Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə10/18
tarix15.03.2022
ölçüsü0,71 Mb.
#84522
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

de  seigneur
[16]
  olduğunu,  karşı  gelmeye  cesaret  edecek
köylülere  sopayı  basacağını,  aşarı  iki  kat  artırıp  sakallı
keratalara  günlerini  göstereceğini  söyledi.  Bizim  grup
sözlerini  alkışlarla  karşıladı,  ama  ben  lafa  karıştım;  köylü
kızlarla  babalarına  acıdığımdan  değil,  sırf  o  mendeburun
alkışlanmasına  kızdığım  için.  O  gün  onu  alt  ettim  ama,
Zverkov  aptal  olduğu  halde  hem  farfara,  hem  küstahtı,  o
yüzden işi alaya boğdu. Sonunda kahkahayı basınca sanki ben
alt  olmuş  gibi  oldum.  Daha  sonra  da  birkaç  kere  beni  zor
duruma  düşürdü;  hem  de  bunu  hiç  kızmadan,  gülerek,  laf
olsun  diye  yapıyormuş  gibi  bir  hali  vardı.  Nefretim,
hırçınlığım  ona  karşılık  vermeme  engel  oluyordu.  Okul
bitirme  töreninde  benimle  konuştu,  ben  de  fazla


nazlanmadım,  ne  yalan  söyleyeyim,  gururumu  okşamıştı;
fakat  birbirimize  fazla  ısınamadık.  Sonradan  teğmenlere  has
hovardalıktaki başarıları hakkında kulağıma bir şeyler çalındı.
Zverkov’un  mesleğindeki  başarısından  bahsedenler  de  oldu.
Artık  sokakta  beni  görünce  tanımazlıktan  geliyordu;  besbelli
benim  gibi  değersiz  birisiyle  selamlaşmakla  kendini  küçük
düşürmekten  korkuyordu.  Onu  bir  kere  de  kolunda  yaver
kordonuyla,  tiyatroda  üçüncü  sırada  otururken  gördüm.
İhtiyar bir generalin kızları etrafında yılışıp duruyordu. Üç yıl
içinde  kendini  epey  salıvermiş,  hâlâ  yakışıklı,  çevik
göründüğü  halde  hafifçe  şişmiş,  semirmeye  başlamıştı;
otuzunu  bulunca  büsbütün  hantallaşacağı  belliydi.  İşte  bizim
arkadaşların  veda  ziyafeti  vermek  istedikleri  adam  bu
Zverkov’du.  Kendilerini  ona  eşit  saymamakla  beraber
arkadaşların  bu  üç  yıl  içinde  Zverkov’la  ahbaplığı,
kesmediklerine emindim.
Simonov’un  iki  misafirinden  biri  Rus  Almanlarından
Ferfiçkin’di. Ufak tefek, maymun suratlı, alaycı bir aptal olan
Ferfiçkin,  okulda  daha  ilk  sınıflardan  beri  baş  düşmanımdı;
aşağılığın,  küstahın,  tafracının,  korkağın  biri  olduğu  halde
yüksekten atmaya bayılırdı. Sık sık ödünç para aldığı ve bazı
menfaatler  gözettiği  için  Zverkov’un  etrafında  pervane  gibi
dönerdi.  Simonov’un  ikinci  misafiri  Trudolyubov  dikkate
değer birisi değildi, iri yarı, soğuk yüzlü bir subaydı; oldukça
dürüst bir çocuktu, ama ne çeşit olursa olsun başarı kazanmış
kimselerin önünde eğilmeden yapamaz, rütbeyle, terfiyle ilgili
konular  dışında  konuşamazdı.  Zverkov’la  uzaktan  akrabalığı
vardı  ve  söylemesi  ne  kadar  manasız  görünse  de,  bu  özellik
ona aramızda ayrı bir değer veriyordu. Beni oldum olası adam


yerine  koymazdı;  fazla  nezaket  göstermeden  üstünkörü
konuşurduk.
Trudolyubov:
— Fena değil, dedi. Adam başına yedişer ruble verirsek, üç
kişi  olduğumuza  göre,  yirmi  bir  papele  iyi  bir  yemek  yeriz.
Zverkov’dan para alacak değiliz ya.
Simonov onayladı:
— Elbette, onu biz davet ediyoruz.
Ferfiçkin  general  efendisinin  yıldızlarıyla  övünen  arsız  bir
uşak gibi kibirle lafa karıştı:
—  Peki  ama,  Zverkov’un  bütün  masrafı  bize  bırakacağını
mı  sanıyorsunuz?  Nezaket  icabı  kabul  etse  bile,  sonradan
kendisi yarım düzine şampanya açtırır.
Yalnızca yarım düzineye dikkat eden Trudolyubov:
— Dört kişi yarım düzineden sonra ne yaparız? dedi.
Ziyafeti tertiplemekle görevli Simonov:
— Şu halde üçümüz, bir de Zverkov’la birlikte dördümüz,
yirmi  bir  rubleyle  yarın  saat  beşte  Hôtel  de  Paris’teyiz,
diyerek meseleyi kapattı.
Ben de coşkuyla, hatta biraz da alınmış olarak:
— Ne yirmi biri? dedim. Beni de sayarsanız yirmi bir değil,
yirmi sekiz ruble olur.


Ansızın  yaptığım  bu  beklenmedik  önerimin  hoş
karşılanacağını, üçünün de beni memnun memnun süzmekten
kendilerini alamayacaklarını sanmıştım.
Ama Simonov bakışlarını benden kaçırarak, hoşnutsuzlukla:
— Siz de mi katılmak istiyorsunuz? diye sordu.
İçimi dışımı ezbere bilirdi. Bu yüzden ona çok öfkelendim:
— Neden olmasın efendim? Arkadaşınız değil miyim, itiraf
edeyim ki, beni unutmanıza epey gücendim...
Ferfiçkin kabaca sözümü kesti:
— İyi de sizi nereden bulacaktık?
Trudolyubov kaşlarını çatarak ekledi:
— Zverkov’la öteden beri geçinemezsiniz.
Ama  ben  aklıma  koymuştum,  vazgeçmek  istemiyordum.
Nedense sesim titreyerek:
— Sanırım hiç kimsenin beni bu konuda yargılamaya hakkı
yok, dedim. Belki de eski geçimsizliğimiz yüzünden katılmak
istiyorum.
Trudolyubov sırıtarak:
—  Aman,  sizin  şu  yüksek  konularınız  da...  Anlayana  aşk
olsun.
Simonov kesin bir tavırla bana dönerek:
—  Pekâlâ  siz  de  gelin,  yarın  saat  beşte  Hôtel  de  Paris’te;
karıştırmayın sakın.


Ferfiçkin başıyla Simonov’a beni işaret ederek alçak sesle:
—  Paradan  ne  haber?  diye  başlayacak  oldu,  ama
Simonov’un bozulduğunu görünce sustu.
Trudolyubov kalkarak:
— Pekâlâ, dedi. Madem çok istiyor o da gelsin.
Ferfiçkin de şapkasını alıp, öfkeyle:
— İyi ama, bu arkadaşlar arasında bir şey, dedi. Resmi bir
toplantı değil ki. Belki sizi istemiyoruz...
Ferfiçkin  giderken  benimle  vedalaşmadı;  Trudolyubov  ise
bana  bakmadan,  başıyla  belli  belirsiz  bir  selam  verdi  ve
çıktılar.  Baş  başa  kalınca  Simonov  can  sıkıntısından  ne
yapacağını  şaşırarak  garip  garip  bana  bakmaya  başladı.
Oturmuyor, bana da oturmam için yer göstermiyordu.
—  Hımm...  peki...  öyleyse  yarın.  Parayı  şimdi  verecek
misiniz?
Sonra utanarak:
— Şimdiden bileyim diye soruyorum, diye mırıldandı.
Kızardım  ve  kızarırken  de  Simonov’a  Tanrı  bilir  ne
zamandan beri on beş ruble borcum olduğunu hatırladım; hoş
bunu unutmuş değildim, ama ödediğim de yoktu.
—  Buraya  gelirken  böyle  bir  şey  olacağını  hiç  aklıma
getirmemiştim Simonov... Üzgünüm ama yanıma para almayı
unutmuşum...


— Peki, peki, ziyanı yok. Yarın yemekte hesaplaşırız. Ben
öğrenmek için sormuştum. Siz şey...
Sözünü  yarım  bırakarak  artan  bir  sıkıntıyla  odada
dolaşmaya  başladı.  Yürürken  topuklarına  basarak  gürültü
çıkarıyordu.
Bir iki dakika sustuktan sonra:
— Sizi rahatsız mı ediyorum? diye sordum.
Simonov birden silkindi:
—  Ah  hayır!  Daha  doğrusu  evet.  Şey,  yani,  bir  yere
uğrayacaktım da... Hemen şuracıkta, yakın...
Özür diler gibi konuşuyordu.
—  Aman  Tanrım!  Niçin  daha  önce  söylemediniz?  diye
bağırdım.
Sonra,  kim  bilir  nasıl  başardığım  gayet  küstah  bir  tavırla
şapkamı yakaladım.
Beni  kapıya  kadar  geçiren  Simonov,  ona  hiç  yakışmayan
telaşlı bir halle:
—  Uzak  değil...  şuracıkta,  iki  adım  ötede...  diye
tekrarlıyordu.
Ben merdiven başına çıkınca arkamdan bağırdı:
— Şu halde yarın, tam beşte!
Beni  başından  savdığına  pek  seviniyordu.  Halbuki  ben
hiddetten  boğulacak  gibiydim.  Sokakta  yürürken  dişlerimi


gıcırdatarak kendi kendime söyleniyordum:
—  Sanki  şeytan  dürttü,  şeytan!  Hem  de  şu  adi  domuz
Zverkov’un hatırına! Tabii ki gitmeyeceğim; elbette gitmem,
ne  olacak,  mecbur  değilim  ya!  Yarın  Simonov’a  mektupla
bildiririm.
Fakat  öfkelenmemin  asıl  sebebi,  nasıl  olsa  gideceğimi,
inadına  gideceğimi  bilmemdi;  üstelik  gitmem  ne  kadar
münasebetsiz,  yakışıksız  düşerse,  hevesim  de  o  nispette
artacaktı.
Halbuki  gitmemek  için  pek  yerinde  bir  sebebim  de  vardı:
Parasızdım. Elimde topu topu dokuz rublem kalmıştı. Yedisini
de  bir  gün  sonra  uşağım  Apollon’a  vermem  gerekiyordu;
Apollon,  yeme  içme  kendisinden,  ayda  yedi  rubleye
çalışıyordu.
Apollon  huyunda  bir  adamın  parasını  sallamak  mümkün
değildi.  Ama  bu  ömür  törpüsü  teresten  başka  zaman
bahsederim.
Ama  parasını  falan  ödemeyip,  ne  olursa  olsun  ziyafete
gideceğimi gayet iyi biliyordum.
O geceyi birbirinden kötü rüyalar görerek geçirdim. Bütün
bir  akşam  okul  hayatımın  zehirli  hatıralarıyla  hırpalandığım
için  gece  de  onlardan  kurtulamayışım  gayet  tabiiydi.  Beni  o
okula,  artık  hiçbir  bağım  kalmamış,  hiçbir  haber  almadığım
uzak akrabalarım vermişti; azarlarından iyice sersemlemiş, o
zamanlar bile pis pis düşünen, etrafı sessizce, vahşi bakışlarla
süzen  öksüzü  başlarından  savmak  için  okula  atmışlardı.
Kendilerine  benzemediğim  için,  arkadaşlarımın  hepsi  beni


hırçın,  merhametsiz  alaylarla  karşıladılar.  Halbuki  alaya  hiç
dayanamıyor, 
herkes 
gibi 
başkalarıyla 
kolaycacık
kaynaşamıyordum.  Daha  ilk  anlardan  beri  hepsinden  nefret
ettim; ürkek, marazlı, boyumdan büyük bir gurura gömüldüm.
Kabalıklarına  karşı  isyan  duyuyordum.  Yüzümle,  hantal
vücudumla  hayâsızca  eğlenirlerdi;  halbuki  bazılarının  öyle
manasız  suratları  vardı  ki!  Zaten  okulumuza  gelenlerin  yüz
ifadeleri kendiliğinden değişiyor, manasızlaşıyordu. Bakmaya
kıyamayacağınız çocuklar birkaç yıl içinde bize benziyor, son
derece  sevimsiz  hale  geliyorlardı.  Henüz  on  altı  yaşında
olduğum  halde  kabuğuma  çekilmiş,  onları  hayretle
inceliyordum;  daha  o  zamanlar  bile  görüşlerinin  darlığı,
uğraştıkları şeylerin, oyunlarının, konuşmalarının manasızlığı
beni  hayrete  düşürüyordu.  O  kadar  önemli  olayları  fark
edemedikleri,  insanı  etkileyen,  hayrete  düşüren  konulara
ilgisiz  kaldıkları  için,  ister  istemez  onları  kendimden  aşağı
saymaya  başladım.  Hem  de  bunda  yaralı  gururumun
kışkırtmasının hiç payı yoktu; Tanrı aşkına, şu gına getirdiğim
"Sen  hayaller  kurarken  onlar  artık  gerçek  hayatı
anlamışlardı..."  gibi  beylik  lafları  önüme  sürmeyin.  Onların
gerçek hayattan filan anladığı yoktu ve yemin ederim beni en
çok  kızdıran  da  buydu.  Hatta  tam  tersine,  en  basit,  en  göze
çarpan  gerçekleri  şaşılacak  bir  aptallıkla  karşılıyorlardı;  o
yaştan  beri  sadece  kuvvete,  başarıya  tapmaya  alışmışlardı.
Doğru, fakat küçük, aşağı görülmesi, ezilmesi âdet olmuş her
şey,  onların  hayâsız,  merhametsiz  alaylarına  konu  oluyordu.
Akıllarını  rütbeyle  bozmuşlardı;  on  altı  yaşında  delikanlılar
işi az, yan gelip yatılacak işlerden dem vuruyordu. Şüphesiz
bunun  sebebini  akıllarının  kıtlığı  kadar,  çocukluk  ve  ilk
gençlik  devrelerinde  daima  gözleri  önünde  bulunan  kötü
örneklerde  aramak  lazım.  İğrenç  derecede  ahlaksızdılar.


Ahlaksızlıkları 
gösteriş, 
yapmacık 
doluydu; 
elbette
ahlaksızlığın  arasında  zaman  zaman  baş  gösteren  yapmacık
bir kinizmle gençlik, tazelik de görünüyordu, ama bu tazelik
dahi  sevimsizdi,  çünkü  yaptıklarının  hepsi  yalana  dayanıyor,
yalana bürünüyordu. Hepsinden son derece nefret ediyordum,
ama  kendim  onlardan  da  aşağıydım  o  başka.  Sınıf
arkadaşlarım bana aynı duyguyla karşılık veriyorlardı; üstelik
benden  tiksintilerini  gizlemiyorlardı.  Hoş,  ben  de  artık
sevgilerini  istemiyordum,  istediğim  tek  şey,  onları  küçük
düşürmekti.  Alaylarından  kurtulmak  için  olanca  hırsımla
kendimi  derslere  verdim  ve  en  iyi  öğrenciler  arasına  girdim.
Bu,  onların  saygısını  kazanmamı  sağladı.  Hepsi  de  yavaş
yavaş, okuyamadıkları kitapları okuduğumu, ömürlerinde hiç
duymadıkları  (ders  programımızda  olmayan)  konuların
yabancısı  olmadığımı  yavaş  yavaş  anlamaya  başladılar.  Bu
durumu  yabani,  alaycı  bakışlarla  karşıladıkları  halde  manevi
üstünlüğümü kabul etmişlerdi; zaten öğretmenlerimiz de bana
bu yönden önem veriyorlardı. Alaylar kesildi, ama düşmanlık
kaldı,  münasebetlerimiz  hem  soğuk,  hem  gergindi.  Sonunda
dayanamayan  ben  oldum:  Zamanla  insan  arasına  karışmak
dost  edinmek  ihtiyacını  duymaya  başlamıştım.  Bazılarıyla
arkadaş  olmak  istedim,  fakat  hiçbir  zaman  tabii
olamadığımdan  denemelerim  daima  boşa  gitti.  Sonunda  bir
arkadaş  edinebildim.  Ama  zorbaca  duygular  o  zaman  bile
içimde  iyice  yer  ettiğinden,  arkadaşımı  kendime  esir  etmek
istedim;  çevresine  karşı  çocukta  bir  iğrenme  yaratmaya
çalışıp aşağılık muhitiyle münasebetini hemen kesmesini şart
koştum.  İhtiraslı  arkadaşlığımla  zavallıcığı  sinir  buhranları
geçirecek,  gözyaşları  dökecek  denli  ürküttüm;  çocuğun  saf,
hemen teslim olmaya hazır bir ruhu vardı ve sanki maksadım
sadece  onu  yenmek,  kendime  benzetmekmiş  gibi,  bana


tamamıyla  bağlandıktan  sonra  ondan  nefret  etmeye
başlayarak  sırt  çevirdim.  Fakat  hepsini  yenemezdim;  zaten
arkadaşım  öbürlerine  hiç  benzemeyen,  güç  bulunur  bir
istisnaydı.  Okuldan  çıkar  çıkmaz  ilk  işim,  lanetler  okuyarak
bütün bağlarımı koparıp geçmişin üstünü örtmek için, okulun
beni  hazırladığı  meslekten  uzaklaşmak  oldu...  Hangi  şeytan
dürtmüştü de şu Simonov’a gitmiştim!..
Sabah sanki her şey bir an sonra başlayacakmış gibi erken
erken yatağımdan fırladım. İçimde, o gün hayatımı kökünden
değiştirecek  bir  hadise  olacağına  dair  kesin  bir  inanç  vardı.
Böyle şeylere alışık olmadığımdan mıdır bilmem, daima ufak
bir  olayın  bile  her  şeyi  kökünden  değiştirmesini  bekleyip
durmuşumdur.  Gene  de  daireye  zamanında  gittim;  yalnız
hazırlığımı  yapmak  için  paydostan  iki  saat  önce  sıvıştım.
Ziyafete  pek  sevinmiş  demesinler  diye,  herkesten  önce
gitmemeye  ayrıca  önem  veriyordum.  Ama  önem  verilmesi
gereken  binlerce  nokta  daha  vardı  ve  hepsi  de  beni  halsiz
bırakıncaya  kadar  sarsıyordu.  Çizmelerimi  kendi  elimle  bir
daha  fırçaladım;  Apollon’a  söylesem  dünyada  yapmazdı,
çünkü  günde  iki  defa  ayakkabı  fırçalamak  onun  için  usule
aykırıydı.  Sonradan  fark  edip  beni  küçümsememesi  için,
fırçayı  antreden  aşırarak  çizmelerimi  gizlice  temizledim.
Daha  sonra  giysilerimi  titizlikle  gözden  geçirdim  ve  hepsini
pek eski, pek hırpalanmış buldum. Kendimi lüzumundan fazla
salıvermiştim.  Resmi  giysim  oldukça  iyiydi,  ama  bununla
yemeğe  gitmek  uygun  olmazdı.  En  önemlisi,  pantolonumun
dizlerinden  birinde  kocaman  sarı  bir  leke  vardı.  Sırf  bu
lekenin  bile  haysiyetimin  onda  dokuzunu  kaybettireceğini
hissediyordum.  Böyle  düşünmenin  küçüklük  olduğunu  da
biliyordum.  "Şimdi  düşünmenin  sırası  değil,  gerçek  olduğu


gibi  karşımızda."  diyor,  metanetimi  kaybediyordum.
Düşüncelerimin  hepsinde  lüzumsuz  abartmalar  olduğunu  o
zaman da pekâlâ fark ediyordum, fakat ne yapayım, elimden
bir  şey  gelmiyor,  sıtmaya  tutulmuş  gibi  titriyordum.  Şu
"teres"  Zverkov’un  beni  nasıl  üstten,  soğuk  bir  tavırla
karşılayacağını,  hımbıl  Trudolyubov’un  bön,  karşılık
verilmesi güç, küçümser bakışlarla beni süzeceğini, Ferfiçkin
haşeresinin  de  Zverkov’un  gözüne  girmek  için  küstahça,  pis
pis sırıtarak benimle eğleneceğini, Simonov’un bütün bunları
fark  edip,  o  adi  kibriyle  tabansızlığım  için  beni  nasıl  hor
göreceğini  hayalimde  canlandırdıkça  mahvoluyordum;  en
kötüsü, tüm bunlar küçük, hiç de edebi olmayan bir sefillikte
gerçekleşecekti.  En  iyisi  oraya  gitmemekti.  Ama  bunu
yapmama  imkân  yoktu:  Çünkü  aklıma  bir  şey  takılmaya
başladı  mı  kafam  sadece  onunla  meşgul  olurdu.  Bunu
yapmayacak  olsam,  ömrümün  sonuna  kadar,  "Nasıl,  korktun
değil  mi,  korktun,  tam  manasıyla  korktun!"  diye  kendi
kendimi  yerdim.  Halbuki  bütün  bu  "gruba"  ve  kendime,
düşündüğüm  kadar  tabansız  olmadığımı  ispat  etmek
istiyordum.  Ayrıca  korkaklık  nöbetleri  geçirirken  bile  onları
yenmek,  etkilemek,  hiç  olmazsa  "yüksek  fikirlerim  ve  inkâr
edilemez  nükteciliğim"le  kendimi  sevdirme  hayalleri
kuruyordum. Etkimde kalarak Zverkov’dan uzaklaşacaklar, o
da utancından ezilerek bir kenarda sessiz sessiz oturacaktı ve
ben de onu yenmiş olacaktım. Zverkov’u ezdikten sonra belki
ona  el  uzatır,  hatta  senli  benli  olmamız  şerefine  kadeh
kaldırırdım;  fakat  en  kötüsü,  en  acısı,  bunları  düşündüğüm
sırada hiçbirine gerek olmadığını, onları ezmeyi, üste çıkmayı
içten arzulamadığımı daha o anda ve kesin olarak anlamamdı.
Düşündüklerimi  başarsam  bile,  buna  herkesten  önce  bizzat
ben  metelik  vermeyecektim.  Ah,  o  günün  bir  an  önce  sona


ermesi  için  Tanrı’ya  nasıl  yalvarmıştım!  Tarif  edilmez  bir
üzüntü içinde pencereye yaklaşarak küçük camı açtım, olanca
şiddetiyle yağan sulusepkenin bulanıklığına daldım...
Nihayet  külüstür  duvar  saatim  beşi  vurdu.  Şapkamı  kapıp
sabahtan  beri  aylığını  bekleyen  ve  gururu  yüzünden  lafı  ilk
olarak  açmak  istemeyen  Apollon’a  bakmamaya  çalışarak
kapıya  koştum  ve  kasten  yapar  gibi,  son  elli  kapiğimle  bir
araba tutarak Hôtel de Paris’e yollandım.


IV
Daha  bir  gün  önceden,  ilk  gelenin  ben  olacağımı
biliyordum. Ama mesele bu değildi artık.
Ötekiler  henüz  gelmemişti;  bize  ayrılan  salonu  güçlükle
bulabildim.  Sofra  henüz  tamamlanmamıştı.  Ne  olabilirdi
acaba? Epey soruşturmadan sonra garsonlardan, yemeğin beş
değil,  altı  için  ısmarlandığını  öğrendim.  Büfedekiler  de  aynı
şeyi tekrarladılar. Daha fazla sormaktan utandım artık. Henüz
altıya  yirmi  beş  vardı.  Saati  değiştirdilerse  bana  da  haber
vermeleri gerekirdi, posta diye bir şey var; beni hem onlara,
hem  de...  uşaklara  karşı  "rezil"  etmemeliydiler.  Oturdum;
garson  sofrayı  hazırlamaya  başladı,  o  yanımdayken  içime
büsbütün  acı  düştü.  Salonda  lambalar  yandığı  halde  altıya
doğru  mum  da  getirdiler.  Ama  garson,  ben  gelir  gelmez
bunları  getirmeyi  akıl  etmemişti.  Bitişik  salonda  ayrı
masalarda, asık suratlı, hırçın tavırlı iki adam hiç konuşmadan
yemek  yiyordu.  Ötedeki  salonların  birinden  gürültüler,  hatta
haykırışlar  geliyordu;  kötü  bir  Fransızcaya  karışan
kahkahalara,  birtakım  bağrışmalara  bakılırsa  kadınlı  erkekli
bir  yemekti.  Fena  halde  bunalmıştım.  Bu  derece  tatsız
durumları  pek  yaşamadığımdan  olacak,  saat  tam  altıda  hepsi
birden  çıkagelince  ilk  anda,  sanki  karşımda  kurtarıcılarım
varmış  gibi  sevindim;  az  kalsın  gücenik  bir  tavır  takınmam
gerektiğini unutuyordum.
Zverkov, besbelli grubun reisi olarak odaya en önde girdi. O
da, öbürleri de gülüyordu; Zverkov beni görünce kurumlu bir
eda takındı, ağır ağır yaklaşarak kırıtır gibi hafifçe eğilip elini
uzattı.  Ama  bunu  aşırı  kaçmayan  bir  tatlılıkla,  ihtiyatla,


neredeyse  generallere  has  diyeceğim  bir  nezaketle  yapmıştı;
elini uzatırken de kendini bir tehlikeden korumak ister gibi bir
hali  vardı.  Halbuki  ben  tam  tersine,  Zverkov’un  odaya  girer
girmez o eski cırtlak kahkahasını koyuvereceğini, ağzını açar
açmaz  yavan  şakalara,  soğuk  nüktelere  başlayacağını
sanmıştım.  Bir  gün  öncesinden  kendimi  buna  hazırlamıştım,
ama kibirli, hoş görmeye hazır nezaketini hiç beklemiyordum.
Acaba  artık  kendisini,  benden  her  bakımdan  üstün  mü
görüyordu?  Kendi  kendime,  "Şu  general  azametiyle  bana
hakaret etmek istiyorsa kendi bilir, altta kalmam, şu veya bu
şekilde  ona  cevabını  veririm."  dedim.  Ama  ya  gerçekten
hakaret  kastı  yoksa,  ya  şu  öküz  kellesinde  gerçekten  bana
üstün  olduğu  inancı  uyandıysa  ve  beni  himaye  eder  gibi
konuşmasının  sebebi  buysa?  Bu  aklıma  gelince  hırsımdan
tıkanacak gibi oldum.
Zverkov  daha  önce  onda  bulunmayan  bir  pelteklikle,
konuşurken kırıtarak kelimeleri uzata uzata:
—  Yemeğimize  katılmak  istediğinizi  hayretle  öğrendim,
dedi. Nedense pek görüşemiyoruz artık. Bizden kaçıyorsunuz.
Ama doğru hareket etmiyorsunuz. Düşündüğünüz kadar fena
insanlar  değiliz.  Eh,  ne  olursa  olsun,  eski  ahbaplığımızı
yenilemek bana zevk veriyor...
Kayıtsızca  öteye  dönerek  şapkasını  pencerenin  kenarına
bıraktı.
Trudolyubov:
— Çok beklediniz mi? diye sordu.
Sert, kızgınlıktan patlayacakmış gibi bir sesle:


— Dünkü konuşmamıza uyarak tam beşte geldim, dedim.
Trudolyubov, Simonov’a döndü:
— Saati değiştirdiğimizi ona haber vermedin mi?
— Yo, unuttum.
Simonov  hiç  üzülmeden,  benden  özür  dilemeye  lüzum
görmeden mezelere bakmak için dışarı çıktı.
Herhalde bunu pek hoş bulan Zverkov alaylı bir tavırla:
— Vah zavallı, demek bir saattir burada bekliyorsunuz! diye
bağırdı.
Namussuz Ferfiçkin de tıpkı finonun cırlayışını andıran bir
sesle onun arkasından güldü. Durumumu hem eğlenceli, hem
gülünç buluyordu.
Gittikçe artan bir hiddetle Ferfiçkin’in yüzüne bakarak:
—  Gülecek  bir  şey  yok  bunda!  diye  bağırdım,  Bana  haber
vermeyi ihmal ettiniz. Bu... manasızlık bu...
Saflıkla benden yana çıkan Trudolyubov:
—  Sadece  manasızlık  olsa  neyse,  diye  mırıldandı.  Çok
yumuşaksınız.  Buna  düpedüz  kabalık  denir.  Yalnız  kasıtlı
değil tabii. Şu Simonov nasıl oldu da... hımm!
Ferfiçkin gene atıldı:
— Bana böyle bir oyun etseydiler...
Zverkov, onun sözünü kesti:


—  Keşke  yiyecek  bir  şey  getirtseydiniz  ya  da  bizi
beklemeden yemeye başlasaydınız.
Hırçın bir sesle:
—  Sizden  izin  almaya  ihtiyacım  yok,  dedim.  Beklediğime
göre...
Salona giren Simonov.
—  Haydi  baylar,  yemeğe  buyurun,  diye  bağırdı.  Her  şey
hazır, şampanyamız da buz gibi olmuş.
Birdenbire  bana  dönerek,  fakat  hep  öyle,  yüzüme
bakmadan:
—  Adresinizi  bilmediğimi  unutuyorsunuz,  dedi.  Nasıl
bulurdum sizi?
Bana  kızgın  gibiydi,  herhalde  dünden  beri  geçmişimizi
tekrar hatırlamıştı.
Hep  beraber  oturduk.  Masa  yuvarlaktı.  Sağımda  Simonov,
solumda  Trudolyubov  vardı.  Zverkov  karşımda  oturuyordu,
Ferfiçkin de yanında, onunla Trudolyubov’un arasındaydı.
— Şey, siz... hâlâ bakanlıkta mısınız? (Kelimeleri hep uzata
uzata konuşuyordu.)
Zverkov  benimle  gerçekten  ilgileniyordu.  Daha  doğrusu
tutukluğumu görerek iltifatlarıyla aklınca bana cesaret vermek
istiyordu.  Hiddetle,  "Kafasına  şu  şişeyi  yerleştirmemi  istiyor
galiba."  diye  düşündüm.  Böyle  yapmacık  konuşmaya
alışmadığım için çabucak öfkeleniyordum. Gözlerimi tabağın
içine dikerek, kaba bir sesle:


— ... dairesindeyim, dedim.
—  Peki...  orası  daha  mı  iyi?  Söy-lesenize,  eski
memuriyetinizi bırakmanız neden i-cab-etti?
— Ortada mec-bu-riyet yoktu; keyfim öyle istedi, çıktım.
Artık  kendime  hâkim  olamıyor,  her  kelimeyi  Zverkov’dan
üç kat fazla uzatarak konuşuyordum. Ferfiçkin burun kıvırdı.
Simonov  beni  alayla  süzüyordu;  Trudolyubov  da  yemeğini
bırakmış, merakla bana bakıyordu.
Zverkov belli etmek istemese de alınmıştı.
— Şey... ne alıyorsunuz peki?
— Ne gibi?
— Ya-ni... maaşınız ne kadar?
— Sorguya mı çekiliyoruz?
Gene de aylığımı söyledim. Kıpkırmızı olmuştum.
Zverkov bilgiç bir tavırla:
— Çok değil, dedi.
Ferfiçkin küstah bir eda ile:
—  Öyle  efendim,  bununla  lüks  lokantalarda  yemek
yenmez... diye mırıldandı.
— Bence sefaletin ta kendisi...
Trudolyubov bunu ciddi söylemişti. Arsız bir acımayla beni
ve üstümü başımı süzen Zverkov oldukça iğneli bir dille:


— O zamandan beri... hayli zayıflamış, değişmişsiniz... diye
ilave etti.
Ferfiçkin kıkırdadı:
— Bırakın canım, mahcup etmeyin.
Artık sabrım tükenmişti.
— Mahcup olduğum yok bayım, anladınız mı? Ben bu "lüks
lokanta"da  kendi  paramla  yemek  yiyorum  Mösyö  Ferfiçkin,
başkasının parasıyla değil, haberiniz olsun.
— Nee? Kimmiş o başkasının parasıyla yemek yiyen?
Ferfiçkin  pişmiş  ıstakoz  gibi  kızarmış,  hiddetli  bakışını
bana dikmişti. Fazla ileri gittiğimi anlamıştım.
—  Neyse,  dedim.  Daha  makul  konulara  geçmemiz  uygun
olur zannederim.
— Zekânızı ortaya sermek niyetindesiniz galiba.
— Merak etmeyin, burası yeri değil zaten.
—  Artık  çok  oluyorsunuz  bayım.  Mahut  kaleminizde
sapıttınız mı yoksa?
Zverkov emredercesine:
— Yeter artık baylar, yeter! diye bağırdı.
Simonov:
— Ne saçmalık! diye söylendi.
Trudolyubov doğrudan doğruya bana hitap ederek, sertçe:


—  Saçmalık  ya!  dedi.  Sevdiğimiz  bir  arkadaşı  yolcu
etmeden önce dostça bir toplantı yapalım dedik, kalkmış eski
defterleri  karıştırıyorsunuz.  Dün  bize  katılmayı  kendiniz
istediniz, bari şimdi ahengimizi bozmayın...
Zverkov:
—  Yeter  yahu,  yeter!  diye  bağırdı.  Kesin  artık  baylar,  bir
yere  varacağımız  yok  böyle.  İyisi  mi  size  üç  gün  önce
evlenmekten nasıl kıl payı kurtulduğumu anlatayım...
Sonra,  üç  gün  önce  evlenmekten  nasıl  kurtulduğuna  dair
açık  saçık  bir  hikâyeye  başladı.  Hikâyede  evlenmeyle  ilgili
tek  kelime  geçmedi,  ama  boyuna  generallerin,  albayların,
mabeyincilerin  lafını  ediyordu;  Zverkov  da  aralarında  daima
kahramandı. Hepsi takdirle gülüyor, iyice coşan Ferfiçkin ise
tiz çığlıklar atıyordu.
Bana  aldıran  yoktu;  uğradığım  hakaretin  ezikliği  içinde
sessizce oturuyordum.
"Tanrım, bu muhit bana yakışır mı!" diye düşündüm, "Tam
bir  budala  gibi  davrandım!  Şu  Ferfiçkin’e  de  amma  da  yüz
verdim.  Ahmaklar,  sofralarına  almakla  bana  büyük  şeref
bağışladıklarını  sanıyorlar;  asıl  benim  onlara  şeref  verdiğimi
anlamıyorlar!  Zayıflamışım...  Giysimmiş...  Ah  şu  lanet  olası
pantolonum! Zverkov, dizimdeki sarı lekeyi demin fark etti...
Etsin, ne çıkar! Hemen, şu dakikada sofradan kalkıp, şapkamı
alarak  tek  bir  kelime  söylemeden  gitmeliyim...  onları
küçümsediğimi  göstermem  lazım!  İsterlerse  yarın  düello
ederiz.  Teresler.  Yedi  rubleme  acıyacak  değilim  ya.  Ama  ya
öyle  sanırlarsa...  Şeytan  alsın  topunu!  Vız  gelir  bana  yedi
ruble! Şimdi gidiyorum!.."


Tabii hiçbir yere gitmedim.
Kederimi  bastırmak  için  şaraba  yüklendim;  Lafitte’i,
Heres’i  bardak  bardak  üstüne  yuvarlıyordum.  Alışmadığım
için kafam çabucak dumanlandı, içkinin tesiriyle hiddetim de
artıyordu.  Birdenbire  içimde  hepsine,  hem  de  en  acı  şekilde
hakaret ettikten sonra çıkıp gitmek arzusu uyandı. Uygun bir
an  seçerek  kendimi  göstermeliydim;  işte  o  zaman
"Gülünçlüğüne gülünç ama zekâsına diyecek yok!" diyecekler
ve... ve sonra da... Sonra hepsinin canı cehenneme!..
Mahmurlaşmış gözlerimle hepsini arsız arsız süzdüm. Fakat
beni  unutmuş  gibiydiler.  Kendi  aralarında  coşkun  bir  neşe
içindeydiler.  Hep  Zverkov  konuşuyordu.  Kulak  verdim.
Zverkov,  ona  aşkını  ilan  edecek  hale  getirdiği  şahane  bir
kadından  bahsediyordu  (su  içer  gibi  yalan  söylüyordu  tabii);
bu işte ona samimi bir prens arkadaşı, üç bin cana sahip Hüsar
Kolya yardım etmiş.
Birdenbire konuşmalarına karışarak:
—  İyi  ama,  dedim,  şu  üç  bin  can  sahibi  Kolya’nız  burada
yok, sizi uğurlamaya gelmemiş.
Bir an hepsi sustu. Sonra Trudolyubov beni hakaret dolu bir
bakışla süzerek:
— Daha şimdiden sarhoşsunuz, dedi.
Zverkov  bana  sessizce,  bir  böceğe  bakar  gibi  bakıyordu.
Gözlerimi  kaçırdım.  Simonov  acele  acele  kadehlere
şampanya koymaya başladı.


Trudolyubov  kadehini  kaldırdı,  benden  başka  herkes  onu
izledi.
Trudolyubov Zverkov’a dönerek.
— İyi yolculuklar dileyerek sağlığına içiyorum! dedi. Eski
günlerimiz ve yarınımız için baylar, hurra!
Hepsi  kadehlerini  boşaltarak  Zverkov’u  öpmeye  davrandı.
Yerimden  kımıldamadım;  kadehim  olduğu  gibi  dopdolu
önümde duruyordu.
Sabrı tükenen Trudolyubov hiddetle bana döndü:
— Siz içmeyecek misiniz?
—  Ben  ayrıca,  kendi  namıma  bir  spiç
[17]
  vermek
niyetindeyim... ondan sonra içeceğim Bay Trudolyubov.
Simonov:
— Huysuz herif! diye homurdandı.
Sandalyemde  doğrularak  hararetle  kadehimi  kavradım;
fevkalade bir olaya hazırlanıyor, ama ne söyleyeceğimi henüz
bilmiyordum.
Ferfiçkin:
—  Silence!
[18]
  diye  bağırdı.  Akıl  hazinesinin  kapıları
açılıyor!
Meseleyi  kavrayan  Zverkov  büyük  bir  ciddiyetle
bekliyordu.


—  Teğmen  Bay  Zverkov!  diye  başladım.  Önce  şunu
söyleyeyim  ki,  basmakalıp  laflarla  böyle  laf  edenlerden  ve
fazla  çıtkırıldımlardan  nefret  ederim...  bu  birinci  madde,
ikincisine gelince...
Hepsi birden gürültüyle kıpırdanmaya başladılar.
—  İkinci  madde,  sefahatten  ve  sefihlerden  nefret  ederim.
Hele  sefihlerden  büsbütün!  Üçüncü  olarak,  gerçeği,
samimiliği ve dürüstlüğü severim.
Adeta 
şuursuz 
konuşuyordum; 
bunları 
nasıl
söyleyebildiğime  şaşıyor,  dehşetten  buz  kesildiğimi
hissediyordum.
— Fikri seviyorum, Mösyö Zverkov; eşit şartlarla kurulmuş
gerçek arkadaşlığı seviyorum, şey gibi... hımm... Sevdiğim bir
şey daha... Neydi? Neyse gene de sağlığınıza içeceğim Mösyö
Zverkov.  Güle  güle  gidin,  Çerkez  kızlarını  büyüleyin,
yurdumuzun  düşmanlarını  öldürün  ve...  ve  şey...  Sağlığınıza
Mösyö Zverkov!
Zverkov oturduğu sandalyeden kalkarak beni selamladı:
— Çok teşekkür ederim, dedi.
Fena halde içerlemiş, yüzü sararmıştı.
Trudolyubov masaya bir yumruk atarak:
— Cehennemin dibine! diye kükredi.
Ferfiçkin incecik sesiyle cırladı:
— Olmaz efendim, bunun hakkı tokattır, tokat!


Simonov:
— Defedelim şunu! diye mırıldandı.
Fakat Zverkov bağırarak umumi isyanı önledi:
— Susun baylar, oturun. Hepinize teşekkürler ederim. Fakat
bu adamın sözlerine verdiğim önemi kendim belirtebilirim.
Gururla Ferfiçkin’e döndüm. Yüksek sesle:
— Bay Ferfiçkin, yarın burada sarf ettiğiniz bütün sözlerin
hesabını vereceksiniz, dedim.
— Düello mu demek istiyorsunuz bayım? Hayhay!
Düello teklifim o kadar gülünç ve o andaki halime o kadar
aykırı  kaçmış  olacak  ki,  hepsi  dakikalarca  kahkahalarla
güldüler.
Trudolyubov tiksintiyle:
— Bırakın şunu canım! dedi. Kütük gibi olmuş!
Simonov yine söylenmeye başladı:
—  Ne  diye  dün  onu  da  aramıza  aldım  sanki,  kendimi  hiç
affetmeyeceğim!
"Şimdi şişeyi alıp kafalarına indirmeliyim." diye düşünerek
şarap şişesini kaptım ve... kadehimi ağzına dek doldurdum.
"Yok, yok, sonuna kadar kalmak daha iyi." diye düşünmeye
devam  ettim,  "Şimdi  gidersem  sevinirsiniz  baylar.  Dünyada
gitmem.  İnadıma  oturacağım,  size  metelik  vermediğimi
göstermek  için  sonuna  kadar  içeceğim.  Oturup  içeceğim;


sonuçta burası meyhane, ben de hisseme düşen parayı verdim.
Oturup içeceğim, çünkü sizi sadece satrançtaki piyonlar, hem
de oyun dışı edilmiş taşlar gibi görüyorum. Oturup içeceğim
ve... şarkı da söyleyeceğim; evet efendim, canım isterse şarkı
da  söylerim.  Buna  hakkım  var...  yani  şarkı  söylemek...
hımm..."  Fakat  şarkı  söylemiyordum.  Yalnız  hiçbirine
bakmamaya çalışıyordum; kayıtsız tavırlar takınarak, benimle

Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə