Uygarlik tariHİ Server Tardlli


Dünyanın yoksul ülkelerinin ileri Batı ekonomileri tarafından ortaya konan örneğe benzemeye çalışmaları önlenmeli midir?



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə23/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   46

Dünyanın yoksul ülkelerinin ileri Batı ekonomileri tarafından ortaya konan örneğe benzemeye çalışmaları önlenmeli midir?

MENDE- Bu ülkeler, ithal edilen modele değil de, kendi kültürel miraslarına dayanırlarsa bu benzemeye çalışma azalacaktır. Kaldı ki gelişmiş ülkelerin değerleri de çok çabuk değişmektedir...

(Nezvsıveek, 23 Ekim 1972, s. 60, Çev. Nilgün Himmetoğlu, Milliyet, Tl Ekim 1972)

SORULAR


  1. Azgelişmiş ülkeler için gerçek kalkınmanın anlamı nedir? "Önce kalkınma, sonra insan" formülü ne bakımdan yanlıştır? Bu formülü kimler, niçin savunmaktadırlar?

  2. Azgelişmiş ülkelerin gerçekten sanayileşmelerinin önündeki baş engel nedir?

  3. Montaj sanayii ile patent sömürüsünden ne anlaşılmaktadır?

  4. Azgelişmiş ülkelerde kalkınmanın sanayileşme dışındaki sorunları nelerdir?

  5. Azgelişmiş ülkelerde "sosyal yapıda değişiklik" niçin zorunludur? Ve böyle bir değişikliğin içeriği nedir?

  6. Azgelişmiş ülkeler, kalkınmak için, temelde neye dayanmalıdırlar? (Okuma parçasını okuyunuz.)



BÖLÜM III

BAŞLICA AZGELİŞMİŞ


ÜLKE GRUPLARI

Üçüncü Dünya içinde, bağımsızlığını kazanan ülkelerin sayısı gitgide artmakta. Bu ülkeler, daha bugünden büyük bir liste tutuyor.

Bunları kesin gruplara ayırmak hayli güç. Bazıları daha "hükümdarlık" aşamasında kalmış iken (örneğin Suudi Arabistan, Fas), bazıları cumhuriyet aşamasına varmış; bazılarında "tutucu" bir yönetim varken, bazıları "ilerici" yönetimler kurmayı başarabilmiş; bazıları "tek partiyle" yönetilirken, bazılarında -görünüşte de olsa- "çok partili" bir uygulama var: örneğin Hindistan.

Teker teker özellikler taşıyan bu örnekler dışında, yine de -kaba çizgilerle- bazı gruplar saptamak olası.



LATİN AMERİKA

"Latin Amerika" deyince, Amerika kıtasının ortasıyla güneyindeki ülkelerin bütünü anlaşılıyor. Bunlardan hemen hepsi de, vaktiyle Avrupa'dan gelen Portekizli ve İspanyol gibi Latin göçmenlerle yerlilerin karışımından oluşmuş toplumlar. "Uygarlık" bakımından ise, Latin Amerika öteki uygarlıklardan ayrılan "özgün" çizgiler taşıyor.

Latin Amerika ülkelerinin çağdaş tarihi ile toplum yapılarının bazı özellikleri var:

- Latin Amerika ülkeleri, bağımsızlıklarına çok önce, genellikle 19. yüzyılın ilk yarısında kavuşmuşlardır. Ancak bu bağımsızlık, bugünkü anlamıyla "sömürgeciliğe karşı bir kurtuluş savaşı" sonunda kazanılmış değil: Ispanya'dan, Portekiz'den gelip o topraklara yerleşen ve oraları "sömüren" göçmenler, bu sömürüye ortak olmak isteyen anavatanlarına karşı başkaldırırlar. Sonunda anavatana karşı bağımsızlık kazanılır, ama içerdeki egemen sınıfların sömürüsü sürer. Bir tarihte "emperyalizm" işin içine girince, iç sömürüye dış sömürü de katılır. Ve burjuvazi, açıkça "komprador" bir nitelik kazanır. Ordu da, çok kez bu komprador burjuvazinin çıkarlarına hizmet eden "gerici" bir işlevi temsil ediyor. Latin Amerika'da "faşist" ordu darbelerinin sık sık birbirini izlemesi bundandır.



  • Siyasal sistem olarak, Latin Amerika ülkelerinin hemen hepsi, Birleşik Amerika'da görülen "başkanlık reji- mi"ni benimsemiş durumda. Bir yerde, bu rejim tipi Latin Amerika'daki "otoriter" gelişmelere de uygun geliyor.

Bununla beraber, Latin Amerika'da "ilerici" nitelikte gelişmeler de olmuyor değil:

  • Tarihsel bakımdan, başta, daha 1917'lerde işe girişen ve bugün de süren, yer yer toplumun yapısını değiştirmeyi, özellikle doğal kaynakları yabancılara kaptırmamayı hedef tutan bir "Meksika örneği" var.

  • Daha yakın tarihlerde, çok daha değişik Küba örneği var.

Küba'da Fidel Castro'nun önderliğiyle gerçekleştirilen 1959 Devrimi, daha önceki Batista rejiminin halk yığınlarını ezen diktatörlüğüne ve dış çıkarlara bağlı yönetimine bir tepki olarak doğmuştur. Bugün de, Küba örneğinin gösterdiği gibi, Marksizm-Leninizm Latin Amerika'da çok kimseye düzeni kökünden değiştirmenin tek yolu olarak görünüyor. Latin Amerika'nın bazı ülkelerinde son yıllarda görülen gerilla hareketleri de aslında aynı özlemleri taşımakta.

  • Son olarak, Şili'de Marksist Başkan Allende'nin, "çok partili" düzeni bozmadan, "sosyalist" bir düzeni kurmak için, önce Amerikan emperyalizminin Şili'deki çıkarlarını hedef tutan ve bir seri "milhleştirme'Terle yürüttüğü hareketi hatırlamalı.

Ve doğallıkla sonunu da.

Çünkü o son, geri kalmış ülkelerin devrimcileri için sayısız derslerle dolu.



KARA AFRIKA

Kara Afrika'da bugün bağımsız olan ülkelerin büyük çoğunluğu, vaktiyle İngiliz ve Fransız sömürgesi idiler. Onların bağımsızlıklarını kazanmaları da, genellikle II. Dünya Savaşı'nm bitimini izleyen yıllarda olmuştur. Bu yüzden, Afrika'da büyük çoğunluğu "genç" devletler oluşturuyor.

Kara Afrika'da, bağımsız devletler hayli büyük yekûn tutuyor. Nedeni de şu: Afrika'da bugün bağımsız duruma gelmiş ülkelerin sınırları, çoğunlukla, Avrupa başkentlerindeki sömürge pazarlıkları sırasında çizilmiş. Zaten "kabileler" halinde parçalanmış olan toplulukların büyük bir kısmı, bu uydurma sınırlar dolayısıyla biraz daha bölünmüş.

Bugünkü alaca bulacalık oradan geliyor.

Kara Afrika'da, İngiliz ve Fransız sömürgeleri -çoğunlukla- büyük bir çekişme döneminden geçmeden bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Üçüncü Dünya'nm uyanışı karşısında, İngilizler aşamalı, Fransızlar da referandum yoluyla bağımsızlık bağışlamayı kendi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır. Çünkü, siyasal bağımsızlık perdesinin arkasında, yeni sömürgecilik ilişkilerini sürdürmek daha kolay olmaktadır.

Bağımsızlıklarını kazanan ülkeler, siyasal kurumlarmı da başlangıçta eski sömürgeci devletten kopya ediyor. Ne var ki, "Batı demokrasisi" denemeleri, gerekli iktisadi ve sosyal koşulların bulunmaması yüzünden çok yaşamıyor.

Kara Afrika'da da askerî darbelerin sıklığı bu yüzdendir.

İSLAM DÜNYASI

İslam ülkelerinin hemen hepsinin ortak yanı, "azgelişmiş" bir yapıya sahip olmaları. Azgelişmişlikten kurtulmanın yolları bakımından ise, İslam dünyasında farklı rejimler yer alıyor.

Bunlar içinde -"monarşik" yapılarıyla- "tutucu rejimler" gitgide azınlığa düşmekte. Büyük bir bölüm İslam ülkeleri, genellikle "İslam sosyalizmi" denen bir siyasal ve

sosyal felsefeyi benimsemiş durumdadır:


  • İslam sosyalizmi, aslında çeşitli ideolojileri uzlaştırmak isteyen "karma" bir nitelik taşıyor. Rejimlerin genel tutumları, sosyalizmden çok, "kapitalist olmayan yol" formülüne daha uygun düşüyor. Ne var ki, böyle bir yol, zorunlu olarak "anti-emperyalist" bir durumu da içermekte. Böylece, İslam sosyalizmi ülküsüne bağlı ülkeler, anti-emperyalist bir politikanın uygulayıcısıdırlar.

  • İslam dünyasındaki feodal-burjuva yönetimlerin egemenliğine ve emperyalist sömürüye karşı İslam sosyalizmi adı altında yürütülen mücadelelerin bir ortak özelliği de, sağlam kitle dayanaklarından yoksun bulunması ve "küçük burjuva ideolojisi"nin dar çerçevesini aşamamış olmasıdır. Emperyalizmle işbirliği halindeki tutucu rejimleri devirerek yönetime el koyan küçük burjuva öğeler, anti-emperyalist nitelikleri yanı sıra, geniş kitlelerin bilinçlenmesi ve yönetime katılmasına kapılarını kapayan bir ortamı da -ister istemez- yaratıyorlar.

Mısır, ilginç bir örneğidir bunun.

Bugünkü durumda, ilerici İslam rejimlerinin genel ekonomik niteliği, küçük burjuva reformculuğunun koşutunda, millileştirme uygulamaları ve feodal toprakların belirli ölçülerde dağıtılmasıyla gerçekleştirilen, tarım üretiminin ağır bastığı, sanayileşmenin ise çok cılız düzeylerde bulunduğu bir "millilik" ifade etmektedir.

Son olarak düşünülmesi gereken, İslam'ın çağdaş sorunlara karşılık verme ve bu sorunların çözümünde görev yüklenme gücüdür. Mümtaz Sosyal'ın dediği gibi, bugünün dünyasında İslam ülkelerinin sık sık kendilerinden söz ettirmeleri ya da elde tutulan petrol zenginliklerinin dünyayı İslam'a kul köle etmesi, İslam'ın çağdaş sorunların üstesinden gelebilme gücünü açıklamaya yetmez.

Sorunların merkezi olmakla, sorunlara çözüm getirebilmek başka başka şeylerdir.

Çağdaş insancıl yaklaşımlar bakımından İslam'ın üstünlüklerini sıralamakla iş bitmiyor. Salt İslam'daki kardeşlik düşünceleriyle temel sorunların üstesinden gelmek olanaksız. Çağdaş dünya, açık düşmanlıkların değil, süslü örtüler altında kıran kırana sürdürülen sinsi ve acımasız yarışmaların dünyasıdır. Çağdaş dünyanın sorunlarıyla başa çıkabilmek için, çağdaş dünyanın ekonomisine ve teknolojisine egemen olanların karşısına aynı silahlarla di- kilebilmek gerek.

Ayetler ve hadislerle değil yoksa!

İslam'ın zayıf kaldığı yön başta bu yöndür.

Daha da kötüsü, İslam, bu zayıflığı sürüp gitsin diye kendi kendisine karşı kullanılmaktadır.

Örneğin, kadınları örterek ve çalışmalarını güçleştirerek -Müslümanlık adına- evin içine tıkmaya çalışan Hu- meyni, ülkesindeki işgücünün -en az- yarısını iktisadi bakımdan battal ettiğinin farkında değildir.

İran'da Humeyni'nin, Pakistan'da Ziya-ül-Hak'ın uyguladıkları İslam düzeni, içki yasaklamaya, kol kesmeye, peçe örtmeye ağırlık veren ve karşıdaki ahtapotun asıl vantuzlarını pek düşünmeyen -daha doğrusu düşüneme- yen- yönleriyle, bugünün sorunları karşısında yetersiz kalmaktadır.

Ve eğer yetersiz kalmasaydı, İslam'ın üzerine başka bir şeyler ekleyip onu çağdaş dünya için geçerli kılmaya çalışan yeni ideolojiler türemez, Michel Eflak'ın "Baasçı- lık"ından Burgiba'nın "Yeni Düstur"una ve Kaddafi'nin "Evrensel Kuramı"na değin değişik düşünce sistemleri ortaya çıkmazdı.

Yalın Müslümanlık, ilerici formüllerle tamamlanmadıkça, bu çağın koşulları içinde gericiliğin ve dış sömürünün aracı olmaya dönüşüyor.

Ve öyle görünüyor ki, daha bir süre dönüşecek de...

ASYA'DAKİ AZGELİŞMİŞLİK

Asya'daki azgelişmişliğin coğrafi alanı hayli geniştir. Asya'nın güneydoğu ülkelerinden Hindistan'a değin yığınla ülke var bu alana giren.

Bunlar arasında, Hindistan'ın görünüşü -çok yönleriyle- hayli ilgi çekicidir.

Hindistan'da siyasal yaşam -"Komünist Parti"ye varıncaya değin- alabildiğine bir örgütlenme özgürlüğü içindedir. Öyle ki, komünist hareketin bile, kendi içindeki bölünüşleri ayrı ayrı örgütlenebilmiş. Ama iktidar, vaktiyle emperyalizme karşı mücadeleyi temsil etmiş olan, "milliyetçi" ve "sosyal demokrat" nitelikteki "Kongre Partisi" nin elinde.

"Karma ekonomi"yi bugüne değin ısrarla savunan ve uygulayan bir parti bu.

Ne var ki, bağımsızlığın kazanılmasının üstünden hayli yıl geçtiği halde, Hindistan "azgelişmişliğin" çemberini parçalayabilmiş de değil. "Açlık" sorunu bile kökünden çözülememiş durumda. Sosyal tablodaki gelişmeler hâlâ kaygılandırıcı niteliklerini koruyorlar.

DAHA ÇOK BİLGİ



Türkkaya Ataöv, Sömürgelerin Uluslaşması: Asya ve Afrika Halklarının Ortaya Çıkışları, Ankara, 1955.

Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara, 1977.

B. Davidson, Afrika'da Milli Kurtuluş ve Sosyalizm Hareketleri (çev. A. Tokatlı), İstanbul, 1965.

Pablo Neruda, Şiirler (Türkçesi Enver Gökçe), İstanbul, 1971.

Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankara, 1966.

OKUMA


PABLO NERUDA

"Eliot'ın, Jimenez'in şiirlerinin kaynakları nereye çıkıyor? Kitaplara, eğitime, kültüre değil mi? Ama yanardağlar, çöller ve pampalarla kaplı bir ülkenin şiirini yazmak istiyorsanız, soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları için yazdığınız gibi yazamazsınız." Bu sözler, geçen pazartesi günü ölümünü büyük bir acıyla duyduğumuz, Şilili ozan Pablo Neruda'mndır. Şili'de Başkan Allende'nin özgür ve demokratik seçimle işbaşında bulunan toplumcu yönetimini deviren askerî cuntanın, bir süredir hasta olan bu büyük ozanı gözaltına aldığını okumuştuk önce. Başkan Allende'nin yakın arkadaşı olan Neruda, İspanyol İç Savaşı'ndan bu yana Şili'de gerçekleşmesine çalıştığı, bunun için zorbalıklara yiğitçe karşı durup sürgünlere katlandığı düzenin yıkılışını görmekle belki kırgın, ama umudunu yitirmeden ölmüş olmalıdır. Çünkü, o, "biz halkız yeniden doğarız ölümlerde" diyebilmiş bir ozandır.

Pablo Neruda'mn ilk şiir başlangıçları, daha çok, doğa karşısında insanın durumunu yansıtır. Neruda üzerine önemli bir inceleme yayımlamış olan Jorge Edvards'm da belirttiği gibi (Euro- pe dergisi, Mart/Nisan, 1964) ozan, doğa, insan ve şiir arasındaki ilişkinin bilincindedir. Neruda'mn doğanın bütün görünümleri karşısındaki tavrı, onun şiirinin evrimini temellendirmek konusunda bize yol gösterir. Siyasal şiirlerinde bile, imgeler sisteminin dayanakları, Neruda'mn ilk gençlik yıllarından kalma doğa görünümleridir. Bir şiirinde geçen "dünya bir elmanın çıplak renginde" dizesi, bu tavrın belirgin örneklerinden biridir.

Neruda'mn şiirinin siyasal doğrultuda kesin ve radikal bir dönüşüm kazanması ise, İspanyol İç Savaşı'ndan sonradır. Es- pana en el Corazon (Yüreğimdeki İspanya) adlı şiir kitabı bu savaşın büyük umutlarla başlayıp büyük ve acı yıkımlarla son bulan tragedyasını içeren şiirlerden kuruludur. Neruda için, İspanyol İç Savaşı ile birlikte, "gelinciklerle örtülü metafizik" dönemi kapanmış, onun yerini sorunlara bir dünya görüşünün bütünselliği perspektifinden bakan, devrimci bir duyarlık almıştır. Bu doğrultudaki şiirini evrensel bir destana doğru geliştirecek ve 1950 yılında Canto Generali yazacaktır.

Pablo Neruda için bundan sonra "o yıllarda faşizme karşı tek savaş silahı" saydığı toplumcu bağlanım dönemi başlar. "Geçmişten artakalanlara dönmek ya da düşlerin labirentini araştırmak çağımıza yakışan bir uğraşı değildir" diyecektir. "Saf Şiir"i (püre poetry) savunanlara karşı "saf olmayan şiir" (impure poetry) ile çıkar. "Saf Olmayan Şiir" ise "yaptığımız her şeyle bulanmış, siyasal inançlar, kuşkular ve yergilerle dolu bir şiir"dir.

Neruda'yı sürgüne götürecek olan da, onun siyasal inançlarından ödün vermeyen yiğit tavrı olacaktır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Şili diktatörü Gonzales Videla'nm polisleri, büyük ozanın evini ateşe verecek; 1948 yılında da, yurduna ihanet ettiği gibi akıl almaz bir gerekçeyle yargı önüne çıkarılacaktır.

Pablo Neruda, bu kez de 1973 yılında gene ihanet suçuyla yargı önüne çıkarılacaktı belki de. Büyük ozan ölüm döşeğinde sokaktan gelen çarpışma seslerini duymuşsa acıyla gülümsemiş, İspanyol İç Savaşı için yazdığı "Açıklayalım" şiirinin son dizele-

rini mırıldanmış olmalıydı: "Bir de hana şiirlerim / Neden söz açmazlar diye soruyormuşsuııuzdur / Düşlerden, yapraklardan / Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından / Gelin görün sokaklar kan / Gelin görün kanı / Sokaklar boyunca akan..."

(Hilmi Yavuz, "Pablo Neruda'ya Saygı", Milliyet Sanat Dergisi, s. 47)

ANLATALIM

Hani ya leylaklar, Diyeceksiniz?

Hani ya diyeceksiniz Gelincikler bürünmüş, Metafizik?

Kuşlarla, boşluklarla elenmiş, Kelime yağmuru;

Hani ya diyeceksiniz?

Al buyur:

Bir mahallesinde yaşıyordum, Madrid'in:

Canlı, çalar-saatli, ağaçlı. Kocaman,

Meşin bir Okyanus gibi, Uzaktan görünürdü Kastil'in Kuru çehresi.

Çiçekler Evi'ydi,

Evimin adı.

Itırlar fışkırırdı.

Köşe bucak,

Güzel evdi bu.

Köpekleri, bebeleriyle,

Raoul, hatırında mı?

Ya senin, Raphael?

Sen Federico,

Hatırında mı?

Sen, yer altında yatan, Hatırladın mı,

Balkonlu evimi?

Haziran güneşi hani,

Çiçekler basardı ağzına, Orda...

Kardeş, kardeş,

Ateşli seslerden ibaretti,

Her şey;

Mallardaki tuzdan,

Çırpınan ekmek yığınından ibaretti her şey;

Donuk bir hokka gibi duran, Heykeliyle;

Argüelles'deki mahallemin Çarşıları...

Yağ akardı kaşıklara, Caddeleri doldururdu El-ayak sesleri, derin...

Metreler, litreler,

Kıvıl-kıvıl hayat;

İstif-istif balık yığınları, Çatılar;

Yorgun çan kulelerinin Yiiceldiği;

Soğuk güneşle kaynaşan Çatılar...

Patateslerdeki,

Yumak yumak dalgası, Domateslerin:

Tıngır mıngır, haydi denize... Bütün bunlar Tutuşuyorlardı.

Bir sabah;

Közler,


İnsanları dağlayarak, Topraktan çıktılar,

Bir sabah;

Nah bu anda ateş,

Nah bu anda barut,

Bu anda kan.

Bebekleri öldürmek için,

Göğün yücesinden geldiler Göğün:

Uçakları, Magriplileriyle, Haydutlar;

Yüzükleri, kurumlu avratlarıyla. Haydutlar;

Kara keşişleri, dualarıyla, Haydutlar;

Ve,

Çocuk kanları, caddelerden,



Aktı tıpı tıpış,

Çocuksu-çocuksu.

Çakallar,

Çakalların tiksineceği Çakallar!

Taşlar,

Dalan dikenlerin dişlerken Tu diyeceği taşlar:



Engerekler,

Engereklerin kin güdeceği Engerekler!

Sizleri,

Gurur ve bıçaklardan bir dalgayla, Boğmak için;

Önünüzde gördüm Ispanya'nın,

Kıyamet kanını

Generaller,

Gelin de,

Yıkılmış evimi görün.

Görün,


Yaralı İspanya'yı.

Her göçük evden,

Bir ateş-metal çıkar ama, Çiçek yerine.

Her yarısından,

Ispanya'nın;

Doğar İspanya.

Her ölmüş bebekten,

Çıkar, bir mavzer:

Gözleri de var, gözleri,

Her cürümden;

Mermileri ki gün ola Kalbinizde yeri.

Neden diyorsunuz, şiirlerin Söz açmaz, düşten yapraktan; Doğduğun yerin,

Yüce volkanlarından?

Gel de gör:

Caddeler kan-revan.

Gel de gör:

Caddeler kan-revan.

Gel de gör:

Caddeler kan-revan.

(Pablo Neruda, Şiirler, Türkçesi: Enver Gökçe, İstanbul, 1971)

SORULAR


  1. Latin Amerika'daki sosyal yapının özellikleri nelerdir? Kendine özgü ne gibi gelişmeler olmuştur bu ülkelerde? Özellikle Şili'de olanların anlamı nedir?

  2. Kara Afrika'da kendine özgü ne gibi gelişmeler olmuştur?

  3. İslam dünyasının sorunları nelerdir? "İslam sosyalizmi" hangi nitelikleri taşımaktadır? İslam dünyasının sorunlarını çözmeye, -ideoloji olarak- İslam'ın kendisi yeterli midir?

  4. Pablo Neruda kimdir? Sanatı neyi temsil eder ve hangi özellikleri taşır? "Anlatalım" şiirini, Neruda, ne zaman ve hangi nedenle yazdı? Bu şiirin çevirmeni Enver Gökçe hakkında bildikleriniz?

IV

TÜRKİYE


“Dünyanın hiçbir yerinde, insan serüvenini bu denli temsil eden bir toprak bulunamaz: Savaş toprağı, istila toprağı, karşılaşma toprağı ve bazen hatta kıyım toprağı... Ama aynı zamanda da birlikte yaşama, sentez ve ahenkli anlaşma toprağı. Fakat özellikle bu diyalektik yazgının ötesinde İyonyalı filozofların çağından beri, Diyojen'den Selçuk Çağı ozanı Mevlana'dan geçerek, Cumhuriyet'in kurucusu Kemal Atatürk'e kadar, yaşamlarını kendi düşüncelerinin somut örneği haline getirmeye çalışmış insanların toprağı. Sert bir topraktır Anadolu: Ne iki yüzlülüğü ne değişkenliği kabul eder. Bizans olsun, Osmanlı İmparatorluğu olsun, ana hoşgörüsünün temel ilkelerine ihanet etmeye cüret eden bir siyasi örgütü cezalandırır."

Bu sözleri bir ödül dağıtımında Mümtaz Soysal söylüyordu.

Günümüzün dünyasında Türkiye'nin yeri neresidir?

Türkiye bütün Batılılaşma çabalarına karşın, bugün, "tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş aşamasT'nı yaşayan ve "kapitalistleşme süreci" içinde bulunan bir Üçüncü Düııya ülkesidir.



"Geri kalmış" bir ülkedir bir başka deyişle.

Ve iki yüzyıla yaklaşan çabalarına karşın, dar çemberini de henüz kıramamıştır bu geri kalmışlığın.

Ama, öyle de olsa, Türkiye öteki geri kalmış ülkelerle kıyaslanamayacak denli köklü bir kültüre, eski ve büyük bir tarihe sahiptir. Stratejik öneminden -az görülür- bir folklor çeşitliliğine ve renkliliğine dek uzanan özellikleri, bölgesel bir liderliğin potansiyel gücü, kalkınmanın insan ve hammadde olarak zengin kaynakları vardır onda.

Bu bakımdan, Türkiye geri kalmış ülkeler içinde, gerçekten "ayrıcalıklı" bir durumdadır.



Aşağıdaki paragraflarda, onun önce iktisadi ve sosyal tablosunu, sonra siyasal tablosunu, son olarak da kültürel tablosunu gözden geçireceğiz. Geri kalmış yanlarına dokunurken ayrıcalıklarına da işaret ederek.

BÖLÜM I

TÜRKİYE'DE KAPİTALİZM
VE SORUNLARI

Çağdaş Türkiye, kapitalizm öncesi bir yapıdan kapitalizme doğru gelişen -daha doğrusu geliştirilmek istenen- bir toplumdur. Bu süreci bugün de yaşamaktadır. Daha şimdiden toplumda egemen üretim biçimi "kapita- liznT'dir. İktisadi yaşam, çoğu kapitalizmin doğurduğu çeşitli sorunlarla doludur. Sosyal yaşam ise, yeni kapitalizmin doğurduğu -başta sınıflararası çelişmeler olmak üzere- çeşitli "çelişmeleri" sergiler.

Türk kapitalizminin, giderek tüm ekonominin de iki egemen niteliği vardır: "bağımlı" ve "geri" oluşu.

Türk kapitalizmi, giderek tüm ekonomi, dünya kapitalist sistemine, yani emperyalizme "bağımlı"dır. Ekonominin egemen tepelerini emperyalizm ele geçirmiştir. Kapitalist gelişmenin yönünü ve çerçevesini o belirlemektedir. Türkiye'de ulusal sanayinin kurulamamış, ağır sanayiye geçilememiş olmasının yanı sıra, kapitalizmin bugünkü güdük, hastalıklı, ağır aksak gelişimi de bu bağımlılık yüzünden.

Ve Türk kapitalizmi, giderek tüm ekonomi ve toplum "geri"dir. Çünkü, Türkiye'de, kapitalist düzenle ve kapitalizmin ürünü olan modern sınıflarla birlikte, kapitalizm öncesinden kalma sınıflar, tabakalar ve kalıntılar, varlıklarını, etki ve güçlerini sürdürmektedirler.

Peki, niçin bu bağımlılık ve geri kalmışlık?

Bu sorulara sağlıklı bir yanıt verebilmek için, Türkiye'de kapitalizmin doğuşuna eğilmek ve gelişim çizgisine bakmak gerekir.

Yanıtlar bunların içinde gizli çünkü.

TÜRKİYE'DE KAPİTALİZMİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ



İki farklı gelişim

Türkiye'de kapitalizmin, giderek tüm ekonominin "geri" oluşunun sosyo-ekonomik ve tarihsel bir nedeni vardır: Kapitalizmin Batı'daki doğuş ve gelişimi ile Türkiye'deki doğuş ve gelişimi birbirinden farklı sosyal yapılarda olmuş ve her iki oluşum zaman planında da birbirinden farklı tarihsel dönemlerde geçmiştir.

Gerçekten, 19. yüzyıla gelinceye değin Osmanlı İmpara- torluğu'nda, Batı'daki biçimde kapitalist bir gelişmeye rastlanmadığı gibi, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorlu- ğu'nun, 20. yüzyılda da Türkiye Cumhuriyeti'nin kapitalist gelişmesi, emperyalizmin dünyaya egemen olmaya başladığı, giderek egemen olduğu bir döneme rastlamıştır.

Peki, nedir nedenleri her iki gelişmedeki bu farklılığın?



a) Klasik Osmanlı düzeninin anlamı

Osmanlı İmparatorluğu'nda, başta sosyo-ekonomik yapının Batı'dakinden farklı oluşu, bunun sonucu olarak da iç dinamiğin yetersizliği, toplumun Batı'yla aynı zaman süreci içinde kapitalist üretime evrilmesine engel olmuştur. İç dinamiğin yetersizliği, Batı'da olduğu gibi bir burjuva sınıfının doğup gelişmesini de engellemiştir.

İlk bakıştaki bütün benzerliklere karşın, klasik OsmanlI toplumunu Batı feodalitesinden ayıran önemli bir nokta vardır ki, kapitalist ilişkilerin Osmanlı toplumunda gelişmesini engellemiştir.

Nedir o önemli farklılık?

O önemli farklılık, mülkiyet ve sömürü ilişkileri açısından, artık-ürünün doğrudan üreticilerden (köylüler) alınış biçiminden doğmaktadır.

Gerçekten, feodal üretim biçiminde, artık-ürünün doğrudan üreticilerden almış biçimi toprak sahibi senyörün mülkiyet hakkından doğar ve toprağa bağlı köylülerin yarattıkları artık-ürünün doğrudan doğruya senyörce ele



geçirilmesi ile belirlenir. Osmanlı toplumunda ise, toprağın mülkiyeti, genel olarak, devlete aitti. Bu hakka dayanarak, Osmanlılarda artık-ürünün -ister sipahide kalsın, ister merkezî otoriteye gitsin- çeşitli vergilerle devlete aktarılması biçiminde belirlenmekteydi.

Özellikle 14. ve 15. yüzyıllardaki Osmanlı ekonomisinde var olan üretim güçleri ve bunların düzeyi -her ortaçağ ekonomisi gibi- emek ve toprak ile belirlenmiştir. Bundan dolayı, klasik Osmanlı ekonomisi aslında bir "köylü ekonomisi"dir. Kentlerde merkezleşen sanayi, ekonominin bütünü içinde ufak bir yer tutar.

Üretim güçlerinin bu düzeyinde, asıl önemli olanı, toprağın mülkiyetinin "devlet"e ait olması: "Mülk sultanındır." Sultanın, yani devletin. Çünkü sultanla devlet özdeştir. Öyle olunca, Osmanlı toplumunda, devleti temsil edenler egemen sınıftır. Bunlar, "saray-ulema-asker üçlüsü"dür. Toprağın yanında, bir başka üretim etkeni olan emeği, "reaya" denen köylüler temsil eder. Ne var ki, toprağın mülkiyetinden yoksun, toprak üzerinde "irsi ve sürekli bir kiracı" durumundadır onlar. Devlet yönetimine katılmaz, tabi olurlar yalnızca.

Toprağın işlenişi ve artık-ürünün reayadan toprağın asıl sahibi olan devlete geçişi, "tımar sistemi" aracılığıyla olmaktadır. Tımar sistemi ise -geniş anlamıyla- belli bir bölge vergilerinden bir bölümünün, padişahça, bir kimseye, özellikle savaşta yararlık göstermiş bir sipahiye bırakılmasıdır. Buna karşılık, o kimse, Osmanlı ordusuna -elde ettiği gelire göre- belli sayıda asker sağlamakla yükümlüdür.



Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə