VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
62
BOĞAZLAR MESELESİ
Türk Boğazları ve boğazlarla ilgili diplomaside, ilgili aktörler arasında
İngiltere birinci sırada yer almaktadır. İngilizlerin Türk Boğazları ile ilgili politikaları
19. yüzyıl boyunca devam etmiştir. Boğazlar, İngiltere’nin siyasî ve askerî
menfaatlerinin muhafaza edilmesinde stratejik bir önem arz etmiş ve bu durum
ülkenin dış politikasını belirleyen en temel unsurlardan birini oluşturmuştur. Fakat
Lozan görüşmelerine gelindiğinde, askeri gerçekler ve mevcut koşullar itibari ile
Boğazların Türk kontrolü altına gireceği hem İngiltere hem de İngiltere’nin
müttefikleri tarafından çoktan kabul görmüştü. Bundan dolayı bu dönem
diplomasisinin üzerinde yoğunlaştığı konu, Türkiye’nin kontrolü ve hâkimiyeti
altında iken ve işgal güçlerinin bulunmadığı bir ortamda, Boğazlardan serbest
geçisin nasıl sağlanacağı ve sürdürüleceği konusudur. Lozan görüşmelerinin
Boğazlarla ilgili bölümünün temel noktasını da bu sorun teşkil etmiştir. Lord
Curzon’un Lozan görüşmelerindeki boğazlar meselesi konusundaki görüşmelerde
temel stratejisi, boğazlardan serbest geçiş prensibini Türklere kabul ettirmek
üzerine kurulmuş, müzakereler bu temel esas üzerinden yürütülmüştür (Yurdusev,
2007: 207-209).
İngilizlerin temel hedefi, boğazlardan serbest geçişi sağlamayı çalışmakla
beraber, Sovyet kontrolü altındaki toprakların yanı başında etkin bir tampon işlevi
görebilecek bir Türk devletinin ortaya çıkışını kolaylaştırmaktı. Sovyet- Türk ortak
duruşunu bozacak her şeyi yapmak gerekli ve meşru görülüyordu. Bu maksatla
İngiliz delegasyonunun başkanı Curzon Türklerle doyurucu bir çözüme vararak
Bolşevikleri tecrit etmeyi amaçlıyordu (Gökay, 1998: 189).
Aslında tarihte Çarlık Rusyası Akdeniz’e inmek istediği için boğazların açık
olmasını savunuyordu. İngiltere ise bunu önlemek için boğazların bütün savaş
gemilerine her koşulda kapalı olmasını savunuyor ve bu amaçla Osmanlı’yı
destekliyordu. Şimdi ise şartlar değişmişti ve Bolşevik Rusyası zayıftı bundan
dolayı İngiltere’nin Karadeniz’e çıkmasından korkuyor, bunu engellemek için
boğazların kapalı olmasını istiyordu. Bu defa boğazların açık olmasını isteyen
devlet İngiltere idi (Akyol, 2008: 413).
Sonuç olarak Uluslararası Boğazlar Komisyonunun kurulması ve
Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın askerden arındırılması kararlaştırıldı. Boğazlar
üzerine sözleşme taslağı 1 Şubat 1923’te Konferans tarafından onaylandı. Lozan
Antlaşması’yla aynı gün, 24 Temmuz 1923’te, imzaların atıldığı Lozan Boğazlar
Sözleşmesi’yle Türkiye, İstanbul ve Gelibolu yarımadasında bir garnizon
bulundurma hakkı kazanıyordu. Sözleşmenin 1. maddesinde ise şöyle deniliyordu:
“Anlaşmanın Yüksek Tarafları aşağıda “Bogazlar” genel terimi altında toplanan
Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nda deniz ve hava yoluyla
transit geçiş ve seyrüseferin serbest olduğu ilkesini kabul ve ilan ederler.” (Gökay,
1998: 193).
MUSUL SORUNU
Musul sorunu, İngiltere’nin fiili savaşı sona erdiren Mondros Ateşkes
Antlaşması’nı imzaladıktan sonra, antlaşma hükümlerini ihlal ederek bölgeyi işgali
ile başlayan ve 1926 Haziran’ına kadar dünya devletlerinin de ilgisinin eksik
olmadığı bir ortamda devam eden mesele olarak görülmektedir. Ancak; Musul
sorununun temelleri, İngiliz sömürge siyasetinin sonucu olarak 19. yüzyılın
başlarında atılmıştır. Bu dönemde en fazla Müslüman sömürgeye sahip olan
VII. ULUSLARARASI TÜRK SANATI, TARİHİ ve FOLKLORU KONGRESİ/SANAT ETKİNLİKLERİ
63
İngiltere’nin Ortadoğu siyasetinde, Hindistan yolu üzerindeki Irak ve Arabistan’ın
stratejik önemi son derece büyüktü. İngiltere sınır ve ulaşım güvenliğini sağlamak
ve refahının devamı için açık denizlerinin kontrolünü elinde bulundurması, Avrupa
güç dengesinin korunması ve dünya petrol politikasını elinde tutması gerekiyordu
(Keleş, 2007: 609).
İngiltere, Mezopotamya toprakları üzerinde kurduğu “Irak” adlı yapay
devletin yaşaması için Musul Vilâyeti’nin gerekli olduğunu düşünüyordu. Bunun iki
nedeni vardı: Birincisi, Türkiye ile Irak arasında Irak açısından savunulabilir,
güvenli bir sınırın çizilmesi, sınır çizgisinin Musul vilayetinin kuzeyindeki dağlık
bölgeden geçmesini gerektiriyordu. İkincisi, İngilizler “Irak” adıyla kurdukları
devletin başına “İngiliz adamı” olarak bilinen Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı kral
olarak geçirmişler ve burada Hâşimî ailesine dayanan Sünnî ağırlıklı bir yönetsel
yapı kurmuşlardı. Oysa Irak nüfusu içinde ağırlık Şiîlerdeydi. Musul vilâyeti Irak’a
dâhil edildiğinde bile Şiîlerin Irak’ın toplam nüfusu içindeki payları %60’a
ulaşıyordu. Musul vilâyeti Irak’tan ayrıldığında bu oran %75’e yükseliyordu. Bu
denli yüksek bir Şiî baskısı altında kukla Faysal yönetiminin ayakta kalması çok
güçleşecekti. Görüldüğü gibi İngilizlerin amacı, kritik Türk- Arap- İran üçgeninde
Kürtleri bölgesel bir emperyalist silah olarak kullanmaktı. Stratejik Ortadoğu
bölgesini denetleyebilmesi için Batı’nın orta ve uzun vadede Kürt silahına
gereksinimi olacaktı ( Kaymaz, 2007: 28-30).
Musul sorunu direkt olarak İngiliz çıkarları ile ilişkili olmasından dolayı,
Curzon, bu konuda konferansın kesintiye uğramasından korkuyor ve olabildiğince
bundan kaçınmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. İngiltere’de iş başına yeni
gelen Başbakan Bonar Law da aynı korkunun etkisinde kalarak, İngiltere’nin
Irak’tan tamamen çekilmesini istiyordu (Sonyel, 2003: 308).
Fakat Curzon çeşitli metodlar uygulayarak sorunu kendi lehine çözmek için
uğraş veriyordu. Uyguladığı ilk metod; konferansa bu konunun taşınmamasını
sağlamaktı. Curzon, İsmet Paşa’nın en güçlü kozlarından biri olduğu Musul
Sorunu’nu gündeme getirerek konferansa daha ilk baştan hâkim olacağını tahmin
etmiş ve bu durumdan oldukça korkmuştu. Eğer İsmet
Paşa bu taktiğe başvursaydı, İngiltere, dünya kamuoyu önünde, bencil bazı
iktisadî çıkarlar peşinde sömürge kovalayan bir ülke durumuna düşecek ve doğal
olarak kınanacaktı. Bu tuzağa düşmek istemeyen Curzon en önemli siyasi
meselelerin tartışıldığı “Ülke Askerî Sorunlar Komitesi” nin başkanlığı görevini
alarak, kendi lehlerine işleyecek olan bazı konuları öne almak suretiyle tanzim
edecektir. İsmet Paşa da bilerek ya da bilmeyerek Musul Sorunu’nu Londra’yı
mahcup bırakacak açık bileşimlerde değil de, İngiliz Heyeti ile ikili ve çoğu kez otel
odalarında görüşmelerden ele almayı tercih edecektir. Bunun üzerine 27 Kasım
günü sabah kahvaltısında Curzon, İsmet Paşa’nın ağzındaki baklayı çıkardığını
müjdeleyecektir. Curzon’un beklediği bu kelime “Petrol”dür. Paşa, Türkiye’nin fakir
bir ülke olduğunu ifade edecektir. Curzon ise, Musul sorununun petrolle ilgisi
olmadığını, bu konunun şirketlerle özel görüşmelerde ele alınmasını tercih ettiğini
söyleyecektir. İsmet Paşa, Curzon’un teklifini kabul edecektir (Öke, 1995: 194).
Daha sonraki süreçte Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmelere
başlanmış fakat bir sonuç alınamamıştır. Çünkü İsmet Paşa, her ne kadar
Musul’un tarihi ve kültürel bağlarla Türkiye’ye bağlı olduğunu, nüfusun
çoğunluğunun Türk ve Müslümanlardan oluştuğunu bunun için bu bölgenin
Türkiye’ye bağlanmasını istediyse de İngilizler bu tezi reddetmiş, Musul’un