar yetiştirmiştir: Kırgız Cumhuriyetinden bir Cengiz Aytmatov, yalnız Sovyetler Birliğinde değil, bütün dünyada ünlü. AzerbaycanlI Resul Rıza, Sovyetler Birliğinin en büyük şairleri arasında anılır.

Gerçekten de büyük bir şairdir o.

Sanat

Rusya'da sanat, 10. yüzyıldan Büyük Petro'ya değin, özellikle Bizans'ın, Hıristiyanlığın ve geleneklerin etkisin- dedir. 1700'lere doğru, siyasette olduğu gibi sanatta da, -hemen hiçbir yerde eşine rastlanmayan- büyük değişiklikler başlar. Dinden kopan sanat, gerçekçi bir görünüş alır.

Ve Batı Avrupa biçimlerine bağlanır giderek.

1917 Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği'nde sanat yaşamının bütünüyle değişmesine yol açtı. Dışarıyla ilişkisini kesen ülke, yüzyılın başında birçok Rus sanatçısının da benimsediği estetik öğretilerin dışında kaldı. Devrimcilerin bir süre desteklediği genç yenilikçiler (Kandinskiy, Chagall, Maleviç, Pevsner, Arşipenko... vb.) daha Lenin'in ölümünden önce Sovyetler Birliği'nde eserlerini sergilemekten vazgeçtiler.

Fransa'ya ya da Birleşik Amerika'ya göçtüler.

Yeni toplumda, sanatçının göreviyle geleneksel sanat anlayışı bağdaşmıyordu: Sanatçının rolü, yeni bir dünyanın kurulmasına katılmak, eğitici, inandırıcı ve yararlı olmaktı. Bireycilikle kolektivizm arasındaki temel ideolojik uyuşmazlığın, sanat alanında da kendisini göstermemesi olanaksızdı.

Ne var ki, gelişme ve evrim, -araç ve gerece doğrudan doğruya bağlı olan- mimarlık ve şehircilik alanında en belirli biçimde kendini gösterdi.

Başka yerlerde özel yapılara kurban edilen şehircilik, Sovyetler Birliği'nde tartışılmaz bir biçimde gelişti. 1933'ten sonra mimarlık eğitimi yeniden örgütlendirildi. Daha bilimsel bir hal aldı ve Güzel Sanatlar Akademisi'- nin öğretiminden ayrıldı. Sovyet mimar-mühendisleri, rasyonel inşaat yöntemleri uyguladılar; birçok yeni kentler, Moskova çevresinde ve Sibirya'nın en uzak illerinde uydu kentler kurdular. 1954-1957 yıllarından beri mesken programlarının genişlemesi ve geçmiştekinden daha iddialı binaların yapılması, sanayileşmiş mimarlığın ilerlemesine yol açtı. Aynı zamanda, şehircilik anlayışı değişerek, sokaklara sırayla dizilmiş binaların yerini ara yollarla çevre yollarına bağlanan bahçeli ev toplulukları aldı.

Yeni rejim, resim ve heykelde de, ulusal sanat geleneklerini geliştirme yolunda, birçok büyük eserin ortaya çıkmasına olanak hazırlayan koşullar yaratmıştır. Bu eserler, bugün yalnız Sovyetler Birliği'nde değil, onun dışında da beğenilmekte ve takdir edilmektedir. Örneğin, yaratıcılıkları, Sovyet görsel sanatlarının daha sonraki gelişmesine de yardımcı olan Korin, Deyneka, Favorski, Nesterov, Konçalevski gibi ressamlar, Ermenistan ressamlarından Kılıçev, AzerbaycanlI sanatçı Salahov, Özbekistanlı sanatçı Tansıbay ve daha birçok sanatçı bu gelişme ve oluşuma katılmışlardır.

Özetlemek gerekirse, Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği'nin tüm halklarının sanatlarına çok yönlü ve gür bir gelişme olanağı sağlanmıştır.



Müzik

19. yüzyıldan önce, Rusya'nın, üstünde önemle durulacak, kendine özgü bir sanat müziği yoktu. İtalyan ve Fransız operacıları, Alman konser müzikçileri Rusya'nın müzik yaşamını dışarıdan besler dururlardı.

Napolyon savaşlarının etkisiyle uyanan ulusal bilinç, edebiyatta gerçekçi, halka yönelen bir eğilimi geliştirirken, müzikte de Glinka ile Dargomiyski'yi ülkenin halk müziğine yöneltmiştir.

Müzikte, ulusal bir Rus okulu kurmayı başaran besteci diye Glinka (1804-1957) gösterilir. Onun hedefi, Rus halk şarkılarıyla Batı müzik yazısını birleştirmekti.

Ve birleştirmiştir.

Glinka ile Dargomiyski'yi, "Rus Beşleri" adıyla anılan bir bölük besteci izler: Balakirev (1837-1910), Cesar Cui (1835-1918), Rimski-Korsakof (1844-1908), Musorgski (1839-1881), Borodin (1838-1887).

Beşler öbeğinin çok daha seçkin bir çağdaşı Çaykovski (1840-1893), Rus milliciliğini yansıtmayan, yabancı eğilimlerin, özellikle Alman etkisinin simgesi bir besteci olarak gösterilir.

Rus olmaktan çok Avrupalıdır o!

Ekim Devrimi'nden sonra, müziği halka indirmek isteği, halkın anlamayacağı sanılan deneyimlere bir bakıma set çekmiş, Sovyet bestecilerinin araştırıcı çalışmalarını -bir ölçüde- engellemiştir doğrusu. Bununla beraber, Sov- yetlerin ileri gelen bestecilerinde, yaratışın önüne çıkarılan bazı engellerin dışına doğru taşma istekleri de görülmektedir.

Çağdaş Sovyet bestecileri arasında ilk akla gelen büyük adlar şunlardır: Sergey Prokofiyef (1891-1953), unutulmaz Leningrad Senfonisi'nin bestecisi Dimitri Şostakoviç (1906-1975), Nikolai Miyaskovski (1881-1950). Eserlerinde bir yandan Ermeni halk müziğini, öte yandan Çay- kovski'ye bağlanan Rus romantizmi geleneğini yansıtan Aram Haçaturyan (1903-1978) bütün dünyada haklı bir ün kazanmıştır.



Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə