Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə32/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   46

Fikir özgürlüğü

  • Emperyalizm

  • Sanayileşme

    Oysa CHP'nin gündeminde bu üç konu birincil sıradadır.

    CHP'yi Avrupa sosyal demokrat partilerine benzetmek, kolay, ama yanlış bir varsayım olur. Bir kez CHP'nin kökeni ayrıdır. Avrupa sosyal demokratlan, çoğunlukla sanayileşmiş ülkelerdeki işçi sınıfının Marksist ilkelerden esinlenerek kurdukları örgütlerdir. Oysa CHP, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren mazlum ülkede küçük burjuva çevrelerince kurul-

    muştur; şimdi de endüstrileşme yoluıul.ı lıkııeles bir toplumda, kendine özgü sorunlarla karşı karşıyadır. C 'l II’, Türkiye'de likiı özgürlüğünü sağlamak, demokrasiyi genişletmek, sanayileşme aşamasını tamamlamak gibi Alman sosyal demokratlarının ini tünüyle yabancı oldukları bir uğraşın ortasmdadır.

    Siyasi sözlükte "sosyal demokrat" kavramı zaman ve yere göre anlam kazanır. Bugün Batı sosyal demokratının solumla sosyalistler ve komünistler bulunur...

    Türkiye'de CHP'nin solunda mahpushane bulunur.

    Batı sosyal demokratı, fikir özgürlüğü için kavga vermek zorunda değildir. Türk sosyal demokratı, bu görevi yerine getirmek zorundadır. Batı sosyal demokratı, emperyalizmle savaş mak zorunda değildir. Türk sosyal demokratı mazlum bir ülke de yaşadığı için emperyalizmin sultasını kırmak ödeviyle karşı karşıyadır. Gelişmiş Batı kapitalizminin egemenliği altında bu lunan Türkiye'de anti-emperyalist bir programı gündeme ge tirmeden "sol siyasal parti" niteliği kazanmaya olanak yoktur.

    Görüldüğü gibi CHP ile SPD arasında hem geçmiş lıenı ile bugün açısından büyük ayrımlar vardır. Bu ayrımları bilerek oluşturulacak bir işbirliği kuşkusuz yararlı olacaktır, ama bu ayrımları görmeden işbirliği girişimi boşluğa düşer.

    (İlhan Selçuk, "SPD ve CHP", Cumhuriyet, 14 Mart 1975)

    SORULAR


    1. CHP, ne zaman ve hangi sosyal sınıf ve zümrelerin temsilcisi olarak doğmuştur?

    2. CHP'nin 1950'de iktidardan muhalefete geçmesinin sosyal nedenleri nelerdir?

    3. CHP'nin "ortanın solu" politikasını benimsemesi, hangi nedenlerle olmuştur? 12 Mart ve sonrası, CHP içinde niçin büyük dönüşümlere yol açmıştır ve ne olmuştur bunların sonucu?

    4. CHP, bugün hangi sosyal sınıf ve zümrelerin temsilcisidir? CHP, niçin işçi sınıfının partisi değildir ve olamaz da? CHP'ye "sosyal demokrat" bir parti denebilir mi? CHP ile Alman SPD'nin karşılaştırılmasından ne gibi farklılıklar ortaya çıkmaktadır? Türkiye'de sosyal demokratlığın anlamı nedir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

    5. CHP'nin, burjuvazinin tutucu, işbirlikçi vc gerici kesimlerine oranla özelliği ve önemi nerededir?

    SOSYALİZM

    Çağdaş Türkiye'de, sosyalist akım ve hareketin önemli bir yeri vardır. İşçi sınıfının doğup serpilmesiyle -aşağı yukarı- aynı koşutluk içinde o da doğar ve gelişir.



    Türkiye'de sosyalist hareket ve partiler

    İlk sosyalist parti, İkinci Meşrutiyet yıllarında kurulur (1910). Milli Kurtuluş Savaşı yılları, sosyalist hareketin örgütlendiği bir başka önemli dönemdir.

    Ne var ki, Cumhuriyet'le beraber, sosyalist hareket büyük engellerle karşı karşıya gelir. Çünkü, Batı'nm "çok partili" demokrasi anlayışını yürekten hiçbir zaman benimsememiş olan Türk burjuvazisi, Cumhuriyet'in kuruluşundan başlayarak, "sol"a karşı kalın bir duvar çekme çabası içinde görünmüştür hep.

    Nedeni de vardır bunun.

    Türk burjuvazisi, kendi güçsüzlüğünün ve ülkenin "sol"a, sosyalizme kayma potansiyelinin her zaman bilincinde, -en azından- sezisinde olmuştur.

    1945 yıllarında başlayarak "çok partili" yaşama geçilirken, sosyalist düşünce ve hareketin de siyasal yaşamda yerini alması beklenirdi. Bu yolda gelişmeler de olur. Ama hemen arkasından yasaklamalar gelip bastırır bu gelişmeleri. 1950-1960 yılları arasında, siyasal yaşamın kapıları, yalnız egemen sınıf ve zümrelerin düşünce ve örgütlenmelerine açıktır. Bunun sonucu olarak, siyasal plandaki çatışma da yalnızca onlar arasındaki bir çatışma olup çıkar.

    1960 sonrasında, 1961 Anayasası'nm da yarattığı demokratik ortamın etkisiyle, "soT'a set çeken duvarda giderek bir "yarılma" durumuna gelen, bir "çatlama" olur: 1961 yılında, Türkiye İşçi Partisi kurulur. "SoT'a açılma, aydınlardan başlayarak emekçilere dek uzanır. İşçi sınıfının -dışa bağımlı da olsa- gelişen sanayileşme sonucunda "nicel" olarak büyümesi, sosyalist harekete bir canlılık getirir. Sendikacılık hareketi içinde de -Amerikan sendikacı-

    lık anlayışının yanı sıra- "devrimci" sendikacılık anlayışı doğmuş ve gelişmeye başlamıştır. Geçmişe oranla çok büyük bir hız ve yaygınlık kazanan "sosyal uyanış" içinde -işçi sınıfı başta olmak üzere- çeşitli emekçi kesimler, iktisadi ve demokratik istekler, giderek siyasal amaçlar doğrultusunda hareketlenerek, burjuvazi ile öteki ortaklarına karşı mücadeleye girişir.

    1961-1971 yılları boyunca burjuva iktidarlar, bu gelişmeye karşı çareler aramışlardır. 12 Mart 1971'den başlayarak, çatlağı gidermek çabaları yoğunlaşmış ve sertleşmiştir. Türkiye İşçi Partisi kapatılmış, sosyalist hareket tasfiye edilmek istenmiştir. Ne var ki, 14 Ekim 1973 seçimlerinin sonuçları, bu girişimlere -geçici de olsa- bir son verir.

    Sosyalist hareketin sorunları

    14 Ekim 1973'ten başlayarak girilen yeni dönemde, sosyalist hareket de, düşünce ve örgütlenme planında yeniden bir gelişme içine girer. Ne var ki, hareket kendi içindeki sorunları bugün de çözebilmiş değildir. Örneğin, 1971'den önceki dönemde -o son derece eleştirilen- "bölünmüşlük" sendikal planda olsun, partisel planda olsun bugün de sürmektedir. 12 Mart faşizminin giderek 1975'lerle yeniden -ve çok daha başka boyutlarda- tırmanmaya başlayan faşist terörün döktüğü kanlara, çektirdiği acılara karşın böyle bu.

    Bugün Türk siyasal yaşamında, sosyalist hareketi temsil ettiğini ileri süren -yürürlükteki yasalara göre örgütlenmiş- beş siyasi parti vardır; Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Vatan Partisi, -30 Nisan 1975'te yeniden kurulan- Türkiye İşçi Partisi, Sosyalist Devrim Partisi, son olarak da Türkiye İşçi Köylü Partisi.

    Bir altıncı sı, Türkiye Emekçi Partisi, 1980 yılında Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmış bulunuyor.

    DAHA ÇOK BİLGİ

    Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, İstanbul, 1968.

    A. Cerrahoğlu, Türkiye'de Sosyalizm Tarihine Katkı, İstanbul, 1975.

    Lütfi Erişçi, Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi, İstanbul, 1951.

    George S. Harris, Türkiye'de Komünizmin Kaynakları, İstanbul, 1976.

    George Haupt - Paul Dumont, Osmarılı imparatorluğu'nda Sosyalist Hareketler, İstanbul, 1977.

    Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, İstanbul, 1978. Mete Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar, Ankara, 1967.

    Çetin Yetkin, Türkiye'de Soldaki Bölünmeler (1960-1970), İstanbul, 1970.

    OKUMA


    demokrasi ve sosyalizm

    ...Klasik demokrasi, bir anlama, çeşitli çıkarların ve görüşlerin toplum çıkarı açısından tartılması ve yarışması demektir.

    Bu tartıda ve yarışta, başka çıkarların ve görüşlerin olduğu gibi, işçi sınıfına özgü çıkarların ve görüşlerin de yeri vardır. Tıpkı sosyalizme kadar varmayan ve işçi sınıfım temel olarak almayan bir "sosyal demokrat" görüşe yer olduğu gibi. Tıpkı ekonomik ve sosyal konularda sağ tutumu savunmakla birlikte özgürlük düzenini de ayakta tutmaya yönelik bir "liberal" görüşe yer olduğu gibi. Tıpkı, dinsel inanç ve gelenekçilik yönü ağır bassa da, toplumun temel kuruluşunu ve kuramlarını demokratik bir ortam içinde sürdürmeye çalışan bir "muhafazakâr" görüşe yer olduğu gibi. Hatta, bu yelpazenin ileriye açık ve canlı tutulabilmesi için, sosyalist görüşün yalnız "bir yere sahip" olmakla kalmayıp "gerekli ve zorunlu" olduğu bile söylenebilir.

    Öte yandan, CHP solundaki sosyalist partilerin sayıca çok ve görünüşçe "küçük" oluşları, bir umutsuzluk kaynağı olmamalı. Bu, biraz da solun kendi özünde var. Toplumdaki yeni güçlere, toplum yapısındaki değişimlerin yeniden yorumlanmasına dayanan bir siyasal akımın başka türlü gelişmesi zaten olanaksız. Önemli olan sonrasıdır, bu canlı bölünmeden anlamlı bir bütün çıkarabilmektir.

    Bu anlamlı bütünlüğü araştırırken, şöyle bir düşünceyle yola çıkmak yanlış olur: "Türkiye'de önce doğru dürüst bir demokrasi kurulsun, ondan sonra sosyalizme geçişin yolları aranır; bu yollar için mücadele edilir."

    Böyle bir düşünceye verilebilecek bir sürü cevap var. Hepsi de şu sorunun cevabında saklı: Sosyalist partisiz "doğru dürüst" bir demokrasi olabilir mi? Ya da "demokrasi" ile "sosyalizm" birbirinden böylesine ayrılabilecek kavramlar mıdır?

    Belki, böyle bir düşüncenin gerisinde, "solun bölünmesi yoluyla sağın ekmeğine yağ sürmekten kaçınmak" endişesi yatıyor. Özde doğru bir endişe bu. Onun için de, sosyalist parti kurmaktan değil, yanlış olan şu iki tutumdan sakınmak gerekir:

    1. Sırf "bir sosyalist parti kurmuş olmak için" parti kurmak. Sosyalist partiyi, büyük kentin bir köşesinde oda tutup tabela asarak ve dört beş aydınla üç-dört sendikacı bularak konuşmak biçiminde almak, elbette eninde sonunda solun bölünmesi sonucuna varır. Bu bir avuç insan, kendi küçük bütünlüklerini sürdürebilmek için, karşılarında bulunan güçlerle değil, en yakınlarında bulunanlarla mücadele etmeyi, onlara anlaşılmaz bir terminolojinin ağız köpürten şehvetiyle saldırmayı daha uygun bulurlar.

    2. Peşte sürüklenebilen insanları, düşünce ve oy gücünü, ne kadar küçük olursa olsun, sağın işine gelecek biçimde kullanmak. En sık yapılan yanlış da budur. Birinci nedeni, perspektif eksikliğine dayanır: Bir toplumun önce hangi engelleri aşmak zorunda olduğunu, bu engellerin aşılması için hangi güçlerle işbirliği yapmak gerektiğini bilmemek, sağın işine gelecek tutumlara iter yöneticileri, ikinci nedeni de, düpedüz bencilliktir. Bir toplumun ya da sınıfın çıkarını kollamak yerine, kendi kişisel durumunu sürdürmek.

    Böylesine tutumlar, sağda çok kişinin sevinçle el ovuşturmasına yol açar...

    ...İşçi sınıfına dayalı bir parti ile yalnız işçileri değil, halkın başka kesimlerini de seferber edebilen daha geniş tabanlı bir başka parti arasında belirli amaçlar için işbirliği yapılmasından daha doğal bir şey olamaz.

    Sağ partilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları "ortak liste" ya da "seçim birleşmesi" gibi değişikliklerden ne sosyalist partilerin korkması gerekir ne de CHP'nin. Bu değişiklikler keşke gerçekleşse. Solun daha çok işine yarar.

    Üstelik, böyle bir işbirliğinin sağlanması ve bir "demokrasi cephesi"nin kurulması, liderlerin bunu isteyip istememesine de bağlı değil. Durumların gerektireceği bir zorunluluk olacak bu.

    Sağ partiler, sorunların karşısında bocalayıp sokak zorbalarına yaslanmak zorunda kalınca, sol partiler "demokrasi cephesi" kurmayıp da ne yapacaklar? Birazcık dünya tarihi bilenler, kurtların yalnız kalmış kuzulardan çok hoşlandıklarını da bilirler.

    (Mümtaz Soysal, "Demokrasi Cephesi", Milliyet, 3 Mayıs 1975)

    SORULAR


    1. Türkiye'de sosyalist hareket ve partilerin gelişme çizgisi nasıl olmuştur? Bu hareket, Cumhuriyet'ten başlayarak niçin engellerle karşılaşmıştır hep?

    2. Türkiye'de, 1950-1960 dönemi ile 1961-1970 dönemi, sosyalist hareket bakımından ne gibi özellikler taşırlar? "12 Mart Rejimi", sosyalist hareket karşısında hangi nedenlerle, nasıl bir tutum takınmıştır?

    3. Türkiye'de sosyalist hareketin bugünkü sorunları nelerdir? Bunlardan en önde geleni hangisidir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

    BÖLÜM V

    KÜLTÜRÜMÜZÜN KAYNAKLARI


    VE SORUNLARI

    Türkiye, kendisini iktisadi ve sosyal yapı değişikliğine zorlayan büyük oluşumlar içindedir. Bu oluşumu hızlandıran birikimleri de var. İnsan ve madde kaynaklarının yanı sıra, kültürünün bu birikim içindeki payı büyük. Aslında, öteki geri kalmış ülkelerle kıyaslanamayacak denli köklü ve zengin bir kültürdür bu.

    Ne var ki, büyük sorunları da vardır bu kültürün. Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişin sancılarını çeken, -bir başka bakışla- "kapitalistleşme süreci" içinde olan bir toplumda, kültürün sorunlardan uzak olması beklenir mi?

    Batı'nm etkisine girmiş Doğu toplumlarmı inceleyen bir Fransız sosyologu şu çözümlemeyi yapıyor: "Bütün kültürler, zamanın akışı içinde bazı değişimlere uğrarlar. Başka kültürlerle temasın ve toplumlardaki doğal gelişmenin sonucunda ortaya çıkan yeni görüşler, toplumun temel değer yargılarının çerçevesinde kalmak koşuluyla onun kültürünü etkiler. Toplum, temeliyle çelişmeyen görüşleri zaman içinde benimseyebilirken, çelişenleri reddeder. Bu seçme hakkı yitirilmediği sürece, kültür, dengesini ve benliğini korur. Seçme hakkının ortadan kalktığı durumlarda ise (yeni sömürgecilik, vb.) temel değerler değişebilir ve yaşamsal kurallar sarsılabilir. Bu gelişme sonucunda kültür yıkılır, parçalanır ve kültürsüzleşme (déculturation) dediğimiz durum ortaya çıkar."

    Türkiye, 200 yıldan beri, işte bu anlamda bir kültürsüzleşme sürecinin içindedir.

    Hangi etkenlerdir onu bu sürecin içine sokan? Kültürümüz ne iken ne olmuştur?

    Bu soruları yanıtlayabilmek için, kültürümüzün kay-

    naklarma eğilmek, değişim evrelerini saptamak ve bir evre olarak, özellikle "Batılılaşma" üzerinde durmak gerekir.

    KÜLTÜRÜMÜZÜN KAYNAKLARI

    Türk tarihinde belli başlı dört kültür değişim evresi vardır: Türklerin İslam dinine geçmeleri, kültür değişmesinde bir evredir. Anadolu'ya yerleşmeleri, bu topraklarda daha önce yaşamış ya da o sıralarda yaşayan uygarlıklarla alışverişleri ikinci bir evredir. Osmanlı İmparator! u- ğu'nun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik ayrımlarda çeşitli halkları yönetmesi de, gene karşılıklı bir kültür alışverişi çerçevesi içinde bir evredir.

    Ve son olarak, Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeler, geçirdiğimiz değişim evrelerinin son halkasıdır.

    Anadolu ve İslanı-Türk bireşimi

    İlk üç evre, sonuçta, Osmanlı kültürünün kişiliğinde bir "Islam-Türk bireşimi"ne ulaşmıştır.

    Anadolu, bir bireşimin yurdudur.

    Gerçekten, "Anadolu, kültür bakımından önemli nitelikleri olan bir toprak parçasıdır. Bir çeşit köprü durumundaki Anadolu'dan tarih boyunca çok sayıda ve değişik özellikte kavimler geçmiş, bunların önemli bölümü bu toprakları yurt edinerek yerleşmiş, Anadolu halkıyla kaynaşmış, onu meydana getirmiştir. Anadolu, çeşitli kavimler- den kurulu bir imparatorluğun temeli olmak nedeniyle, çok değişik geleneklere sahip toplulukları barmdırabilmiş; farklı gelenekler, düşünüş ve deyiş tarzlarını günümüze dek yaşatabilmiştir. Ancak, bütün bu topluluklar, özelliklerini Islam-Türk kültürünün çerçevesinde korumuş, onunla özdeşmişlerdir. Bölgesel, dinsel ve etnik ayrılıklar, çelişen kültürlerin anarşik görünüşüne bürünmemiş, her birinde kendini duyuran aynı temel kültürün göze ve kulağa hoş gelen değişik ifadeleri şeklinde belirmişlerdir."I

    Anadolu'da oluşmuş İslam-Türk bireşiminin ana çizgileri nelerdir?

    Aslında, pratik ve "akılcı" yanı ağır basan bir dünya görüşüdür bu. Gerçekten, çağı içinde ele alındığında, örgütünün ve yönetiminin "akılcı" ilkelere dayanması bakımından, Osmanlı İmparatorluğu ayrıca dikkati çekmektedir. Çeşitli ülkelerin ve halkların merkezî bir yönetim altında toplanması ve yüzyıllar boyunca birlik halinde yönetilmesi de, pratik ve "akılcı" yanı ağır basan bir dünya görüşü ile olabilirdi ancak. "Cemaatçilik, toplu güvenlik, kanaatkârlık, düzen ve uyum" bu dünya görüşünün birer parçasıdır! ar.

    "Birey"i, bireyle toplum ilişkilerini de, kendine özgü bir biçimde yorumlar bu dünya görüşü.

    "Anadolu Türk toplumu, insanla toplumun tam anlamıyla birlik ve bütünlük teşkil ettiği bir toplum değildir. Böyle bir topluma, ancak ilkel topluluk ya da aşiret dediğimiz kuruluşlarda rastlıyoruz. Ama, Anadolu Türk toplumu, köleci, feodal ya da kapitalist toplumlar gibi, sınıfların birbirinden kesin olarak ayrıldığı ve fertlerin tam anlamıyla ortaya çıktığı bir toplum da değildir... Bu toplumda, fert ile toplum arasındaki kaynaşmıştık ve birlik tamamen kaybolmamıştır; ama fert, kendini topluma bağlayan göbek bağını da tamamen kopartmamış- tır... Bu toplumda sınıflar vardır... Ama tek tek sınıflara karşılık, toplumun bütünlüğü ve birliği ağır basmaktadır. Ayrıca, belli sınıflara mensup fertlerin bir başka sınıfa geçmesindeki kolaylık (mesela köylü çocuğunun sadrazam olması gibi), sınıf mücadelelerinin BatTda görüldüğü gibi keskin ve amansız olmasını imkânsız kılan bir başka nedendir. Toplumun birlik ve bütünlük olarak ağır basması ve sınıf mücadelelerinin iktidara yönelmiş bir ölüm-kalım meselesi haline gelmemiş olması, Anadolu Türk toplumuna mensup ferdin de Batı'daki gibi bir "fert" haline gelmemesi sonucunu doğurmuştur."I

    Anadolu, kültür kişiliğini ve bütünlüğünü, -aşağı yukarı- 19. yüzyıla değin koruyacaktır. Ne var ki, kendi içindeki ters gelişmelerin de yer yer zorlamakta olduğu bu kültürel yapı, Batı ile temasın sonucunda yaralar alacak ve iktisadi çöküntüye koşut olarak gelişen bir yozlaşma, etkisini kültür planında gösterecektir.



    Batılılaşma ve kültür ikileşmesi

    19. yüzyıl Türkiye'de, "Batılılaşma hareketi"nin başladığı bir yüzyıldır. Türkiye'nin yalnız iktisadi, sosyal ve siyasal yaşamı bakımından değil, aynı zamanda kültürel yaşamı bakımından da önemli sonuçlar doğuran bir harekettir bu.

    Nedir Batılılaşma hareketi?

    Ve niçin 19. yüzyılda ortaya çıkar?

    Batılılaşma hareketi, 1800'lerde III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde başlatılan, ilk kez Gülhane Hatt-ı Hümayunu (1839) ile hukuksal bir biçim kazanan ve günümüze değin süren bir olgudur.

    Tarihimizde, 1800'lerden önce, örneğin Kanuni döneminde Batılılaşma diye bir sorun yoktur. Ama, 19. yüzyılda vardır.

    Niçin?

    Osmanlılar, Batı karşısında ilk yenilgilerinde Batı'ya ilgi duymaya başlamışlardır. Ancak, Batılılaşma'nın ortaya çıkışını, bu ilgiden çok, Batı kapitalizminin gelişmesi ve kendi ulusal sınırlarını aşarak Osmanlı İmparatorluğu'na karşı tezgâhladığı girişimlerde aramak tarihsel gerçeklere daha uygun olur.



    Böylece, Batılılaşma ile, Türkiye'ye kapitalizmin bir iktisadi sistem olarak girişi arasında bir koşutluk olduğu açıktır.

    Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu, bir burjuva sınıfı yaratarak kapitalizme geçme konusunda, zaman bakımından da geç kalmıştı. Kesin ıslahat hareketlerine girişildiği dönemde, yani 19. yüzyılda, kapitalizm, kendisine ortak kabul etmeyecek ölçüde güçlenmişti çünkü. Böylece, Türkiye'de, Batı kapitalizmiyle işbirliği yapabilecek derme çatma bir ticaret burjuvazisinin doğup gelişmesine izin verilebilirdi ancak. Doğuşunda "ulusal" olmayan bu sınıf, "dışarıya bağımlı" olarak kalacaktır.

    Gelişen kapitalizm de öyle.

    Yönetici kadronun belli bir kesimi ile birkaç iyi niyetli aydın, Batı kurumlan topluma aktarılınca geriliğin üstesinden gelinebileceğine ve böylece çökmekte olan imparatorluğun kurtarıl ab ileceğine inanmışlardı. Ne var ki, Batılılaşma hareketinin asıl itici gücünü, Osmanlı egemen güçleriyle, Batı kapitalizminin kendisi oluşturmuştur: Osmanlı toplumunda artık-ürünü ele geçiren kesimle, Ba- tı'nın istekleri bu dönemde birbirine uygun düşüyordu. Öyle olunca da, hiç çekinilmeden, tam bir liberal uygulamaya geçilir ve Baü kuramlarını topluma aktarma da "reform" diye halka sunulur.

    Ancak, bizdeki Batılılaşma hareketi, aşağıdan gelmez. İç dinamiğin, giderek halk kitlelerinden gelen istemlerin ortaya çıkardığı bir hareket değildir. Tersine, egemen sınıf ve zümrelerin kendi iktidarlarını uzatmak için giriştikleri; böylece, yığınların yararına herhangi bir yapı değişimini içermeyen yalınkat bir hareket olarak kalır. Hareketin iktisadi, sosyal ve siyasal alandaki bu yalmkatlığı, düşünce akımlarında, daha genel bir deyimle, kültürde de apaçık görülür. Son olarak, Batılılaşma, ekonomik ve sosyal açıdan etkinlik taşıyan bir hareket değildir; ne toplumun temellerine ne de halkın yaşamına işlemiştir.

    19. yüzyılda başlayan ve bugün de sürdürülen Batılılaşma hareketi, nasıl bir tablo ortaya çıkarır?



    - İktisadi planda, Batı kapitalizminin Türkiye üzerindeki emelleri gerçekleşir.

    Daha önce de anlattığımız gibi, 1838'de İngilizlerle imzalanan Ticaret Antlaşması'nm açtığı, daha sonra çeşitli "reform'Tarla gelişen çığır, imparatorluğu sonunda Batı kapitalizminin "yarı-sömürgesi" durumuna düşürür. Bu anlamda, Batılılaşma ile Osmanlılarm yarı-sömürgeleş- meleri arasında bir koşutluk vardır.

    Ve yalnızca kötü bir rastlantı da değildir bu.

    Bugün de, Türk ekonomisini Batı kapitalizmine daha da bağımlı kılacak birtakım girişimlerde (örneğin Ortak Pazar'a girme) bulunurken, -dışarıdan ve içeriden- ortaya atılan gerekçeler arasında "Türkiye'yi Batılı bir ülke haline getirmek" düşüncesine sık sık rastlanır.


    • Sosyal planda, bir "ikileşme"nin içine itilir toplum.

    Gerçekten Batı'ya benzemek için Batı kurumlarını aktarmak, çoğu halka karşın yapılmıştı. Bütün bu çabalar, hep halktan kopuk, giderek halkın zararına ve tepeden inme bir nitelik taşıyınca, Batıcılık halka ters düşecek ve toplum, iki yüzyıla yakın bir süredir devam eden bu ikileşmenin içine itilecekti.

    Bu ikileşmenin sosyal yaşamdaki görünüşünü, İsmail Cem güzel belirtiyor: "Batılılaşmaya yönelenlerin ilk yapacakları, üzerinde iğreti duracak bir Avrupai görünüşe bürünmektir. Uzun süre Batılılaşma, cümleler arasına sıkıştırılan ve çoklukla yanlış kullanılan üç-beş Fransızca sözcükte ifadesini bulacak; Türkiye'nin koşullarıyla ve halkla alay edermişçesine sürdürülen israfçı bir yaşantı önce eski İstanbul'un "Cercle'Terinde, sonra Cumhuriyet Ankarası'nın "Palas'Tarmda, giderek modern İstanbul'un " Kulüp'Terinde yeni kültürün nişanesi olarak belirecektir. Batı kültürünün üstün nitelikleri olan araştırıcılık, yaratıcılık, hoşgörürlük gibi özelliklerin bizim yerli Batıklarca benimsenmesi boş yere beklenecektir.


    Yüklə 1,37 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   46




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

        Ana səhifə