Varolmanın Dayanılmaz Hafifliрi
MILAN KUNDERA
ÖNSÖZ
1950 sonrasının Doрu Avrupa romanını ilkin "sosyalist gerçekçi"
eserlerden tanımıştık. Formüllere göre yazılan bütün
edebiyatlar gibi, belirli bir klişeleşme, standartlaşma, bir "ortalamalık"
vardı bu romanlarda. Anti-Nazi direniş, yeni toplumsal
düzenin kuruluşu vb. ortak deрer yargıları, ortak yaklaşım,
ortak üslupla anlatılıyordu. Bu "gerçekçi"liрin, sözkonusu
ülkelerdeki "gerçek"liрe pek uymadıрı da seziliyordu.
Daha sonraları, Sovyetler Birliрi de dahil olmak üzere,
çeşitli "Doрu Bloku" ülkelerinin "sosyalist" olmayan edebiyatlarıyla
da karşılaştık, tanıştık: Bazıları, Bulgakof gibi, sosyalist
olmadıkları gibi "gerçekçi" de deрildi. Bazıları, Ivan Denisoviç
ve Kanser Koрuşu'nun Soljenitsin'i gibi, sosyalist deрil,
ama bir tür "anti-sosyalist naturalist"ti. Birçoрu, özellikle
başlangıçta, kendi ülkelerinde -epey zorlukla da olsa- yayımlamışlardı
kitaplarını. Bu kitapların çok popüler olduрunu,
kapışıldıgını ve kalmadıрını, daha sonraki baskılara da pek
hızlı geçilmediрini öрreniyorduk.
Ilk gördüрümüz "sosyalist gerçekçi" romanlara göre, bunlar
doрrusu daha ilginç gibiydiler. Ötekilerde sezdiрimiz o
güdümlü ve gerçek dışı "gerçekçilik" bunlarda yoktu. En
azından "muhalif'tiler ve güzel sanatlarda muhalefet her zaman
daha köklü bir estetiрe imkan hazırlar. Gelgelelim, bu
romanlar da bir tuhaftı sanki. Çoрunda, teknik düzeyde bir
yenilik yoktu; veya olan yenilik, birçok üstün eserde gördüklerimizin
oldukça silik ve yavan tekrarlarıydı. Özü anlaşılmadan,
sindirilmeden yapılmış teknik kaprisler! Içeriklerine bakıldıрında,
birçoрunun, karşıtı oldukları formüllü edebiyat
kadar şematik oldukları da görünüyordu. Şüphesiz, sosyolojik
anlamda onlardan daha ilginçtiler. Ama ne estetik, ne de
biraz derin bir içerik düzeyinde, onları aşmıyorlardı. Uygulanan
sosyalizm ve bunun bireysel düzeydeki sonuçlarını eleştirmekti
ortak paydaları. Iç döküyor ve rahatlıyorlardı sanki.
Çıkış noktaları, genel ve ortalama, dolayısıyla soyut bir "insan"dı.
Sosyalist gerçekçiler gibi, muhaliflerin çoрu da sanatsal
olarak "ortalamalıрı" yenemediler.
Son yılların tanınmış Çek romancısı Milan Kundera, bu
iki kategoriden de farklı görünüyor. Temalarını, konularını
oradan seçse de, bir "Doрu Avrupa" romancısına benzemiyor
bir kere. Doрu Avrupa sorunlarını, bir "dünya" romancısı
olarak ele alıyor. Hayatın görünür yüzeyine dikkati bir hayli
keskin, duyusal dokusuna duyarlıрı da çok gelişmiş, ama
bunların ötesinde bir bilgelik düzeyinden baktıрına, gördüрüne,
anladıрına okuru inandırabiliyor. Sanatçı her zaman somut
bir yaşantı dilimini anlatır, ama o somutlukla içiçe, bir
soyut bilge kapısı aralar insana ("bilgi" deрil, "bilgelik"). Çoрu
Doрu Avrupa romancısında bulunmayan bu derinlik,
Kundera'da var.
Çekoslovakya'nın kültürel birikimi bu bakımdan belki
Kundera'ya yardımcı olmuştur. Doрu ve Batı bloklarının arasında,
ikisini de çok iyi bilen, ikisinden de olamayan bir yazar.
Özellikle bu romanda kitsch üstüne yazdıрı sayfalarda
görüyoruz bu kavrayış genişliрini. Kültürler, kültürler içinde
oluşmuş duygusallık görenekleri, aynı zamanda ikiyüzlülük
görenekleri, bunların Doрu ve Batıdaki asimetrik oluşum biçimleri
Kundera'nın en fazla hakim olduрu yaşantılar arasında.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliрi'ni okurken, bu kitapta
"yazarın sesi"ni (bu, Kundera'nın kendisi olmayabilir) tanıdıрım
yazarlar arasında en çok John Berger'in sesine benzettim.
Bu benzetmenin bir nedeni, iki yazarın da genelde tikel
arasında bir ilintiyi keşfetme çabalarıydı belki. Yer yer bir
denemeciyi andıran bir tavırla, hayatın bir noktası üstüne
düşünceye dalmaları (ama düşünürkenki "dil"leri, yaşantının
sıcaklıрını hep koruyarak) ve ardından anlatılanlara dönerek
o düşünceyi daha somut bir olayın içinde izlemeleri.
Görünüşte çok eski bir yöntemi, romanda anlatılanları anlamlandıran
"yazarın sesi" tekniрini (yeni romanda genellikle
terk edilmiş bir teknik) canlandırıyorlar. Ama daha dikkatli
bakınca, klasik romanda belki yalnız Tolstoy'un başardıрı
tarzda bir kimlik veriyorlar "anlatıcının sesi"ne. Bu ses,
bir bakıma, olayların içinde yeraldıрı, elle tutulmayan ama
varlıрı zorunlu atmosfer gibi oluyor.
Ikinci benzer nokta, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliрi'nde
ve Berger'in G. adını verdiрi romanında kullandıkları
çaрdaşlaştırılmış "Don Juan" teması. Ancak, bu evrensel temayı
ikisi de çok farklı biçimlerde işliyorlar. G.'de on dokuzuncu
yüzyılın büyük, sarsıcı tarihi olayları arasında duyusal
kaderini izleyen gencin yaşantısında bir büyüklük, bir
"grandeur" var. Bürokratik Doрu Avrupa sosyalizminin bezgin
atmosferi içinde yaşayan öteki modern Don Juan ise, mitolojide
sineрin, Hera'nın kıskanarak bir inek haline getirdiрi
Io'yu durmadan önünde sürmesini andırır bir şekilde, bir kara
yazgı gibi koşuyor kadınlarına.
Kundera bu çaрın önemli bir yazarı olmaya aday. Daha
doрrusu, şimdiden önemli, ama kalıcı olmaya da aday. Çok
iyi bildiрimiz bir dünyanın özgül yaşantısını, bildiрimiz evrensel
yazarların yeteneрiyle bize aktarabildiрi için.
Murat BELGE
Şubat 1986, Istanbul
:::::::::::::::::
I
AРIRLIK VE HAFIFLIK
:::::::::::::::::
1
Ebedi Dönüş düşüncesinde gizemli bir yan vardır ve Nietzsche
öteki düşünürleri sık sık şaşırtmıştır bu düşüncesiyle; düşünün
bir kere, her şey tıpkı ilk yaşandıрı biçimiyle yineleniyor
ve yinelenmenin kendisi de sonsuza kadar koşuluyla yineleniyor!
Ne anlama gelir bu çılgın mitos?
Olumsuz açıdan bakıldıрında, Ebedi Dönüş mitosu bir
daha geri dönmemecesine kaybolup giden, yinelenmeyecek
olan yaşamın bir gölgeye benzediрini, aрırlıktan yoksun, daha
baştan ölü olduрunu ve ister korkunç, ister güzel, ister
yüce, korkunçluрunun, yüceliрinin ve güzelliрinin hiçbir anlam
taşımadıрını önerir. Böyle bir yaşamın on dördüncü yüzyılda
iki Afrika kabilesi arasında geçmiş bir savaş kadar
önemi vardır ancak. Yüz bin zenci korkunç acılar içinde ölüp
gitmiş de olsa bu savaş, dünyanın kaderinde en ufak bir deрişikliрe
yolaçmamıştır.
Peki, on dördüncü yüzyılda iki Afrika kabilesi arasında
geçen savaş, Ebedi Dönüş'e göre tekrar tekrar yinelendiрinde
deрişikliрe uрrayacak mıdır acaba?
Evet; bir yumru gibi şişip kalan som bir kütle olacak, boşunalıрı
onarılmaz olup çıkacaktır.
Fransız Devrimi sonsuza kadar yinelenecek olsaydı,
Fransız tarihçileri giderek daha az gurur duyacaklardı Robespierre'le.
Ama bir daha asla geri gelmeyecek bir şeyi konu
edindikleri içindir ki, devrimin kanlı yılları yalnızca sözcük,
kuram ve tartışma olup çıktı, tüyden daha hafif bir şey oldu,
hiç kimseyi korkutmuyor artık. Tarihte yalnızca bir kere
karşımıza çıkan Robespierre'le, Fransız kelleleri uçura uçura
sonsuza kadar dönüp dönüp yeniden karşımıza çıkan Robespierre
arasında daрlar kadar fark vardır.
Ebedi Dönüş düşüncesinin bize eşyayı olduрundan farklı
gösteren bir bakış açısı saрladıрında anlaşalım o halde; doрasındaki
geçiciliрin getirdiрi hafifletici koşul olmaksızın belirir
eşya. Bu hafifletici koşul bir yargıya varmaktan alıkoyar
bizi. Öyle deрil mi; ömrü uzun olmayan, geçip gitmekte olan
bir şey konusunda nasıl yargıya varabiliriz ki? Çözülüp yokolmanın
günbatımında her şey, hatta giyotin bile bir geçmişe
özlem perdesine bürünür.
Daha geçenlerde, son derece inanılmaz bir duyum anında
yakaladım kendimi. Hitler hakkında bir kitabı karıştırırken,
portrelerinden bazısı birden içime dokundu; çocukluрumu
hatırlattı bana. Çocukluрum savaş sırasına rastlar; ailemden
birçok kişi toplama kamplarında yokolup gitti; ama yaşamımın
kaybolmuş, bir daha hiç geri gelmeyecek bir dönemi ile
karşılaştırıldıрında onların ölümünün sözü mü olur?
Benim Hitler'le bu uzlaşmam, temelde geriye dönmenin
varolmaması üzerine kurulmuş bir dünyanın derin mi derin
ahlaki çarpıklıрının kanıtıdır. Çünkü böyle bir dünyada her
şey daha baştan baрışlanır ve bu da demektir ki müstehzi
bir sırıtışla her şeye izin verilir.
:::::::::::::::::
2
Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, Isa'nın
çarmıha çivili olduрu gibi biz de sonsuzluрa çivilenmişiz
demektir. Bu, insanı dehşete düşürecek bir olasılık. Sonsuza
Kadar Yinelenme dünyasında her attıрımız adıma dayanılmaz
bir sorumluluрun aрırlıрı gelir çöker. Işte Nietzsche,
Sonsuza Kadar Yinelenme düşüncesine bunun için yüklerin
en aрırı demiştir (das schwerste Gewicht).
Sonsuza Kadar Yinelenme yüklerin en aрırıysa, bizim yaşamlarımız
bu aрırlıрın karşısında göz kamaştırıcı bir hafiflik
içinde belirmektedir.
Peki, aрırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı
mıdır?
Yüklerin en aрırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere
yapıştırır bu aрırlık. Öte yandan her çaрda yazılmış aşk şiirlerinde,
kadın erkeрin bedeninin aрırlıрı altında ezilmeyi özler.
O halde yüklerin en aрırı aynı zamanda yaşamın saрladıрı
en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar aрır
olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek,
daha içten olur.
Işi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun
olmak insanoрlunu havadan daha hafif kılar; göklere doрru
kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlıрından ayrılır,
yalnızca yarıyarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiрi
ölçüde özgürleşir.
Hangisini seçmeli o halde? Aрırlıрı mı, hafifliрi mi?
Parmenides aynı soruyu Isa'dan önce altıncı yüzyılda atmıştı
ortaya. Dünyayı çifter çifter karşıtlıklara bölünmüş görüyordu:
Aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, sıcak/soрuk, varlık/yokluk.
Karşıtlıklardan her birinin bir yarısını olumlu
(aydınlık, incelik, sıcak, varlık) öteki yarısını da olumsuz olarak
nitelendiriyordu. Bu olumlu ve olumsuz kutuplaştırmasını
çocukça denecek kadar basit bulabiliriz. Yalnız bir sorun
var: Hangisi olumlu, aрırlık mı, hafiflik mi?
Parmenides şu karşıIıрı veriyordu: Hafiflik olumludur,
aрırlık olumsuz.
Doрru bilmiş miydi, bilememiş miydi? Iş burda. Bir tek
şundan emin olabiliriz; hafiflik/aрırlık karşıtlıрı bütün karşıtlıkların
en gizemlisi, en çift anlamlısıdır.
:::::::::::::::::
3
Tomas yıllardır kafamı kurcalar durur. Ne var ki, ilk kez bu
düşüncelerin ışıрında apaçık gördüm onu. Oturduрu apartman
katının penceresinde durmuş, ne yapacaрını bilmeden
avlunun karşı tarafındaki duvara bakarken gördüm.
Üç hafta önce küçük bir Çekoslovak kasabasında tanışmıştı
Tereza'yla. Bir saati bile bulmamıştı birlikte geçirdikleri
vakit. Kız onu tren istasyonuna kadar geçirmiş ve trene
bininceye kadar beklemişti. On gün sonra Tomas'ı ziyarete
geldi. Geldiрi gün seviştiler. Kız o gece ateşlenerek yataрa
düştü ve Tomas'ın apartman katında bir hafta nezle yattı.
Öylesine çıkagelen bu yabancıya anlaşılmaz bir sevgi
duymaya başlamıştı Tomas; bir çocuktu sanki kız, üzeri katranlanmış
sazdan bir sepete konulup nehir aşaрı yollanmıştı,
Tomas onu nehrin kıyısı olan kendi yataрında bulsun alsın diye.
Yeniden iyileşinceye kadar bir hafta Tomas'ın evinde kaldı
Tereza, sonra Prag'dan yüz yirmi beş mil kadar uzaktaki
doрduрu kasabaya geri döndü. Işte demin sözünü ettiрim,
Tomas'ın yaşamının anahtarı olarak gördüрüm an tam o sıraya
rastlar; pencerede durmuş avlunun karşı tarafındaki
duvara bakıyor, düşünüyordu.
Temelli Prag'a çaрırsa mıydı onu? Sorumluluktan korkuyordu.
Çaрırsa gelecekti gerçekten de; gelecek ve tüm yaşamını
sunacaktı Tomas'a.
Yoksa ona yakınlaşmaktan kaçınmalı mıydı? O zaman
bir taşra kasabası otelinin lokantasındaki garson kız olarak
kalır, Tomas da onu bir daha hiç göremezdi.
Gelmesini istiyor muydu, istemiyor muydu?
Bir cevap arayarak avlunun karşı tarafındaki duvara
baktı.
Onun kendi yataрının üzerinde yatışını getirdi gözlerinin
önüne; yaşamına girmiş başka hiç kimseye benzemiyordu.
Ne sevgiliydi ne de eş. Üstü katranlanıp nehir kıyısı olan
kendi yataрına gönderilmiş saz sepetten çıkardıрı bir çocuktu o.
Uyudu. Yanıbaşında diz çöktü Tomas. Hararetli soluрu
sıklaştı, hafif bir inilti çıkardı kız. Erkek yüzünü onun yüzüne
bastırdı ve yatıştırıcı sözcükler fısıldadı kızın uykusuna
doрru. Bir süre sonra kızın soluk alıp verişinin normale döndüрünü
hissetti. Kız uykusunda yüzünü kaldırdı, erkeрinkine
yaklaştırdı. Kızın hararetinin nazlı kokusu geldi Tomas'ın
burnuna, içine çekti kokuyu, onun bedeninin gizli saklı nesi
varsa tıka basa içine doldurmak ister gibiydi. Işte o an birdenbire
yıllardır birlikteymişler de kız ölüyormuş gibi geldi
Tomas'a. Birden, onun ardından kendisinin de çok yaşamayacaрını
apaçık gördü. Yanına uzanacak, onunla ölmek isteyecekti.
Yüzünü başının yanına, yastıрa gömdü, uzun bir süre kaldırmadı.
Işte şimdi pencerede durmuş o anı hatırlamaya çalışıyordu
yeniden. Işte geldim, karşındayım diyen aşk deрilse neydi?
Peki aşk mıydı o duygu? Onun yanıbaşında ölmek istemesi
abartılı bir duyguydu apaçık; bu daha ikinci görüşmeleriydi!
Yoksa ta içindeki sevme yeteneksizliрinin farkına varıp da
aşk taklidi yaparak kendini aldatma gereрi duyan bir
adamın histerisi miydi sadece? Bilinçaltı öylesine korkaktı
ki, bu küçük güldürü için seçip seçeceрi en iyi eş yaşamına
girme konusunda hiçbir şansı olmayan şu zavallı garson kız
olmuştu!
Avlunun karşı tarafındaki kirli duvara bakarken bu duygunun
aşk mı histeri mi olduрunu bilmediрini anladı.
Böyle bir durumda doрru dürüst bir erkek olsa nasıl davranması
gerektiрini bilirdi. Oysa kendisi duraksıyor, böylelikle
yaşamının en güzel anlarını (yataрın başında diz çöküp
onun ardından çok yaşamayacaрını düşünmesi) anlamsızlaştırıyordu.
Sıkılmıştı.
Ne istediрini bilememenin aslında son derece doрal olduрunu
anlayıncaya kadar kızdı kendine.
Sadece bir tek hayat yaşadıрımız için bu hayatı öncekilerle
karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda
gideremeyiz; bu nedenlede ne istediрimizi bilemeyiz.
Tereza'yla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?
Karşılaştırma fırsatı olmadıрı için hangi kararın daha iyi
olduрunu sınamanın bir yolu yok. Olaylar nasıl gelişirse öyle
yaşıyoruz, önceden uyarılmaksızın, rolünü ezberlemeden
sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi. Yaşam öncesi ilk
prova yaşamın ta kendisiyse, ne deрeri olabilir yaşamanın?
Yaşamın hep bir taslak gibi olması da bundandır işte. Yok,
'taslak' da tam anlatamıyor demek istediрimi, çünkü taslak
bir şeyin ana çizgileriyle belirmesi demektir, bir resmin az
çok ortaya çıkmasıdır, yaşamımız dediрimiz taslaksa hiçbir
şeyin taslaрı deрildir, bir resmin resme dönüşmeyecek ana
çizgileridir.
'Einmal ist keinmal' diyor Tomas kendi kendine. Sadece
bir kere olan şey, diyor Alman özdeyişi, hiç olmamış sayılır.
Yaşanacak bir tek hayatımız varsa eрer, onu hiç yaşamamış
da olabiliriz, fark etmez.
:::::::::::::::::
4
Fakat sonra bir gün hastanede, iki ameliyat arasında bir
hemşire telefona çaрırdı onu. Ahizeden Tereza'nın sesinin
geldiрini duydu. Gardan aramıştı. Çok sevindi Tomas. Aksiliрe
bakın ki, o akşam bir işi vardı, Tereza'yı ancak ertesi
gün buyur edebilirdi evine. Telefonu kapattıрı an, kıza neden
dosdoрru eve gitmesini söylemedim diye kendi kendine çok
hayıflandı. Yapması gerekenleri iptal etmeye yetecek kadar
zamanı yok muydu sanki! Tereza'nın buluşmalarına kadar
geçecek otuz altı saat boyunca Prag'de ne yapacaрını gözünün
önüne getirmeye çalıştı. Arabasına atlayıp sokak sokak
onu aramayı bile şöyle bir aklından geçirdi.
Ertesi akşam geldi Tereza. Omuzunda bir çanta sallanıyordu,
öncekinden çok daha zarifti. Koltuрunun altına kalın
bir kitap sıkıştırmıştı. Anna Karenin'di kitap. Keyfi yerindeydi,
hatta biraz fazla konuşuyordu denebilir. Tomas'ı şöyle
geçerken uрradıрına inandırmaya çalıştı, denk düşmüştü de;
Prag'da yapacak bir işi vardı, belki de (bu konuyu pek açmadı)
iş arayacaktı.
Daha sonra yatakta yanyana, sevişme sonrası yorgun yatarken,
nerede kaldıрını sordu ona Tomas. Gece olmuştu, kızı
arabayla kaldıрı yere götürmeyi önerdi. Kız ne diyeceрini
bilemedi, şaşırmıştı, otel araması gerektiрini söyledi, bavulunu
garda bırakmıştı.
Daha iki gün önce, onu Prag'a çaрırırsa kendisine tüm
yaşamını sunacaрından korkmuştu Tomas. Bavulunun garda
olduрunu söyleyince, o bavulun içinde kızın bütün yaşamının
olduрunu anladı. Kız ona yaşamını sunacaрı an gelinceye
kadar garda bırakmıştı bavulu yalnızca.
Evin önünde duran arabaya binip gara gittiler. Orada bavulu
aldı Tomas (büyük ve son derece aрırdı bavul), kızla birlikte
eve götürdü.
On beş gün, kıza bir kartpostal gönderip nasıl olduрunu
sormaya bile cesaret edemeyecek kadar kararsız kaldıktan
sonra nasıl olmuş da böyle ansızın karar vermişti?
Kendisi de şaşkındı. Ilkelerine aykırı davranmıştı. On yıl
önce, karısından boşandıрında, başkalarının evlilik kutlamaları
gibi o da boşanmasını kutlamıştı. Bildiрi kadarıyla bir
kadınla aynı evin içinde, birlikte yaşayabilecek yaradılışta
deрildi, ancak bekarken tam anlamıyla kendi kendisi olabiliyordu.
Yaşamını hiçbir kadının gelip de elinde bavuluyla içine
yerleşemeyeceрi biçimde kurmaya çalışmıştı. Dairesinde
tek bir yatak olması bundandı. Yatak yeterince genişti gerçi
ama Tomas yattıрı kadınlara yanında biri varken uyuyamadıрını
söyler, onları geceyarısını geçe arabasıyla evlerine götürürdü.
Onu ilk ziyaretinde Tereza'yla yatmaktan alıkoyan
da nezle deрildi. Ilk gece geniş koltuрunda uyumuş, haftanın
geri kalan günlerinde de her gece arabayla hastaneye gitmişti.
Oradaki bürosunda açılır kapanır bir karyolası vardı.
Oysa bu defa kızın yanında uyudu. Ertesi sabah uyandıрında,
hala uyumakta olan Tereza'nın elini tuttuрunu gördü.
Bütün gece elele mi yatmışlardı yoksa? Inanılacak gibi
deрildi.
Kız uykusunda derin derin soluk alır ve Tomas'ın elini
tutarken (sımsıkı; elini kızın elinden kurtaramadı) o son derece
büyük bavul da yataрın kenarında duruyordu.
Onu uyandırmaktan korktuрu için elini elinden çekip
kurtarmaktan kaçındı ve daha iyi görebilmek için yavaşça
ondan yana döndü.
Tereza'nın üzeri katranlanmış sazdan bir sepete konulup,
nehir aşaрı yollanan bir çocuk olduрunu bir kere daha
geçirdi aklından. Içinde bir çocuk barındıran sepeti dalgalı
bir nehirde başıboş bırakamazdı, deрil mi? Firavunun kızı,
küçük Musa'yı taşıyan sepeti dalgalardan çekip almamış olsaydı,
ne Ahdi Atik ne de içinde yaşadıрımız uygarlık olmayacaktı!
Antik Çaрa ait birçok efsane, bırakılmış bir çocuрun
kurtarılmasıyla başlamaz mı? Polybus küçük Oedipus'u kanatlarının
altına almamış olsaydı, Sofokles en güzeI tragedyasını
yazamayacaktı!
Tomas daha o zamanlar eрretilemelerin tehlikeli olduрunu
bilmiyordu. Eрretilemelerle oyun olmaz. Tek bir eрretileme
aşkı doрurabilir.
:::::::::::::::::
5
Karısıyla ancak iki yıl evli kalmış ve bir oрulları olmuştu.
Boşanma davası sonuçlandıрında, yargıç çocuрu anneye vermiş,
Tomas'ı da nafaka olarak maaşının üçte birini ödemeye
zorunlu tutmuştu. Ona ayrıca çocuрu iki haftada bir görme
hakkını da tanımıştı.
Oysa ne zaman Tomas'ın çocuрu görme zamanı gelse, oрlanın
annesi Tomas'ı engelleyecek bir özür bulup çıkarıyordu.
Çok geçmeden pahalı armaрanlar getirmenin işleri oldukça
kolaylaştıracaрını, oрlanın sevgisini kazanmak için
anneye rüşvet vermesinin beklendiрini fark etti. Yiрitçe ama
boşuna bir çabayla, çocuрun kafasına annesininkilerle taban
tabana zıt kendi düşüncelerini sokmaya çalıştıрı bir gelecek
düşledi. Bunun düşüncesi bile yormaya yetti Tomas'ı. Bir pazar,
anne gene önceden kararlaştırılmış bir görüşmeyi iptal
ettiрinde, Tomas hemen o an oрlunu bir daha hiç görmemeye
karar verdi.
Yeterli önlemleri almayı unuttuрu bir tek geceyle baрlı
olduрu bu çocuрa neden öteki çocuklardan daha derin duygular
besleyecekti ki? Nafakayı ödemeye özen gösterecekti; yeter ki
babalık duyguları adına oрlu için savaş vermesini istemesinlerdi!
Yandaş bulamadıрını söylemeye gerek yok. Kendi ana-babası
oldukça lanetlediler onu: Tomas oрluyla ilgilenmeyi
reddediyorsa, onlar da kendi oрullarıyla ilgilenmeyeceklerdi
bundan sonra. Gelinleriyle iyi ilişki içinde olduklarını göstermek
için ellerinden geleni yaptıkları gibi, kendi örnek davranışlarını
ve haklıdan yana çıkmalarını da iyice reklam ettiler.
Böylece, neredeyse gözaçıp kapayıncaya kadar karısını,
oрlunu, anasını ve babasını başından atmayı başarmıştı Tomas.
Onlardan kalan tek şey kadınlara duyduрu korkuydu.
Tomas onları arzuluyor ama onlardan korkuyordu da. Korku
ve arzu arasında bir orta yol bulmak gereрini hissederek,
'erotik dostluk' dediрi bir şey geliştirdi. Yattıрı kadınlara şu
açıklamada bulunurdu; her iki tarafı da mutlu edecek tek
ilişki, duygusallıрa yer vermeyen ve sevgililerden ne birinin
ne de ötekinin birbirlerinin yaşamı ve özgürlüрü üzerinde
hak öne sürmedikleri ilişki biçimidir.
Erotik dostluрun aşk saldırganlıрına dönüşmemesini
saрlama almak üzere, sürekli ilişkiler kurduрu sevgililerinin
her biriyle uzun aralarla görüşürdü. Bu yöntemin kusursuz
olduрuna inanmıştı, arkadaşları arasında da anlatıp
çevreye yaymaya çalıştı: "Önemli olan 'üç'ler kuralını izlemek.
Bir kadını ya arka arkaya üç kere görür sonra hiç görmezsin,
ya da ilişkini yıllar boyu sürdürürsün, ama her
randevunun arasında en az üç hafta bırakmaya dikkat
edersin."
'Üç'ler kuralı sayesinde Tomas birçok kadınla kısa ilişkilere
girerken, bazı kadınlarla olan ilişkilerini de bozmamayı
başarmıştı. Her zaman anlayışla karşılanmıyordu.
Onu en iyi anlayan kadın Sabina'ydı. Ressamdı Sabina.
"Seni sevmemin nedeni," derdi Sabina ona, "kitsch'in tam
karşıtı olman. Kitsch diyarında bir canavar gözüyle bakarlardı
sana."
Tereza'ya Prag'da bir iş bulması gerektiрinde başvurduрu
kişi Sabina oldu. Erotik dostluрun yazılmamış kuralları
uyarınca, Sabina elinden gelen her şeyi yapmaya söz verdi
ve gerçekten de çok geçmeden Tereza'ya haftalık resimli bir
derginin karanlık odasında iş buldu. Tereza'nın yeni işi özel
nitelikler gerektirmiyordu ama, gene de toplumsal olarak
garsonluktan basın mensupluрuna yükselmesini saрladı. Sabina,
Tereza'yı götürüp de dergideki herkesle bizzat tanıştırdıрında;
Tomas, Sabina'dan daha iyi bir sevgili-arkadaşa sahip
Dostları ilə paylaş: |