Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə33/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   46

Geleneksel kültürlerini koruyanların içe dönüklüğü ise, onları sömüren ve ekonomik anlamda tutucu olan zümrelerin eline güçlü bir koz verecektir. Halkın, kendi erdemlerine çok yabancı bulduğu yeni kültür karşısında gösterdiği tepkinin kapsamını, bu zümreler ustalıkla genişletecek ve tepkinin koruyucu kanadı altına bütün bir ekonomik düzen de sokulacaktır."I

  • Kültürel planda, Batılılaşmanın yarattığı çoğu edebiyat ve düşünce ürünleri de, topluma yabancı kalmışlığın ve taklitçiliğin belgeleridir.

Türk düşünce dünyası, tam anlamıyla bu yabancılaşmayı aşabilmiş, giderek taklitçilikten kurtulabilmiş değildir henüz. Batı, her yaptığımız işin ölçüsüdür. "Doğrunun araştırılması" yerini "Batı'ya uygunluğa" bırakmıştır. Hiçbir gerçek felsefi gereksinmenin karşılığı olmayan ve sadece taklitçilikle şu ya da bu düşünceyi Türkiye'de tanıtmakla yetinmek, yani "fikir ithalatçılığı" yapmak bizim kültür yaşamımızın temel özelliklerinden biridir. Öyle olduğu içindir ki, Batılılaşma hareketi içinde gerçek bir felsefe okulundan ve "filozof" tan bahsedilemez. Ancak, Osmanlı top- lumunun eski ideolojik yapısının yerine konmak üzere, Ba- tı'dan aktarılmış ve sadece günümüz gereksinmelerine yanıt verir yalınkat düşünceler ileri süren "ideologlardan ya da dayanıksız bazı fantezilerden bahsedilebilir.

Bu süreç içinde, belli bir "aydın tipi" de ortaya çıkar.



Selahattin Hilav'm deyimiyle, "iki dünya arasında kalmış; eski dünyasını kaybetmiş, ama yeni dünyasına henüz ulaşmamış" bir aydın tipidir bu. "Kendi durumunu açıkça göremez; kendi bilincine ulaşmasını sağlayacak şartlar ve birikim henüz ortaya çıkmamıştır. Taklitle ve 'kendini şu ya da bu sanma' ile tatmin olur; düşüncesini derinleştirmeye, köklü eleştirilere yönelmeye, kendini aşmaya ihtiyaç duymaz. Henüz iyimserliğini kaybetmemiş; içinde bulunduğu çıkmazı fark etmemiştir. Batıdan Le Play'nin 'sosyal bilimler' metodunu ya da Durkheim'm 'sosyolojisi'ni getirmekle, her derde devam bulacağını sanır. Islahat devri aydını, hem iyimser, hem de felsefi bakımdan 'idealist'tir. Yani fikir, bilgi ve eğitim yoluyla toplum hayatını düzene kavuşturacağına inanır, meselenin her şeyden önce 'bir kültür ve ahlak meselesi' olduğunu söyler. Kültür ve ahlakın bir 'neden' değil bir sonuç olduğunu göremez. Bundan ötürü emir vererek tepeden 'devrim' yapılabileceğini sanır; halkın bu 'devrimleri' benim- semeyişini anlayamaz ve hayretle karşılar. Kısacası, bu aydın tipi henüz kendi yalınkat düşüncelerinin ötesine geçememiş, kendisini içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumun öteki toplumlarla olan ilintisini nesnel bir şekilde kavrayamamıştır. Yani 'kendinin-bilinci'ne ulaşmamıştır."I

Bu aydın tipine, toplumumuzda, yalnız "Batılılaşmacı" burjuva çevrelerde rastlanmaz. Onun bir başka çeşidi, "sol" çevrelerde dolaşır: "Diyalektik materyaliznT'e inan-

dığını söylediği ve gerçekten de inandığı halde, "metafizik" yöntemle düşünen ve eyleme kalkan; çok daha başka koşullarda başarıya ulaşmış şu ya da bu "sosyalist dev- rim"i kuru bir model olarak alıp, her türlü nesnel koşulları göz ardı ederek, Türkiye'de tıpatıp gerçekleştirmek isteyen, taklitçi, ezberci, slogancı, şamatacı bir tip.

"Türkiye solu"nun baş belalarından biri de budur!

Ve halk kitlelerine uzaklık bakımından, bu tiple "Batılılaşmacı" tip arasında pek büyük bir fark da yoktur!

Sonuç

Bu açıklamalardan sonra -yakın tarihimizin bize öğrettiklerine de dayanarak- bir değerlendirmede bulunacak olursak, Batılılaşmacı görüşün Türk toplumunun çoğu sorunlarını yanlış yansıttığım, yetersizliğini kabul etmek zorundayız.

Gerçekten, Batılılaşma düşüncesi, toplumun somut verilerini, olanı çarpık bir şekilde yansıtmıştır, saptamaları yanlıştır. Bu saptamalardan hareket ederek doğru sonuçlara ulaşmak olanaksızdır. Hareket noktası yanlış olursa, doğru bir sonuç vermemesi doğaldır. Gerçekten en iyi niyetli ve yetenekli yaklaşımlar, sığ bir yerde takılıp kalmıştır. Türk toplumunun sosyo-ekonomik yapısını, tarihsel plandaki yaşanmışlığını dikkate almayan girişimler, toplumu ve içindeki insanları çarpıtmaktan başka bir işe yaramamıştır. Burjuvası olmayan bir toplumda burjuva dünya görüşünü uygulamaya çalışmakla; ne bir burjuva sınıfı yaratılabilmiş, ne de burjuva dünya görüşü -bütün boyutlarıyla- yerleştirilebilmiştir. Toplum, kendine yabancılaştırılmış, iktisadi yapısında zorla ortaya çıkarılan çarpıklıklara uygun, ama tarihsel ve sosyal gelişimine yabancı bir ideolojinin arkasından gitmeye mahkûm edilmiştir. Türkiye'nin ve Türkiyeli insanın gerçeklerine hiç -ama hiç- uymayan bir ekonomik, sosyal, kültürel ve hukuksal düzeni ona zorla kabul ettirmeye uğraşmak, günümüzdeki bütün tutarsızlıkların nedenidir.

Batılılaşma, iktisadi plandaki "sömürünün üstünü örtmeye yarayan bir şaT'dır aslında.

Böylece, Tanzimat'la başlatılan üstyapı değiştirmelerinin toplumu ileri götürür bir niteliğinin bulunmadığını

kabul etmek zorundayız. Batılılaşma hareketinin bu niteliği, tarihe ve sosyal olaylara, bilimsel açıdan yaklaşan ya- zarlarca iyice açığa çıkarılmıştır. Ne var ki, yeni yeni ortaya çıkan bu bilimsel gerçekler, düşünce dünyamızda kolay kolay kabul edilmemekte, tepkiyle karşılanmaktadır.

Gerçekler, kendilerini kesin olarak kabul ettirinceye dek, sürecektir bu tepkiler de...

DAHA ÇOK BİLGİ

Selahattin Bağdatlı, "Batılılaşma Düşüncesine Başlangıç Taslağı", Türkiye Defteri, Nisan 1975, sayı 18, s. 502-506.

Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973.

Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara, 1975.

C. W. Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu, İstanbul, 1979.

İsmet Zeki Eyüboğlu, Tanrı Yaratan Toprak, İstanbul, 1973.

Halikarnas Balıkçısı, Anadolu'nun Sesi (Tarih ve Hellenizm), İstanbul, 1971.

Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1972.

Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, 2. Bası, İstanbul, 1979.

OKUMA


KÜLTÜRÜMÜZÜN KÖKENLERİ SORUNUNA
NASIL YAKLAŞMALIYIZ?


Yarım yüzyıla yakın bir süredir Türk kültürünün kökenlerini araştırma çabası içindeyiz. Ama, doğrusu, bu alanda belirli bir bileşime, bir senteze varmak şöyle dursun, kültürümüzün kökenleri konusunda bir anlaşmaya bile varmış değiliz. Kültürümüzün kaynakları nerededir, nereden çıkmaktadır? Şimdiye değin öne sürülen görüşlere bu sorunun egemen olduğu anlaşılıyor; soru kapsamlı olarak ve yeterince yanıtlanmadan bir bileşime varmanın olanaksız olduğu sanılıyor. Başka bir deyişle, bugüne değin süregelmekte olan yöntem, "önce kültürümüzün kökenlerini araştırmaya yönelmeli, ondan sonra ulusal bir bileşime gidilmeli" biçiminde ortaya konulmuştur. Doğallıkla bu, doğru bir yöntemdir. Ancak, büyük bir yanılgıya düşülüyor.

Kültür kaynaklan saptandıktan sonra, bu kaynaklardan yararlanarak bir bileşime gidilecek yerde, kökendeki kültür bir bileşim sayılıyor. Oysa geçmiş bir kültürden bir bileşime gitmek başka, geçmiş bir kültürü bir bileşim sayarak çağımızda geçerli kılmak başkadır. Bu yanılgıya sürekli olarak düşülüyor.

1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi, bu yanılgının ilk örneğini vermiştir. Türk kültürünün kökenlerinin bilimsel bir yaklaşımla ele alınması savını taşıyan bu kongre, resmî tarih görüşünün yürürlüğe konduğu bir kongre olmuştur. "Orta Asya'nın otokton halkının Türk olduğu" savında düğümlenen bu tarih görüşü, üstü kapalı bir kültür anlayışını içeriyordu. Birinci Türk Tarih Kongresi'ne katılanlardan İhsan Şerif Bey'in sözlerine bakılırsa, "bütün dünyaya şamil olan medeniyetin mebde ve menşei Orta Asya yaylasıdır. Orta Asya'nın otokton halkı da Tiirkler olduğuna göre, o medeniyetin naşir ve nakilleri de Türkler olacaktır." Bu görüş, Türk kültürünün geçmiş bütün kültürleri kapsayan, onlara yol açıcılık eden bir kültür olduğu doğrultusundadır. Birinci Türk Tarih Kongresi, kültürümüzün kökenlerini Orta Asya Türk halklarının geliştirdikleri kültürlere bağlıyor böylece.

Bundan sonraki yıllarda kültürümüzün temellendirilmesi işinin ertelendiğini, ulusal bir bileşime varılması amacıyla Türk kültürünün kökenlerinin araştırılmasının bir yana bırakılarak Batı kültürünün benimsenmek istendiğini görüyoruz. Burada Birinci Türk Tarih Kongresi'nde egemen olan görüşten radikal bir sapma söz konusudur. Batı kültürü, Orta Asya'nın otokton halkı olan Türklerin oluşturdukları bir kültür sayılmamaya başlanıyor. Bu konuda en "Batılı" düşünürümüz Ataç olmuştur. Ancak, o da belirli bir çelişkiyi getiriyordu: Batı uygarlığını hazırlayan kültür birikimini Orta Asya'nın otokton halkı olan Türklerin sağladığı konusundaki aşırı ulusçu tez, bilim doğrularından uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakılmıştı. Ataç, bu tezi benimsememekle "olumlu" bir gelişmeyi hazırlıyordu ama, Batı kültürü varken ulusal bir bileşime gitmenin gereksizliğine kapılarak "olumsuz" bir gelişmeye de öncülük ediyordu. Yazılarından anlaşıldığı kadarıyla Ataç'm kültür anlayışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanıyordu; evrensel bir kültürün temellendirilmesi söz konusu olunca, ulusal bir bileşime, Türk kültürü açısından özgün, "sui generis" yapılara gitmek gereksizdir. Batı kültürünün temellendirilmesi işini üstlenmek, giderek, eski Yunanca ve Latince öğrenmektir yapılacak iş. Görülüyor ki, Birinci Türk Tarih Kongresi'nin, "Batı kültürünün temelini oluşturan Orta Asya'nın otokton Türk halklarıdır" tezi gibi bilimsellikten uzak ve aşırı duygusal ulusçuluk bilincinin yerini, "Türk kültürünü temellendirmek diye bir şey söz konusu olamaz. Batı kültürünü benimsemek gerekir" gibi ters doğrultuda, ama o ölçüde aşırı duygusal bir evrensellik bilinci almıştır. Bu kültür anlayışının aman vermez savunucusu da Ataç'tır.

Kuşkusuz, aşırı Batıcılık ya da evrenselcilik tezinin geçerlik kazanmasında tek parti yöntemi siyasasının büyük payı olduğu kadar, 1930'larm aydınlarının kültür problemlerini edebiyatın ötesinde bir yapı sorunu olarak ele almayı düşünmemiş olmalarının da payı vardır. Ataç bir edebiyat adamıydı, bir kültür adamı değil. Onun "bölmeli kafa'Tılığı, kültür problemlerine bir edebiyat adamı olarak yaklaşmasmdadır. Bir bileşim bilinci yoktur Ataç'ta. Edebiyat adamlarımızın kültür problemlerine özellikle Türk kültürü bağlamı içinde yaklaşmayı denemeleri ise, ister istemez, Ataç'ı aşacaktı elbet.

Tek parti yönetiminin aşırı Batıcı kültür politikasından çıkarak, Türk kültürünün kökenleri üzerinde düşünen aydınlarımızın başında Sabahattin Eyüboğlu geliyor. Kültür problemlerine, edebiyatın ötesinde bir yapı olarak yaklaşan Eyüboğlu, bir başka tezle çıkar karşımıza: Türk kültürünün kökenini, Orta Asya'da ya da Batı'da değil, Anadolu'da aramak gerekir. Türk kültürü, Anadolu topraklan üzerinde uygarlıklar kurmuş halkların, Anadolu halklarının oluşturdukları kültürlerin özümsemesidir. Böylece, Anadolu insanının geçmiş yüzyıllarda geliştirdiği kültür birikimlerini temellendiren hiimanizmacı bir kültür anlayışına varılmak istenir. Kültürler arasındaki yapı farkları önemsenmeyerek YunusTa Homeros, Anadolu hü- manizmasının birer büyük yol açıcısı sayılır. Giderek Anadolu hümanizmasınm "bütün insanı" ortaya koyan bir kültürle biçimlendiği öne sürülür. 1960 sonrasına kadar hümanizmacı tezin aydınlar kesiminde büyük yankılar uyandırdığını görüyoruz. Bu ilgi bugün de süregitmektedir, ama eskisi kadar saygınlık görmemektedir.

Hümanizmacı tezin karşısında bir başka tezle, Osmanlı tezi

ile çıkılmıştır. Türk kültürünün köki'iıliTİnin Osmanlı kültürüne indirgenmesi savında beliren Osmanlıcılık tezinin kuramcısı Kemal Tahir'in tarih ve uygarlık görüşü, Osmanlı kültürünün getirdiği perspektiflerle sınırlıdır. Ona göre bize her türlü kötülük Batı'dan, Batılılaşma'dan gelmiştir. Bu yüzden Osmanlı kültürü egemen kılınmalı, bir tür Osmanlı revivalizmine gidilmelidir. Bu tezin, Osmanlıcılık konusunda art niyetler taşıyan reaksiyoner çevrelerde uyandırdığı yankılar üzerine duracak değiliz. Ancak bunlardan bazılarının Kemal Tahir'in adını anarak bir Osmanlı Rönesansı'ndan söz ettiklerini söylemekle yetinelim. Osmanlıcılık tezinin sinema alanında uygulanmasını yürekten üstlenmiş görünen bir film adamımızın ise, işi Yusuf Vehbi'li Arap filmlerinin övgüsüne vardırdığına tanık olmak, Türk kültürünün kökenlerini saptama ile ulusal bir bileşime varma sorununun birbirine nasıl karıştırıldığının en iyi örneği olsa gerekir.

Orta Asya tezi, Batıcılık tezi, hümanizma tezi, Osmanlılık tezi derken, son günlerde bir başka düşünce ortaya çıkmıştır: Selçuk tezi. "Selçuklu Işığı" tezinin kuramcısı Ferit Öngören'dir ve ona göre Türk kültürünün kaynaklarını Selçuklu devletinde aramak gerekir. Görülüyor ki, son kırk yıldır kültürümüzün kökenleri üzerinde bir uzlaşmaya varılmamıştır. Gerçekten sorun bu değildir. Türk kültürünün kökenleri Orta Asya'da mıdır, Ba- tı'da mıdır? Anadolu'da mıdır, Osmanlı'da mıdır, Selçuklu'da mıdır? Sorun bu doğrultuda ele alındığı sürece işin içinden çıkmanın olasılığı yoktur. Bu tür önerilerin sonu olmadığı gibi, belirli bir ulusal bileşime varma amacı göz önünde tutulmadan, kültürümüzün kökenleri üzerinde varsayımlara girişmenin anlamı da olamaz.

Öyleyse ne yapılacaktır?

Yapılması gereken, sorunu bir yöntemle ele almaktır. Türk kültürünün kökenlerinin araştırılması ancak bir dünya görüşünü içeren ulusal bir kültür bileşimine varılması amacını taşıdığı sürece bir anlam kazanır. Bu yapılmadıkça, kökenlerin Osmanlı ya da Selçuklu kültür yapılarına dayandırılmasının somut ve yapıcı bir işlevi olamaz. Bu işlevi, ancak, belirli bir amacı, ulusal ve çağdaş bir kültür bileşimine varma amacını sürekli olarak göz önünde bulundurmakla sağlayabiliriz. Demek ki sorun, Türk kültürünün kökenlerinin saptanması gibi bir başına ele alı-

nacak basit ve tarihsel bir sorun olmaktan çok, ulusal bir kültür bileşimine varılmasını öngörmek gibi bir yöntem sorunu olarak çıkıyor karşımıza. Bu kültür bileşimine varmak ise, geçmişte var olan bir kültürün bulgulanması, aydınlığa çıkarılması anlamında edilgen (pasif) bir iş değil, geçmişte var olan kültürlerden yararlanarak ortaya bir yapı çıkarmak anlamında etkin (aktif) bir uğraştır. Bunun için de, önce içinde yaşadığımız çağı ve toplumu, bu toplumun belirgin yapısal karakteristiklerini dikkate almak, bu karakteristikleri geçmiş kültürlerle olan köklü ve derin ilişkilerini aydınlığa çıkarmak gerekiyor. Ulusal bir kültür bileşimine varmak için tutulacak yol, dünden bugüne gelmek değil, tam tersine, bugünden düne gitmektir. Dünden bugüne gelmek ister istemez, geçmiş bir kültürü bugün de geçerli kılmak eğilimini de birlikte getiriyor. Üstelik, çağdaş Türk top- lumunun yapılarına geçmiş ya da bugün süregitmekte olan kültürlerin ne ölçüde yansıdığım bulup irdelemek, bizi kültürümüzün kökenleri konusunda çok daha sağlam, tutarlı ve nesnel varsayımlara ulaştırabilir.

(Hilmi Yavuz, "Kültürümüzün Kökenleri mi?"

Varlık, sayı 781, s. 5, 26)

SORULAR


  1. Kültür tarihimizde belli başlı kaç kültür değişimi evresi vardır? Ve hangileridir bunlar?

  2. Anadolu'nun, kültür tarihi bakımından önemli özellikleri hangileridir? Anadolu'da oluşmuş "İslam-Türk bireşimi"nin ana çizgileri nelerdir?

  3. "Batılılaşma hareketi" deyince ne anlaşılır? Bu hareket, ne zaman ve niçin doğar? İktisadi, sosyal ve kültürel bakımlardan ne gibi sonuçlar doğurur bu hareket?

  4. Batılılaşma hareketinin ortaya çıkardığı aydın tipi, nasıl bir tiptir?

  5. Batılılaşma hareketi hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Kültürümüzün kökenleri konusunda ne gibi tezler ileri sürülmüştür? Bu düşüncelerin eksik yanları nelerdir? "Ulusal ve çağdaş bir kültür bireşimi"ne varmak için ne gibi bir yönteme başvurmalıdır aslında? (Okuma parçasını okuyunuz.)

KÜLTÜRÜMÜZÜN SORUNLARI VE GELECEĞİ



Sorunlar

Kültürümüzün yığınla sorunu var bugün.

Yerini düzensiz, beğenişiz, iğreti, bayağı ve yoz bir “yığın kiiltürü"nüıı aldığı, halkımızın o yüzyıllar boyu oluşturup yaşattığı, ama bugün gitgide aşınıp yok olmaya yüz tutan gerçek "halk kültürü"ne sahip çıkma sorunu var; "kitlelere ulaşma" sorunu var; "burjuva kültürü ile sosyalist kültür arasındaki ilişkiler" sorunu var...

Ve bütün bu sorunlar, aslında koşulları son derece ağır ve nankör bir ortamda çözüm bekliyor.

Halk kitlelerine, "her şeyi talihe bırakmayı" aşılayan -bir yazarımızın "piyango kültürü" dediği- gerçek bir "kültürsüzleştirme" politikasının beyinleri yıkayıp koşullandırdığı, egemen sınıfların, giderek tekelci sermayenin özgür düşünce ve onun ürünlerine karşı açıkça kültür düşmanlığı yaptığı bir ortamdır bu.

Kapitalistleşme sürecine geç girip, bir çıkmazın içinde iki yüzyıldır bocalayan bir toplumda, aslında olağan bir sonuçtur bu gelişmeler...

Doğrusu istenirse, Türkiye'de bir "kültür devrimi"ne gerek var.

Bu gerek, dışardan aktarma değer yargılarını bir yana iterek, bilimi egemen kılma dönemini açacaktır. İnsanlığın ve uygarlığın Yunan ile başlayıp Batı ile bitmediğine parmak basmak zorundayız. Yeni bir dünya kuruluyor; bu dünyanın dışında kalmak, çağdaş uygarlığa sırtımızı dönmek demektir.

Batılılaşamayız, doğru; ama çağdaşlaşabiliriz.

Çağdaşlaşmak ise, her şeyden önce bir "yöntem" sorunudur: Doğaya, topluma ve insana, "akılcı" ve "diyalektik" bir açıdan bakmak yani. Ve sorun, bu yöntemi egemen kılma sorunudur aynı zamanda; soyuttan somuta, kuramdan uygulamaya, tek kelimeyle yaşama geçirmek...

Geleceğe uzanan bir oluşum içinde sanat ve edebiyatın işlevi nedir?

Bu soruya sağlıklı bir yanıt verebilmek için, Türki-

ye'd e, sanal ve edebiyatın dünden bugüne izlediği çizgiyi saptamak gerekir.



Türkiye'de sanat ve edebiyatın izlediği çizgi

Osmanlı toplumunun kuruluşundan 19. yüzyıla değin geçen dönem içerisinde sanat ve edebiyat, halk sanat ve edebiyatı ile egemen sınıfın sanat ve edebiyatı olmak üzere ikili bir nitelik taşımıştır.

Halk sanat ve edebiyatı, bir ölçüde, egemen sınıfın sanat ve edebiyatından etkilenmişse de, -genel olarak- sosyal değişime bağlı bir evrim çizgisi izlemiş, dinselden sosyale doğru gelişmiştir.

Egemen sınıf sanat ve edebiyatı ise, -ıslahat yoluyla toplumu düzeltme anlayışının uç verdiği Nâbi dönemi ile, gününü gün etme anlayışının etkinleştiği Nedim dönemini saymazsak- 19. yüzyıla değin "zaman ve mekân dışı bir nitelik" taşımış, yerli koşulların belirlediği bir evren yerine, "dışarıdan aktarma bir evren"in, özellikle İran sanat ve edebiyatının sözcülüğünü yapmıştır.

Ne var ki, 19. yüzyılda ortaya çıkan ve Batı'nın yörüngesine girmekle eş anlamlı olan Batılılaşma çabaları içerisinde, egemen sınıf sanat ve edebiyatında bir yarışma ortaya çıkar: O güne dek süregelen değerlerin sözcülüğünü yapmak isteyenlerin oluşturdukları sanat ve edebiyatın karşısına, Batı'nın belli bir tarihsel evrim sonucu oluşturmuş olduğu değerleri yansıtmak isteyenlerin sanat ve edebiyatı çıkar.

Birinci gruptakiler, Batılılaşma çabalarının sonuçlarını saptama yönünden gerçekçi olmakla beraber, eskiye sarılmakla "gerici"; ikinci gruptakiler ise, sözcülüğünü yaptıkları değerleri besleyecek iktisadi bir tabana dayanmamaları yüzünden "taklitçi" bir nitelik kazanırlar. Böylece, geri bıraktırılmış bir ülke durumuna düşen Osmanlı toplu- munda sanat ve edebiyat, giderek toplumun çıkarlarını değil de, emperyalist Batı'nın çıkarlarını savunan bir duruma düşer.

Cumhuriyet'le beraber, sanat ve edebiyat planında önemli değişiklikler ortaya çıkar.

Bu dememde, bürokratik mekanizma ile bütünleşme halinde olan sanat ve edebiyatçılar, Osmanlı sanat ve edebiyat geleneğinin bütününe sırt çevirmişler; laikleşme çabalarına koşut olarak bu kalıpları ayıklamışlardır. Roman, Osmanlı egemenlerinin yaslanmış olduğu değerleri mahkûm etmekte ve Cumhuriyetçi değerleri yükseltmekte bir araç olarak kullanılırken, şiir alanında, aruz veznine cephe alınarak, -ulusal vezin olarak kabul edilen-hece vezni baş köşeye geçirilmektedir. Yerli bir açıya ulaşmak yönünden olumlu gibi gözüken bu tutum hece vezninin belli bir işlevi yerine getirdiği dönem koşullarının dikkate alınmaması nedeniyle, geriye dönük bir nitelik kazanacaktır giderek.

Bu gelişmeler içinde, olumlu adımlar, Nâzım Hikmetle Sabahattin Ali'den gelir.

Her iki yazarın gelenek karşısındaki tutumları, geleneksel kalıplar içerisine sıkışmak değil de, onu aşmak niteliğinde olduğundan, ilerici bir özellik taşımış; sözcülüğünü ettikleri sınıfın niteliği sonucu olarak da, devrimci bir boyuta varmıştır.

Hatırlatmaya gerek yok: Emek-sermaye çelişkisini eserlerinde işleyen bu iki sanatçı baskıdan baskıya uğrarlar...

Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali ile beraber, 1940 yılları içerisinde anti-faşist bir tutum takman öteki devrimci yazarlar -yapay yollarla- okurlardan koparılmaya çalışılırken; onların yerine -uyuşmacı bir sanat çizgisi olan- "Garip Çizgisi"nin yerleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.

1950-1960 dönemi içerisinde ise, -ekonomide olduğu gibi- sanat ve edebiyatta da emperyalizm egemendir. Marksizmin panzehiri olarak görülen varoluşçuluk gündemdedir artık. İkinci Yeni, ilerici-devrimci bir sanatmış gibi tezgâhlanmaya çalışılmaktadır. 1960'lara değin uzanan bir karanlık dönem içerisinde, ülkenin geri kalmışlığı edebiyat üzerinde de etkilerini göstermekte; sanat, emperyalist güçlerin çıkarlarının sözcülüğünü yapmaktadır: Bunaltıyı, boğuntuyu, yılgınlığı... ön plana alarak. 1960 sonrası döneminde, anti-emperyalist güçlerin siyasal planda

ağırlıklarını duyurmalarına koşut olarak, anti-emperya- list yanı ağır basan bir devrimci sanat ve edebiyat cephesi oluşmaya başlamış, iç ve dış hasımlarına karşı -amansız- bir mücadeleye girişmiştir.

Bu açıdan bakıldığında, bugün Türkiye'de birbirlerinden keskin çizgilerle ayrılan iki sanat ve edebiyat cephesinin var olduğu görülür: Devrimci sanat ve edebiyat cephesi ile karşı-devrimci sanat ve edebiyat cephesi.

Bunları kısaca görelim.I



İki cephe

- Devrimci sanat ve edebiyat cephesi nelerden oluşuyor?

Türkiye'nin içinde bulunduğu geri kalmışlıktan kurtulması için kitlelere soluk iletmeye çalışan devrimci sanat ve edebiyat cephesinin iki bileşeni vardır: işçi sınıfı sanat ve edebiyatı ile etkin küçük burjuva sanat ve edebiyatı.


  • Günümüze değin gelen zaman süresi içerisinde işçi sınıfı sanat ve edebiyatının, onun ideolojisini benimseyen ve onun özgürlüğü yolunda mücadele eden kişilerce oluşturulmuş olduğunu görüyoruz. Nâzım Hikmet'le başlayıp, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmet Arif... kanalıyla günümüze ulaşan bu sanat ve edebiyatın geçmiş dönemdeki görünümü, emek-sermaye çelişkisini emekten yana işlemiş olmasıdır.

Günümüzdeki görünümü ise, anti-emperyalist ve emekten yana olma biçimindedir.

  • Küçük burjuva sanat ve edebiyatının, etkin ve edilgen küçük burjuva sanat ve edebiyatı biçiminde bir ayrışmaya uğraması, emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişkinin baş çelişki durumuna gelmesiyle söz konusu olmuştur. Bu sınıf sanat ve edebiyatının belirleyici özelliği, küçük burjuvazinin emperyalizmle olan çelişkisini dile getirmesidir, işçi sınıfı sanat ve edebiyatından, emperyalizmle olan çelişkinin çözümlenmesinden sonra kurulacak olan sistemin niteliklerini yansıtması açısından ayrılır.

- Karşı devrimci sanat ve edebiyat, işçi sınıfının ve onun anti-emperyalist nitelikli yandaşlarının uyanışım geciktirmeyi ve iilke içerisindeki feodal artıklarla tekelci sermaye sahipleri arasındaki bağlaşıklığın sürmesini arzulayanların ortaya koydukları sanat ve edebiyattır.

Bu sanat ve edebiyat, üç bileşenlidir: Kozmopolit sanat ve edebiyat, edilgen küçük burjuva sanat ve edebiyatı ile feodal sanat ve edebiyat.


1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə