Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə22/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   46

Ama her şeye karşın, bu tür ülkelerde, ordunun "ilerici" rolünü fazla abartmamak da gerekir. Böyle bir rolün oynanmadığı, tersine "tutucu", giderek "faşist" bir rol oynadığı da çok görülmüştür.

Özellikle Latin Amerika'da olanlar, bunun belirgin bir örneğidir.

Azgelişmiş ülkelerde görünüşte var olan demokratik kurumlara karşın "seçim"lerin yurttaş oylarını ne ölçüde yansıttığı, araya birtakım etkilerin girip girmediği üzerinde düşünülebilir. Şurası açıktır ki, bu tür ülkelerde seçim mekanizması ve parlamentonun varlığı, demokratik yönetim için yeter değildir. Anayasalardaki parlak ifadelere karşın, "uygulama"lar hiç de tam anlamıyla demokratik bir nitelik taşımamaktadır. Bu farklılığın da azgelişmiş ülkelerin sosyal yapılarına has özelliklerinden doğduğu artık bilinen bir gerçektir.

DAHA ÇOK BİLGİ

Y. Lacoste, Azgelişmiş Ülkeler (çev. Y. Gürbüz), İstanbul.

Y. Lacoste, Sınıf Açısından Azgelişmişlik (çev. S. Avcıoğlu), İstanbul, 1966.

Cavit Orhan Tütengil, Azgelişmenin Sosyolojisi, 3. bası, İstanbul, 1980.

OKUMA


YOKSUL, AMA DEV KENTLER...

2000 yılının dünyası, yeryüzünün yoksul toplumlarmda kentlerin patladığı bir çağ olacaktır. Ne New York ne Paris ve ne de Londra, yakın gelecekte en kalabalık başkentler denince, ilk düşünülen yerler arasında yer alabileceklerdir. Dünya Bankası'nm yaptığı araştırmalara bakılırsa, Meksiko, 31,6 milyon kişilik nüfusuyla 2000 yılının en dev başkenti olmaya şimdiden adaylığını koymuş gibidir. Sao Paulo 26 milyon, Kalküta 19,6 milyon, Rio de Janeiro ya da Bombay ise, 19 milyon kişilik dev metropollar olacaktır. Bir zamanlar üstünde güneşin batmak bilmediği bir imparatorluğa merkezlik etmiş bulunan Londra, bütün bu yoksul dünya başkentlerinin yanında, ancak 12,7 milyon kişinin yaşayabileceği bir kent görünümündedir.I Dünyamn var olan yığılım noktalarını böylesine değiştirme potansiyelini taşıyan olay, Üçüncü Dünya diye de tanımlanan yoksul toplumların uyamşı sürecidir. XX. yüzyıl sona erdiği gün, ortalama nüfus artış beklentilerine göre, yeryüzünün gelişme savaşımındaki genç toplumlannm insan yığınları da 1 milyar kişi daha büyümüş bulunacaktır.

2000 yılında, toplam emek gücü 1 milyar 250 milyon insana ulaşması beklenen genç toplumlarda, kentlerin gerçek sorunu, hem gelir dağılım ve bölüşümünde hem de sosyal hizmetlerde köklü dönüşümlerin başarılabilmesidir. Dünya Bankası'nm önerdiği çözüm, kentlerde, sorunlarına ağırlık verilen grupların öncelikle yoksul kesimler olmasıdır. Başka bir deyişle, geleceğin büyük kentleri, sağlık, eğitim, konut, ulaştırma alanlarında salt varlıklı sınıfları gözeten politikalardan kesinlikle uzak dura- bilmelidirler...

Kuşkusuz, ussal düşünce yoluyla ulaşılan bu modeli yaşama geçirmek, ne uluslararası yapıdan ve ne de söz konusu toplum- ların iç sosyopolitik dinamiklerinden soyutlanabilir. Saf akıl yeryüzüne öylesine kolay biçimde istediği modelleri uygulayabil- seydi, tarihin gittiği yol çok kısa ve kolay olabilirdi. Oysa, bir başka dünya düzeni yaratabilmenin, olağanüstü ağır sınıfsal engelleri ve kurumsal ayakbağları da vardır. Dünyayı değiştirmek için, yeni kentsel uygarlıklarda, yeni bir yığınsal demokrasinin tüm alt ve üstyapılarını kurmak gerekir. Bunun için de, öncelikle, soğuk savaştan devralman yakın geçmişin bütün darboğazlarının birer birer yok edilmesi zorunlulaşıyor. Yanıtın en stratejik düğümü, büyüyen ve dönüşen Üçüncü Dünya'ya, toplumcu bir demokrasinin nasıl yerleştirileceği sorusunda özetlenebilir.

(Ali Gevgilili, "Yoksul, Ama Dev Kentler..."

Milliyet, 23 Ağustos 1979)

SORULAR


  1. "Azgelişmişlik" deyince ne anlaşılır? Belirtileri nelerdir? Hangi etkenler "azgelişmişliği" doğurmuştur? Bu konuda emperyalizmin rolü ne olmuştur?

  2. Azgelişmiş ülkelerde sosyal sınıfların tablosu nedir? Bu tablo, kapitalist ülkelerin sosyal sınıflar tablosundan hangi noktalarda farklılıklar gösterir? Niçin?

  3. Azgelişmiş ülkelerde siyasal rejimin özellikleri nelerdir? Siyasal yaşamda ne gibi eğilimler ve kurumlar ağır basmaktadır?

  4. Azgelişmiş ülkelerde "kentlerin patlaması" olayı deyince ne anlaşılır? Bu ülkelerde kentlerin gerçek sorunları nelerdir? Bu sorunların üstesinden nasıl bir demokrasi gelebilir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

BÖLÜM II

KALKINMA VE BAĞIMSIZLIK

Bir azgelişmiş ülkenin en başta gelen özelliği büyük dengesizlikler ve çelişmeler ülkesi olması. Bütün bu dengesizlik ve çelişmeler ise, çözülmesi -olanaksız değilse de- çok güç sorunlar ortaya çıkartmakta. Bu sorunlar iktisadi, sosyal ve kültürel sorunlardır ve hepsi de iç içedir.

Ama bütün bu sorunların çözümü, asıl temel bir sorunun çözümüne bağlıdır ki, o da kalkınma ve bağımsızlık sorunudur.

KALKINMA VE ÖNÜNDEKİ ENGELLER Kalkınmanın anlamı

Özellikle azgelişmiş ülkeler için kalkınma, yalnız iktisadi değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel içeriği olan bir kavramdır. Çünkü azgelişmiş ülkelerin, kapitalist ya da sosyalist ülkelere oranla geride kalışı, yalnız iktisadi planda değil, sosyal ve kültürel plandadır da.

Böylece kalkınma bütün bu alanları kapsıyor zorunlu olarak.

Ne var ki, kalkınmanın temelinde, iktisadi kalkınma yatar. İktisadi bakımdan kalkınmayan bir ülkenin sosyal ve kültürel kalkınmasını yapması olanaksızdır. Sosyal ve kültürel alanlardaki kalkınma, iktisadi kalkınmayı da beraberinde getirmez. Kalkınma treninin lokomotifi "iktisadi" dir. O götürür sosyal ve kültürel gelişmeyi arkasından.

Nedir iktisadi kalkınma?

İktisadi kalkınma, başta sanayileşme demektir.

İktisadi kalkınma ile sanayileşmek, bir bakıma eşanlamlıdır. Kapitalist olsun, sosyalist olsun bütün "ileri" toplumlar, kalkınmalarını en başta sanayileşerek gerçek-

leştirmişlerdir. O toplumlara bugün aynı zamanda "sanayi toplumu" derken, sanayinin önemi kendiliğinden belirmiş olur. Böylece, içinde yaşadığımız dünyada gerçekten ileri bir toplum düzeyine varmanın yolu sanayileşmektir.

Sanayi, en başta ağır sanayi demektir. Ağır sanayi ise makine yapan makine sanayiidir.

Ağır sanayide bugün öncü kesim de, motor ve donanını sanayiidir. Bir toplumda, sanayinin yapısında dinamik gelişmeleri, ancak, ağır sanayi fabrikaları, makine ve donanım tesisleri sağlar. Bir toplumda gerçek teknolojiyi yaratan sanayi kesimleri, işte bu kesimlerdir. Sanayide, giderek toplum olarak, "dışa bağlılığın zincirleri"ni kıran da yine bu kesimlerdir.

Ancak, "kalkınma nedir" sorusunu yanıtlarken, bütün bu söylediklerimiz doğru olmakla beraber, çok önemli bir noktayı da gözden uzak tutmamalıdır: Gerçekten, bir kısım iktisatçılara göre, kalkınma "ekonomik büyüme" ile eşanlamlıdır. Yani ulusal geliri yüksek, üretim hacmi fazla, zengin, sanayileşmiş toplumlar kalkınmıştır. Buna göre, ulusal gelirdeki artışlar, üretimdeki artışlar, dışalımlarla dışsatımlardaki artışlar, fabrika sayısındaki artışlar, hep kalkınmanın belirtileridir.

Ne var ki, bir yandan rakamlar, öte yandan da kalkınmayı yalnızca göstergelerin büyüklüğüne bağlama yanıltıcıdır. Kalkınmanın tek doğru tanımı vardır. Rakam oyunlarıyla çarpıtılamayacak olan, tek bir sınıfın değil, toplumun kalkınması anlamına gelen, kalkınmanın asıl hedefi olan "insan"t makinelere ve maddeye feda etmeyen ya da geniş emekçi kitleleri bir azınlığın çıkarlarına feda etmeyen tek bir doğru tanım... O da şudur:

Kalkınma, insanı hedef alan bir biçimde, üretici güçlerin alabildiğine gelişmesi, emek verimliliğinin buna bağlı olarak artması ve bunun sonucunda da insanın daha insanca ve doğaya daha fazla egemen olarak yaşayabilmesidir.

Ne demektir üretici güçlerin gelişmesi?

Doğaldır ki, yalnızca üretim araçlarının, teknolojinin

gelişmesiyle sınırlı bir kavram değildir bıı. Üretici güçler kavramı içinde "insan", insanın bilgisi, hüneri, aklı ve yaratıcılığı da vardır. Böyle olunca da, üretici güçlerin alabildiğine gelişmesi olarak tanımlanacak kalkınma, bir yerde insanın alabildiğine gelişmesinden başka bir şey değildir.

Kalkınma, yalnız insanlar içindir. "Soyut", havada bir hedefi olamaz kalkınmanın. Böyle bir hedefi varmış gibi göründüğü anda, aslında tek bir sınıfın, sermaye sahibi sınıfın çıkarları doğrultusunda bir kalkınmadır söz konusu edilen.

Kısaca "bir" sınıfın kalkındırılmasıdır bu...

İnsanın alabildiğine ezildiği bir kalkınma modeli, 19. yüzyılın modeliydi. 20. yüzyılın son çeyreğinde, bu model, geçerliğini artık kesin olarak yitirmiştir. "Önce kalkınma, sonra insan" formülü bir aldatmacadan başka bir şey değildir bugün. Özellikle, emekçi kitlelerin de hak ettiği payı alamadığı, giderek yalnızca toplumun dar bir kesiminin sebeplendiği bir kalkınma, artık üretici güçleri gerçekten geliştirici olamaz. Emeğin verimliliğini artırmakta geri kalır.

"İnsan"ı hiçe saydığı için de duraklamaya mahkûmdur.

Sanayileşmenin önündeki engel: Emperyalizm ve yeni sömürgecilik

Azgelişmiş ülkeleri, bugün gerçek anlamıyla sanayileşmekten alıkoyan en başta emperyalizm ve özellikle onun yeni sömürgecilik politikasıdır. Emperyalizmin ve yabancı sermayenin sömürü mekanizması ise, son yıllarda, eskisinden farklı biçimlere bürünmüş bulunmaktadır. Bu yeni sömürme yolları, özellikle "montaj sanayii" ve "patent sömürüsü"nden geçmektedir.

Nedir montaj sanayii denen şey?

Emperyalist sömürünün yeni biçimlerinden biri olan "montaj sanayii" şudur: Emperyalist ülkeler, kendi ülkelerinde belli mamulleri baştan sona imal etmek ve sonra da yarı-sömürge durumundaki ülkelere satmak yolunu -bazı sanayi kollarında- artık terk etmeye başlamışlardır.

Şöyle ki, emperyalist ülke, sanayi yatırımım bizzat sömürülen ülkede yaparak, geri kalmış ülkede çok daha ucuz el emeği sağlamakta ve dolayısıyla maliyeti düşürmektedir. Emperyalist ülke, bu yolda, ekonomisi için artık yük olmaya başlamış bazı yan sanayi kollarını ülkesi dışına çıkarmış, ama yine de denetimi elinden bırakmamış olur. Örneğin, otomobilin donanımını dışarıda yaptırır; fakat motorunu kendisi yapar. Ve asıl önemli olan motor sanayiini kendi elinde tutmakla kontrolü de sağlamış olur. Geri kalmış ülkede, aynı zamanda "tekelci" bir sistem de kurabilmiş ise, yabancı sermayenin sömürü oranı daha da artmış olmaktadır doğal olarak.

Ayrıca, montaj sanayiini kurmak, çeşitli dışalım kayıtlamaları yüzünden mallarını azgelişmiş ülkeye rahatça süremeyen emperyalist ülkelere, azgelişmiş ülke pazarlarını ta içinden fethetme olanağını da vermektedir. Yerli sermayedarlarla ortaklaşa kurdukları montaj fabrikalarının, nasıl olsa hammaddesini (bunlar işlenmemiş hammadde olmayıp, montaj sanayiinin kullanacağı parçalar ya da esas maddeler, yani yine sınai ürünlerdir) yine kendileri dışarıdan sağlamakta, kendi ulaşım araçlarıyla azgelişmiş ülkeye bunları taşımaktadırlar. Böylece, yabancı sermaye, montaj sanayiine yatırdığı parayı çok kısa bir süre içinde çıkarmakta ve kısa zamanda kâra geçerek, kazancını kendi ülkesine serbestçe aktarabilmektedir. Ve üstelik geri kalmış bir ülkeyi, o ülkede göstermelik bir sanayi kurarak sömürmenin psikolojik avantajı da vardır. Yabancılar olsun, onların yerli ortakları olan montaj sanayicileri olsun ve bunların hizmetine koşulmuş politikacılar olsun, bütün bu işbirlikçi sınıf ve tabakalar halka, "Yabancılardan ne istiyorsunuz? Bakın size ekmek kapısı açıyorlar" biçiminde demagoji yapmak olanağını bulabilmektedirler.

Görülüyor ki, montaj sanayii, her şeyiyle kökü dışarıda, ulusal olmayan bir sanayidir. Ve sonuçları bakımından, azgelişmiş bir ülkeyi sanayileştirmesi, giderek kalkındırması şöyle dursun, o ülkenin ulusal bir sanayi kurma olanaklarını da -bütünüyle ortadan kaldırması olasılığı bir yana- en azından engeller.

Azgelişmiş bir ülkede herhangi bir yatırım yapmak gereksinmesini bile duymadığında, emperyalizmin yeğlediği bir başka yol daha vardır: Belli maddelerin üretimi konusunda elde tutulan gizli bir formülü, "patent hakkı" biçiminde -ya da "royalty" denilen başka biçimlerde- azgelişmiş ülkelere satmak. Her yıl -o malın üretimine hiçbir katkıda bulunmadığı halde-, salt patent hakkı ya da royalty yoluyla milyonlarca lirayı kendi ülkelerine aktarır.

Coca-Cola, patent hakkı yoluyla sömürünün tipik örneğidir.

KALKINMANIN ÖTEKİ SORUNLARI VE SOSYAL YAPIDA DEĞİŞİKLİK



Kalkınmanın öteki sorunları

Azgelişmiş ülkelerin kalkınması, tek başına sanayileşme ile de sağlanamaz. Sanayileşmenin yanı sıra tarım sorunlarının, ortaya çıkacak sosyal ve kültürel başka sorunların da birlikte ele alınması gerekmektedir:



  • Sanayileşme, kentleşme ve işgücünün merkezleşmesi ile beraber yürümektedir. Öte yandan beslenme, mesken ve sağlık konuları da önem kazanmaktadır. Bunun yanı sıra, gecekonduların ortaya çıkması, kesinleşen sınıf çelişmeleri, ailedeki gevşemenin artırdığı çocuk suçluluğu, yarı köylü-yarı kentli bir yaşamın ortaya çıkardığı sorunlar dikkatleri çekmektedir.

  • Sanayileşme ile birlikte "köyün sorunları" üzerinde de durulması gerekmektedir.

  • Bir başka sorun da gelirin ve iktidarın bir zümre elinde toplanmasının önlenmesidir: Azgelişmiş ülkelerin çoğunda, o ülkeler için yaşamsal bir değer taşıyan iktisadi kalkınma amacını bir yana bırakarak, yalnızca servet ve ayrıcalıklarının korunmasına ilgi duyan küçük bir azınlık vardır ve iktidarı da onlar ellerinde tutmaktadır.

  • Son olarak, iktisadi gelişmenin sosyal ve kültürel koşulları, kalkınmadaki yeri gözetilerek "insan"m ele alınmasıyla sağlanabilir. Bu da, bir yandan eğitim ve öğretim yoluyla, "kalkınma"ran gerektirdiği nitelikte ve sayıda

"insan"ın yaşama hazırlanması, bir yandan da insan gücü ve bilgi birikiminin iyi bir biçimde kullanılması ile olasıdır.

Sosyal yapıda değişiklik

Yer yer ve zaman zaman birer "çıkmaz" görünüşünü alan bütün bu çetin sorunların çözülmesi zorunluluğu, azgelişmiş ülkeleri, bir başka önemli sorunla karşı karşıya getirmektedir ki, o da sosyal yapı değişikliği sorunudur. Günübirlik önlemlerin, geçici çabaların zaman savurganlığından başka bir şey olmadığı, bugün iyice anlaşılmıştır. Çeşitli yanları ile bir bütün olan azgelişme olayı, ancak bütün kesimlerdeki ahenkli bir atılım ile ortadan kaldırılabilir. Bu durumda, devletin rolü ve görevleri artmakta, iktisadi ve sosyal planlama önem kazanmakta, var olan dengesizlikleri ortadan kaldırmak için çeşitli alanlarda köklü değişiklik gereksinmesi kendini göstermektedir.

Azgelişmiş ülkelerin geçmişiyle ve bugünüyle ilgili bütün bu bilgiler bize şu iki temel gerçeği öğretiyor:


  • Azgelişmiş bir ülke, başta iktisadi bakımdan emperyalizme "bağımlı" bir ülke olup, bu bağımlılık gitgide artmaktadır. Bunun gibi, azgelişmiş ülkeler "kapitalist yol"dan kalkınma olanağım yitirmişlerdir. Bu yolu denedikçe emperyalizme bağımlı kalmaya da mahkûmdurlar.

  • Emperyalizme bağımlılık ve onun bir pazarı olma, siyasal yaşamda da kendini göstermekte, ülke bağımlı hale geldikçe siyasal iktidarların işbirlikçi niteliği artmakta, onların bu niteliği arttıkça da emperyalizmin sızması -aynı oranda- çoğalmaktadır.

Bu iki olay bize bir ülkede ekonomik yapı ile siyasal yapı arasındaki yakın ilişkiyi açık bir biçimde göstermektedir. Bu ilişki azgelişmiş ülkelerde çok daha derindir.

Azgelişmiş bir ülkede, kalkınmanın -aynı zamanda "emperyalizme bağlılık" ile "emperyalizmin işbirlikçilerinin ortadan kaldırılması"na yönelmiş- başlıca programı şu olmak gerekir:



  • Temel sanayi kollarında yabancı sermaye yatırımlarına son vermek ve var olan yabancı sermaye kuruluşlarım da millileştirmek;

  • Emperyalizmin azgelişmiş bir ülke içindeki kolu olan dış ticareti, bankacılığı ve sigortacılığı millileştirmek;

  • Emperyalizmin o azgelişmiş ülkeyi bir daha pazar haline getirmemesi için, devlet öncülüğünde sanayileşme, bunu da merkezî ve buyurucu bir planlamayla gerçekleştirmek;

  • Emperyalizmin azgelişmiş ülkelerin birçoğundaki kolu olan yarı feodal ilişkilere son vererek, büyük köylü kitlelerinin kurtuluşuna olanak sağlayacak bir toprak reformu yapmak.

DAHA ÇOK BİLGİ

Fethi Naci, Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm, 2. Bası, 1966. Fethi Naci, Askerî Darbeler ve Demokrasi, İstanbul, 1966.

Harbi - Rodriguez - Vien, Sosyalizm ve Köylüler (çev. A. Tokatlı), İstanbul.

Osman Nuri Koçtürk, Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Ankara, 1966.

Malawya, Sovyetler Birliği ile Azgelişmiş Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliği (çev. Selahattin Hilav), İstanbul, 1965.

Vasili Vahruşev, Yöntemleri ve Manevraları ile Yeni Sömürgecilik (çev. A. Cemgil), İstanbul, 1978.

]. Woddis, Milliyetçilik ve Enternasyonalizm (çev. A. Koç), İstanbul, 1975.

OKUMA


YOKSUL TOPLUMLAR NEYE
DAYANMALIDIRLAR?


(Sorbonne Üniversitesi'nden Prof. Tibor Mende, özellikle Üçüncü Dünya ekonomileri konusunda çağımızın en ünlü otoritelerinden birisidir. Aşağıdaki ilginç konuşmada Prof. Mende, varlıklı ve yoksul toplumlar çatışmasına ilişkin sorunları ele almaktadır).

- Dünyanın varlıklı ve yoksul ülkeleri arasındaki uçurum her yıl biraz daha büyümektedir. Bu durumu değiştirecek bir çare var mıdır?

MENDE- Bir aldatmaca ve tuzak olan mevcut yardım sistemi ile azgelişmişlik uçurumunun değiştirilmesine imkân yoktur. Zira, dış yardımlardan en büyük çıkarı sağlayanlar, azgelişmiş ülkelerde statükonun temsilcisi olan yönetici üst sınıflardır. iktidardaki bu sınıflar o ülkelere daha önce egemen olan yabancı güçler tarafından kendi isteklerine kolayca uyacakları için güvenilerek bu yere getirilmişlerdir... Tüketim düzeyleri ise toplumun öteki sınıflarının çok üstünde, dolayısıyla dışındadır. Ülkelerinin gübreye ihtiyacı varken bunlar teyp satın alırlar. Çocukları ileri cerrahlık ve yabancı edebiyat öğrenimi görürlerken, gerçekte tarımcılara ihtiyaç vardır. Azgelişmiş ülkeler yeni iş alanları yaratmak zorundadırlar. Fakat gelişmiş ülkelerin sattığı modem teknoloji işsizliği artırmaktadır...

  • Yakın zamanda Dış Yardımdan Yeni Sömürgeciliğe - Başarısızlığın Dersleri adlı bir kitap yayımladınız. "Yeni sömürgeleştirme" terimini neden seçtiniz?

MENDE- Zengin ülkeler ile azgelişmiş ülkelerin yönetici sınıflarının çıkarları öylesine iç içe girmektedir ki, bu olay -belki de hiç istemeksizin- ekonomik bozulmayı devam ettirmekte ve dışa bağlılığı görülmemiş biçimde artırarak durumu yeni bir ekonomik sömürgeleştirmeye benzetmektedir.

  • Dünyanın Kuzey ve Güney yarı küreleri arasındaki ekonomik açık büyümeye devam edecek midir?

MENDE- Birçok durumda evet... Asıl sorun, yapılan yardımın dolar olarak ne miktara eriştiği değil, yardımın türü, nasıl kullanıldığı ve -yardımı alanlara zarar vermek suretiyle- ne kadarının geri alındığıdır.

  • Ne şekilde zarar vererek?

MENDE- Yapılan yardımların çoğu, sözgelişi Racine ya da Shakespeare öğretimi gibi kültürel faaliyetlere gitmektedir. Böylece yöneticilerle yönetimler arasında kültürel farklılık artmaktadır. (Ayrıca) azgelişmiş ülkelerin çoğu ihracat gelirlerinin üçte birini ya da yarısını gelişmiş ülkelere olan borçlarını ödemekte kullanıyor. Beş yıl içinde bir yerden aldıklarını başka yerden vermiş oluyorlar. Bu açık seçik bir saçmalıktır. Ve bütün bu durumda, silahlara harcanan milyarlarca para, azgelişmiş ülkelerin yetiştirdikleri ve ihtiyaçları olan beyinlerin gelişmiş ülkelere göçü, sermayenin gizli banka hesaplarına akışı... gibi terslikler hiç göz önüne alınmamaktadır.

  • Sizce zengin ülkelerin oyun kurallarını değiştirerek azgelişmiş ülkelere kendileriyle mücadele şansı tanımaları için neler gereklidir?

MENDE- Azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkelerin bütün ilişkileri yeniden düşünülmelidir. Sadece cömertlik hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. İki tarafın çıkarlarının bağdaşabileceği de şüphelidir.

  • İki tarafın çıkarları bağdaşamadığına göre ne yapılmalıdır?

MENDE- 97 azgelişmiş ülkeden çok azı gelecekte ümitsiz

durumlarını sürdüreceklerdir. Birçoğu ise yakınlarındaki dev ekonomilere dayanmayı daha uygun bulacaklardır... Komünizm hakkında ne düşünürseniz düşünün -ben kesinlikle komünist değilim- şurası açıktır ki Çin, içinde bulunduğu ekonomik durumdan dış borç yapmaksızın kurtulmuş, besin sorununu hemen hemen çözmüş ve dış ihtiyaçlarını kredisiz, peşin parayla satın alabilecek duruma gelmiştir.
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə