Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə9/18
tarix15.03.2022
ölçüsü0,71 Mb.
#84522
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

d’honneur)  ancak  edebi  bir  üslupla  halletmek  âdet  olmuştur.
"Şeref meseleleri" günlük bir dille konuşulamaz. Oradakilerin
gülmekten  katılacağını  (bütün  romantikliğime  rağmen
gerçeklik duygum vardı), subayın da beni dövmek yerine bir
diziyle  tekmeleyerek  bilardo  masası  etrafında  dolaştırdıktan
sonra,  belki  merhamete  gelerek  pencereden  sokağa
fırlatacağından  emindim.  Tabii  bu  tatsız  olay  bu  kadarla
bitemezdi. Subaya daha sonra sokakta sık sık rastladığım için
iyice  tanıdım.  Ama  onun  beni  tanıyıp  tanımadığını
bilmiyorum.  Bazı  hallerinden  tanımadığını  anlıyordum.  Onu
nefretle,  hiddetle  süzmekten  kendimi  alamıyordum  ve  bu
böylece...  birkaç  yıl  sürdü!  İçimdeki  nefret  duygusu  her  yıl
biraz  daha  artıyordu.  Önceleri  el  altından  bu  adam  hakkında


bilgi  toplamaya  başladım.  Hiç  tanıdığım  olmadığı  için  bu  iş
kolay  yürümüyordu.  Soyadını  sokakta  birisi  seslenirken
öğrendim. Başka sefer evine kadar peşinden gittim, kapıcısına
on  kapik  vererek  hangi  katta,  yalnız  mı,  başkalarıyla  mı
oturduğunu,  kısacası,  bir  kapıcıdan  öğrenilebilecek  her  şeyi
öğrendim.  Bir  sabah,  edebiyatla  uğraşmak  âdetim  olmadığı
halde bu subay için onu karikatürize eden bir hikâye yazmak
aklıma  geldi.  Keyifle,  yaptıklarını  yazdım,  hatta  biraz  da
yalan  kattım;  soyadını  önce  hemen  tanınacak  bir  şekle
sokmuştum,  fakat  etraflıca  düşündükten  sonra  tamamıyla
değiştirerek  Anayurt  Notları’na
[13]
  yolladım.  O  sıralar  böyle
yergi yazıları yaygın olmadığından hikâyem basılmadı. Fena
halde  canım  sıkılmıştı.  Bazen  hiddetten  boğulacak  gibi
oluyordum.  Sonunda  düşmanımı  düelloya  çağırmaya  karar
verdim.  Adama  benden  özür  dilemesini  rica  eden,  kabul
etmezse  düelloya  başvurmak  zorunda  kalacağımı  bildiren
gayet  güzel,  sevimli  bir  mektup  yazdım.  Mektup  öyle  güzel
yazılmıştı  ki,  subay  "güzel,  yüksek  şeyler"den  bir  nebze
anlamış  olsa  hiç  durmadan  koşup  boynuma  sarılır,  dost
olmamızı  teklif  ederdi.  Ne  de  güzel  olurdu!  Canciğer  iki
arkadaş gibi geçinir giderdik! O beni heybetiyle korur, ben de
onu bilgimle ve... fikirlerimle yüceltirdim; daha da neler neler
olurdu!  Fakat  düşünün,  adamın  bana  hakaret  edişinin
üstünden  iki  yıl  geçmişti;  vaka  tarihinin  bu  kadar  eskiye  ait
olmasını  mektubumda  gayet  ustalıkla  açıkladığım  halde,
düello teklifim gene de abes kaçacaktı. Bereket versin (bunun
için  Tanrı’ya  şükrediyorum)  mektubumu  yollamadım.
Göndermiş 
olsaydım 
sonradan 
başıma 
gelecekleri
düşündükçe  şimdi  bile  tüylerim  diken  diken  oluyor.
İntikamımı birdenbire... evet, birdenbire pek basit, pek dahice
bir  şekilde  alıverdim!  Aklıma  harikulade  bir  fikir  gelmişti.


Bazen  tatil  günlerinde  saat  dörde  doğru  Neva  Caddesi’ne
[14]
çıkar, caddenin güneşli yanında gezinirdim. Hoş buna gezmek
denmezdi, zira sonsuz acılar, küçümsemeler duyarak saframın
kabardığını  hissederdim;  galiba  benim  aradığım  da  buydu.
Küçük  bir  hoşhoş  gibi  gayet  çirkin  bir  şekilde  sokaktan
geçenlerin  ayakları  arasında  dolaşır,  durmadan  generallere,
hassa  süvarilerine  veya  hanımefendilere  yol  verirdim;  o
dakikalarda  kılığımın,  insanlar  arasında  mekik  dokuyan
gövdeciğimin sefilliğini, bayağılığını aklıma getirdikçe sırtım
terden  sırılsıklam  olur,  kalbimi  durduracak  acılar  duyardım.
Herkesten daha zeki, daha kültürlü ve asil –bu benim fikrim–
olsam  da  eloğulları  karşısında  ezilip  büzülmekten,  onlardan
hakaret  göre  göre  murdar,  zararlı  bir  sinek  haline  gelmekten
dayanılmaz 
bir 
azap 
duyuyor, 
bunu 
düşündükçe
kahroluyordum. Kendimi niçin bu işkenceye sokuyor, ne diye
Nevski’ye çıkıyordum, orasını bilemiyorum. Ne olursa olsun,
beni her fırsatta oraya sürükleyen bir kuvvet vardı.
Birinci  bölümde  bahsettiğim  zevki  o  zaman  duymaya
başladım.  Hele  subay  vakasından  sonra  oraya  gitmeden
edemez oldum, çünkü subaya en çok Nevski’de rastlıyor, onu
inceliyordum.  Daha  çok  tatil  günlerinde  gelirdi.  Gerçi  o  da
generallere, kodamanlara yol veriyor, aralarında hoşhoş gibi,
sokula sokula dolaşıyordu, ama bizim gibilere, hatta daha da
kerli  ferli  kimselere  hiç  kulak  asmıyordu;  önünde  sanki  bir
boşluk  varmış  gibi  insanın  üzerine  üzerine  geliyor,  asla  yol
vermiyordu. Ona baktıkça içimde beni adeta sarhoş eden bir
hiddet kabarıyordu ve... ve tam karşılaştığımız zaman, olanca
hışmımla yana çekiliveriyordum. Bu adama karşı sokakta bile
akran  gibi  davranamadığım  için  kendi  kendimi  yiyordum.
Bazı  geceler  saat  üçe  doğru  uyanıp  bir  sinir  buhranı  içinde


kendi kendimi sıkıştırıyordum: "Ne diye her defasında ille yol
veriyorsun? Neden o değil de hep sen? Bunun yazılı kuralı mı
var?  Her  şey  terbiyeli  insanların  karşılaştıklarında  yaptıkları
gibi  olmalı:  Bir  adım  o,  bir  adım  sen  çekilerek  birbirinize
karşılıklı  saygı  göstermelisiniz."  Fakat  böyle  olmuyor,  hep
ben çekiliyordum, o da kendisine yol verdiğimin farkında bile
olmadan  yürüyüp  gidiyordu.  Nihayet  bir  gün  aklıma
harikulade  bir  düşünce  geldi:  "Acaba  bir  dahaki
karşılaşmamızda  ona  yol  vermesem  ne  olur?  Birbirimize
çarpmak  pahasına  da  ona  yol  vermesem  ne  olur  acaba?"  Bu
cüretli  düşünce  beni  öyle  sardı  ki,  başka  bir  şey  düşünemez
oldum.  Planımı  uygularken  nasıl  hareket  edeceğimi  daha  iyi
canlandırabilmek  için  Nevski’deki  gezintilerimi  sıklaştırdım.
Son  derece  heyecanlanmıştım.  Niyetim  beni  her  gün  biraz
daha  sarıyor,  daha  mümkün  görünüyordu.  Sevincimden
şimdiden  yumuşayarak  "Tabii  çok  hızlı  çarpmam,"  diye
düşünüyordum, "Yolunu kesince çarpışırız, ama omuzlarımız
hafifçe birbirine değer o kadar; hafif bir çarpışma olur, ben de
onun  bana  çarpacağı  kadar  çarparım."  Artık  kesin  kararımı
vermiştim.  Fakat  hazırlıklarım  hayli  uzun  sürdü,  ilkin  kılık
kıyafetimin  son  derece  düzgün  olması  gerekiyordu.  Sokakta
bir  mesele  çıkarsa,  orada  gezenlere  karşı  (bunlar  kontesler,
Prens  D.,  edebiyatçılar  gibi  hep  kalburüstü  kimselerdi)
giyinişim  yüzünden  mahcup  olmamalıydım;  kıyafetin
karşınızdaki  üzerinde  büyük  etkisi  vardır,  hatta  bir  dereceye
kadar  size  sosyete  adamlarıyla  eşitlik  sağlar.  Bu  maksatla
aylığımı  peşin  aldım.  Çarşıdan  siyah  eldiven,  Çurkin’den  de
oldukça iyi bir şapka satın aldım. Siyah eldiven bana önceleri
almak istediğim limon sarısı eldivenden daha ağır, daha kibar
görünmüştü. "Öbür renk pek çiğ, insan bu eldivenlerle sanki
dikkati üstüne çekmek ister gibi oluyor," diye düşünüp limon


rengi  eldiven  almaktan  vazgeçtim.  Beyaz  kemik  düğmeli  iyi
bir  gömleğim  zaten  vardı,  fakat  palto  tedariki  beni  epey
oyaladı. Aslında paltom hiç fena değildi, sıcak da tutuyordu,
fakat  içi  pamuk,  yakası  da  rakun  kürkündendi  ki,  bu  da  ona
büsbütün  bayağı  bir  hal  veriyordu.  Yakayı  mutlaka
değiştirmem gerekiyordu; mesela subaylarınki gibi bir kunduz
yaka  almalıydım.  Bu  maksatla  birkaç  kere  Gostinniy
Dvor’a
[15]
 uğradım ve biraz dolaştıktan sonra ucuz bir Alman
kunduzunda  karar  kıldım.  Gerçi  Alman  kunduzları  çabucak
eskiyip  hırpani  bir  hal  alırlar,  ama  yeniyken  görünüşleri  hiç
de  fena  değildir;  zaten  bana  topu  topu  bir  defalık  lazımdı.
Fiyatını  sordum,  gene  de  pahalı  geldi.  Hayli  düşündükten
sonra  rakun  yakamı  satmaya  karar  verdim.  Yetişmeyen  ve
benim  için  külliyetli  sayılan  bir  miktar  parayı  da  yüzümü
kızartıp  kısım  amirim  Anton  Antoniç  Setoçkin’den
isteyecektim.  Anton  Antoniç  Setoçkin  sakin,  ciddi,  ağırbaşlı
bir  adamdı,  kimseye  ödünç  vermezdi,  fakat  beni  işe  koyan
nüfuzlu  zat  ona  da  ayrıca  tavsiye  etmişti.  Fena  halde
sıkılıyordum.  Anton  Antoniç’ten  para  istemek  bana  korkunç
bir  rezalet  gibi  geliyordu,  bu  yüzden  iki  üç  gece  uykusuz
kaldım.  O  sıralar  zaten  az  uyuyordum,  ateşli  nöbetler
geçiriyor,  çarpıntılarla  uyanıyordum;  kalbim  kâh  durur  gibi
oluyor,  kâh  olanca  hızıyla  çarpmaya  başlıyor,  çarptıkça
çarpıyordu!..  Anton  Antoniç  ilkin  şaşırdı,  sonra  yüzünü
ekşitti,  fakat  biraz  düşündükten  sonra  bana  ödünç  verdiği
parayı iki hafta sonra aylığımdan alabileceğine dair bir senet
imzalatarak  istediğimi  verdi.  Böylece  her  şey  tamamlandı:
Güzel  kunduz  yaka,  uyuz  rakunun  yerini  aldı;  ben  de  yavaş
yavaş harekete geçtim. Tabii bu iş, gözü kapalı, bir hamlede
yapılamazdı;  ustalıkla,  ağır  ağır  hareket  etmek  gerekiyordu.
Fakat  itiraf  ederim,  birkaç  denemeden  sonra  ümidimi


kaybetmeye  başlamıştım:  Bir  türlü  omuzlarımız  birbiriyle
tokuşmuyordu! Yeterince hazırlanamıyor muydum, yoksa son
anda  cayıyor  muydum  bilmem,  ama  tam  birbirimize
çarpacağımız  sırada  gene  herife  yol  veriyordum,  o  da  beni
fark  etmeden  geçip  gidiyordu.  Tanrı  bana  kararlılık  versin
diye, adama yaklaşırken içimden dualar bile okuyordum. Bir
keresinde nasılsa iyice niyetlendim, fakat son anda adama iki
verşok  kalmışken  gene  tabansızlığım  tuttu,  subayın  ayakları
arasına  dolaşıverdim.  O,  bir  şey  yokmuş  gibi,  rahatça
önümden  geçti;  ben  de  top  gibi  öteye  fırladım.  O  gece  gene
hastalanıp  hummaya  tutuldum,  sayıkladım.  Fakat  bütün
bunlar birdenbire gayet iyi bir sonuca bağlandı. Hadiseden bir
gece  önce,  uğursuz  niyetimden  kesin  olarak  vazgeçmeye,
meseleyi  olduğu  gibi  bırakmaya  karar  vermiş,  bunun  bana
nasıl  tesir  edeceğini  anlamak  için  son  olarak  Nevski’ye
çıkmıştım. Birden üç adım ötede düşmanımı gördüm ve nasıl
olduğunu  bilmediğim  bir  kararlılıkla  gözlerimi  yumup
ilerledim ve o anda omuz omuza gelerek çarpıştık! Bir verşok
bile  gerilemeden,  onun  eşitiymişim  gibi  yürüyüp  geçtim!
Bizimki başını çevirip bakmamış, görmezlikten gelmişti, ama
beni gördüğüne emindim. Hâlâ da eminim! Benden çok daha
cüsseli  olduğu  için  çarpışmadan  sarsılmıştım,  fakat  bunun
önemi yoktu. Maksadıma ulaşmış, bir adım bile çekilmeden,
herkese  içtimai  bakımdan  onunla  eşit  olduğumu  göstererek
şerefimi kurtarmıştım. Eve intikamımı almış olarak döndüm.
Pek  memnundum.  Zafer  coşkunluğuyla  İtalyan  aryaları
söylüyordum. 
Size 
üç 
gün 
sonraki 
halimden
bahsetmeyeceğim  artık;  yazımın  birinci  kısmını,  "Yeraltı"nı
okudunuzsa  kendiniz  tahmin  edebilirsiniz.  Subayı  sonradan
başka bir yere atadılar; belki on dört yıldır onu görmüyorum.
Kim bilir ne âlemdedir adamcağız? Kimleri ezip duruyordur.


II
Sefihliğimin  ardı  kesilince  dehşetli  içim  sıkılıyordu.
Pişmanlık  duymaya  başlıyor,  fakat  bu  mide  bulandırıcı
duyguyu  da  çok  geçmeden  kendimden  uzaklaştırıyordum.
Yavaş  yavaş  bunlara  da  alışıyordum.  Her  şeye  çabucak
alışırdım  zaten,  daha  doğrusu  uysallaşır,  bile  bile  her  şeye
katlanırdım.  Bu  arada  kendimi  "güzel  ve  yüksek  şeyler"e
vermek,  her  şeyle  uzlaşmamı  sağlayan  bir  çare  olurdu,  ama
elbette  hayallerimde.  Öyle  hayaller  kuruyordum  ki,  aralıksız
tam  üç  ay  odamda  daldığım  hayal  âleminde  yaşardım.  O
anlarda,  inanın,  paltosunun  yakasına  telaşla  Alman
kunduzundan  kürk  diken  tavşan  yürekli  zattan  tamamıyla
farklı olurdum. Birden kahraman kesiliverirdim. O sırada on
verşok  boyundaki  teğmen  ziyaretime  gelse,  içeriye  adım
attırmazdım.  Böyle  zamanlarda  onu  gözlerimin  önünde
canlandırmayı  dahi  beceremezdim.  Hayallerimin  neler
olduğunu,  bunların  beni  nasıl  avuttuğunu  şimdi  söylemek
güç;  fakat  o  zaman  bana  yetiyorlardı.  Hoş,  yalnız  o  zaman
değil, şimdi bile bazen bunlarla oyalanıyorum. Hayaller beni
şu  miskin  sefahat  âlemlerinden  sonra  daha  çok  sarar,  daha
tatlı  gelirdi;  pişmanlık,  gözyaşları,  beddualar,  coşkun
sevinçlerle  dolardım.  Bazen  bütün  varlığımı  öyle  baş
döndürücü  bir  sarhoşluk,  öyle  dört  başı  mamur  bir  saadet
kaplardı  ki,  kalbimde  istihza  duygusunun  izi  bile  kalmazdı.
Baştanbaşa inanç, ümit, sevgi kesilirdim. Çünkü o anlarda bir
mucizeyle,  dıştan  gelecek  bir  yenilikle  her  şeyin  açılıp
genişleyeceğine, önümde hayırlı, güzel ve bilhassa tamamıyla
hazır  bir  çalışma  ufku  (ne  olduğunu  tam  olarak
kestiremiyordum,  ama  önemli  olan  da  tamamen  hazır


olmasıydı)  açılacağına  körü  körüne  inanırdım;  yani
neredeyse,  beyaz  bir  at  üzerinde,  başımda  defne  çelengiyle
dünyanın  orta  yerine  çıkıveriyordum.  Kendimi  hiçbir  zaman
ikinci  derece  bir  rolde  göremiyordum.  Gerçek  hayatta  en
sonuncu  kademeye  isyansız  katlanabilmem  bu  yüzdendi.  Ya
kahraman  ya  da  çamurdan;  ikisinin  ortası  yoktu.  Beni
mahveden  de  buydu  zaten.  Çünkü  çamurdayken,  başka
zamanda  kahramanım,  yalnızca  kahramanlar  çamurun  içinde
gizlenebilirler  diye  kendimi  teselli  ediyordum.  Düpedüz  bir
adam  için  çamurlanmak  ayıp  sayılır,  halbuki  bir  kahraman
istediği  kadar  içine  dalsın  nasıl  olsa  çamur  bulaşmaz.  İşin
dikkate  değer  yanı,  bütün  bu  "güzel  ve  yüksek  şeyler"in
içimdeki  kabarmalara,  sefahat  dalgasına  iyice  kapıldığım
sıralarda  da  gelmesiydi;  hem  de  girdabın  tam  dibindeyken,
kendini hatırlatmak ister gibi, kısa süren alevlenmeler halinde
hissediliyordu,  ama  bu  beni  yaptıklarımdan  vazgeçirmiyor,
hatta  tam  tersine,  sefihliğimi  büsbütün  kızıştırıyor,  yemeğin
tadını  artıran  iyi  bir  terbiye  ödevi  görüyordu.  Çeşit  çeşit
itirazlar,  ıstıraplar,  zorlu  bir  iç  tahlil  bu  terbiyenin
malzemesiydi;  bu  ıstırap  ve  ıstırapçıklar  sözüm  ona
sefahatime, kendine has gıdıklayıcı bir zevk, hatta bir anlam
veriyor,  kısacası,  aşım  için  bulunmaz  bir  terbiye  oluyordu.
Sefahat  âlemlerimin  kendine  göre  bir  derinliği  yok  değildi.
Zaten ben öyle düpedüz, aşağılık, avam işi bir sefahati kabul
edip o çirkefe dalabilir miydim? Bu âlemlerde beni gece vakti
sokağa sürükleyecek bir cazibe bulmasam gider miydim hiç?
Hayır  efendim,  asaleti  olmayan  bir  harekete  yanaşmazdım
ben...
Hayallerimde  "güzel  ve  yüksek  şeylere  dalışlar"ımda  aşk
maceraları  yaşadım,  Tanrım!  Bu  tamamıyla  hayali,  herhangi


canlı  varlıkla  ilgisi  olmayan  aşklardan  öylesine  tatmin
oluyordum  ki,  sonradan  gerçek,  tatbiki  bir  aşka  hiç  ihtiyaç
duymuyordum;  hatta  gerçek  bir  aşkı  lüks  bile  buluyordum.
Her  şeyi  tembelce,  ama  tatlı  bir  tarzda  sanata  bağlıyordum;
yani şuradan buradan, şairlerden, romancılardan kaptığım göz
kamaştırıcı,  her  arzuya  cevap  verecek  hayat  sahnelerini,
tamamıyla hazır kurguları hayallerime göre dilediğimce kesip
biçiyordum.  Her  seferinde  kahraman  bendim;  güya  herkesi
yendiğim için üstünlüğümü kabul etmek zorunda kalıyorlardı,
ben de hepsini affediyordum. Tanınmış bir şair, bir mabeyinci
olup  âşık  oluyor,  elime  geçen  milyonluk  servetleri  hemen
insanlık yoluna harcıyor, sonra hiç de sıradan olmayan, içinde
bol  bol  "güzel  ve  yüksek  şeyler"  bulunan  Manfredvari
kusurlarımı  bütün  milletin  önünde  sayıp  döküyordum.  Hepsi
beni  gözyaşları  içinde  kucaklıyor  (öyle  yapmasalar
ahmaklıklarını  göstermiş  olurlardı),  ben  de  yalınayak,  boş
mideyle  yeni  fikirleri  yaymak  için  tekrar  yola  düşüyor,  geri
fikirlileri  Austerlitz’de  kırıp  geçiriyordum.  Derken  marş
çalınıp  genel  af  ilan  ediliyor,  Papa  Roma’yı  terk  edip
Brezilya’ya  gitmeye  razı  oluyordu;  arkasından,  bütün  İtalya
halkı  için  Como  Gölü  kenarındaki  Borghese  Villası’nda  (bu
olaylar  hatırına  Como  Gölü  Roma’ya  naklediliyordu)
muazzam bir balo veriliyordu. O sırada, bahçenin çalılığında
bir  vaka  geçiyordu  vs.  vs.,  anlıyorsunuz  ya...  Bunca  itiraf,
heyecan ve gözyaşından sonra, bütün bunları uluorta piyasaya
çıkarmanın 
bayağı, 
adice 
bir 
hareket 
olduğunu
söyleyeceksiniz. İyi ama neden adice olsun? Yoksa bunlardan
utandığımı,  sizlerin  de  pekâlâ  başınızdan  geçmiş  vakalardan
daha  manasız  olduğunu  mu  sanıyorsunuz  baylar?  Hem  emin
olun,  bazılarını  hiç  de  fena  tertiplememiştim.  Bütün  vakalar
Como  Gölü’nde  geçmiyordu  ki...  Fakat  siz  haklısınız;


gerçekten  bu  yaptığıma  hem  bayağılık,  hem  alçaklık  denir.
Ama  en  bayağı  olanı,  kendimi  size  karşı  haklı  göstermeye
çalışmam. Ondan da bayağısı, kendimi azarlamaya çalışmam.
Neyse, bu lafın ardı gelmeyecek, gittikçe kepazeleşiyor...
Hayal  kurmaya  devamlı  olarak  üç  aydan  fazla  dayanamaz,
içimde şiddetli bir topluma karışma ihtiyacı duyardım. Benim
için  topluma  karışmak  da  kısım  amirim  Anton  Antoniç
Setoçkin’in  evine  gitmekti.  Ömrüm  boyunca  sürekli
görüştüğüm  tek  adam  o  oldu,  ki  şimdi  buna  da  şaşıyorum.
Hoş  Setoçkin’e  de  ancak  arada  bir,  aklıma  estikçe,
hayallerimden  duyduğum  saadet,  bende  insanlarla,  bütün
dünyayla  hemen  kucaklaşma  isteği  yarattığında  gidiyordum;
bu arzuyu gerçekleştirmek için hiç olmazsa kanlı canlı bir kişi
olmalıydı.  Anton  Antoniç’e  yalnız  salı  günleri  (kabul
günüydü)  gidilebilirdi;  bu  sebeple  insanlarla  kucaklaşma
ihtiyacımı  da  mutlaka  salı  günlerine  denk  getirmem
gerekiyordu.  Anton  Antoniç,  Pyati  Uglov  civarında  bir  evin
dördüncü katında, basık tavanlı, birbirinden ufak dört odacığı
olan  bir  dairede  oturuyordu;  eşyası  gayet  kıt  ve  hep  sarıya
çalan  renkteydi.  İki  kızı  ve  misafirlere  çay  dağıtan  kız
kardeşiyle  birlikte  yaşıyordu.  Kısa  boylu,  kalkık  burunlu
kızlarından  biri  on  üç,  öteki  on  dört  yaşındaydı;  durmadan
aralarında  fiskos  edip  gülüştükleri  için  onlardan  çekinirdim.
Ev sahibi daima çalışma odasında, masanın önünde deri kaplı
bir kanepede, bizde ya da başka bir müessesede memur olan
kır  saçlı  bir  misafirle  otururdu.  Benim  sık  görmediğim,  ama
değişmeyen  birkaç  misafir  daha  olurdu.  Vergilerden,  senato
toplantılarından,  maaştan,  terfilerden,  ekselanstan,  göze
girmek sanatından konuşuluyordu. Bu adamların yanında üçer
dörder  saat  aptal  aptal  onları  dinleyerek,  kendim  iki  lakırdı


söylemeye  cesaret  edemeden,  daha  doğrusu  beceremeden
öylece  otururdum.  Sersemleşir,  ikide  bir  terler,  birden  inme
geliverecekmiş gibi olurdum, ama bu da iyi, yararlı bir şeydi.
Eve  dönünce  insanlarla  kucaklaşmak  arzum  bir  müddet  için
yatışıyordu.
Setoçkin’den başka Simonov adındaki eski okul arkadaşım
da  ahbaplarımdan  sayılabilirdi.  Aslında  Petersburg’da  epey
okul arkadaşım vardı, ama onlarla görüşmüyor, hatta sokakta
selamlaşmıyordum.  Çalıştığım  müesseseyi  değiştirmeme
onlarla  bir  arada  bulunmak  istemeyişimin,  nefret  ettiğim
çocukluk  hatıralarımla  ilgimi  kesmek  arzumun  sebep
olduğunu da söyleyebilirim. Okulumuza da, orada geçen feci,
kahırlı yıllara da lanet olsun! Sözün kısası, hürriyete kavuşur
kavuşmaz okul arkadaşlarımla ilgimi kesmiştim. Karşılaşınca
selamlaştıklarımın  sayısı  ikiyi  üçü  geçmiyordu.  Bunlardan
biri  olan  Simonov  da,  okuldayken  hiçbir  özelliği  olmayan,
sakin,  sessiz  bir  çocuktu,  ama  onun  oldukça  şahsiyet  sahibi,
hatta  dürüst  bir  insan  olduğunu  sezmiştim.  Pek  dar  kafalı
olduğunu  da  sanmıyorum.  Birlikte  pek  hoş  geçen
zamanlarımız  da  olmuş,  ama  uzun  sürmemiş,  hemen  aramız
bulutlanıvermişti.  Anladığıma  göre  Simonov  bu  hatıralardan
hoşlanmıyor,  bunları  tazeleyerek  eski  günleri  canlandırmak
isteyeceğimden  endişe  ediyordu.  Benden  hoşlanmadığından
şüphelendiğim  halde,  pek  emin  olmadığım  için  ara  sıra
uğruyordum.
Yalnızlığıma  dayanamadığım  bir  perşembe  günü,  o  gün
Anton  Antoniç’in  kapısının  açılmayacağını  bildiğim  için
Simonov’u hatırladım. Dördüncü kata tırmanırken bu adamın
beni  görmekten  pek  memnun  olmadığını,  gitmenin
lüzumsuzluğunu  düşünüyordum.  Fakat  her  zaman  olduğu


gibi,  böyle  düşünceler  sanki  inat  olsun  diye,  beni  bu  çeşit
şüpheli  durumlara  sürüklüyordu;  yine  de  içeri  girdim.
Simonov’la en son aşağı yukarı bir yıl önce görüşmüştüm.


III
Simonov’da  iki  okul  arkadaşımızı  daha  buldum.  Üçünün
önemli  bir  konu  üzerinde  konuştuğu  belliydi.  Hiçbiri
gelişimle  ilgilenmedi;  yıllarca  görüşmediğimiz  düşünülürse
bu  hal  tuhaftı.  Anlaşılan,  onlar  için  sinek  kadar  değerim
yoktu.  Okulda  da  hiç  sevilmezdim,  ama  bu  kadar
küçümsendiğimi 
hatırlamıyorum. 
Küçük 
görülmeme
memurluktaki 
başarısızlığımın, 
düşüklüğümün,
kılıksızlığımın  vs.  sebep  olduğunu  anlıyordum  tabii,  çünkü
onlara  göre  bunlar  kabiliyetsizliğimin,  değersizliğimin
yaftasıydı.  Gene  de  bu  derece  aşağı  görülmeyi
beklemiyordum.  Simonov  gelişime  bayağı  şaşırmıştı.  Zaten
önceleri  de  her  ziyaretimde  hayret  edip  dururdu.  Bütün
bunlara  biraz  canım  sıkılmıştı;  oturup  konuşmalarını
dinlemeye başladım.
Ciddi ciddi, hatta heyecanla, ertesi gün uzak bir taşra iline
gidecek subay arkadaşları Zverkov için tertiplemek istedikleri
veda ziyafetinden bahsediyorlardı. Mösyö Zverkov benim de
okul  arkadaşımdı.  Ondan  hele  son  sınıflarda  iyice  nefret
ederdim.  İlk  sınıflarda  herkesin  sevdiği  hoş  yüzlü  bir
afacandı.  Zaten  ben  de  onu  sırf  güzelliği  ve  afacanlığı  için
çekemiyordum. 
Hiç 
çalışkan 
değildi, 
gitgide 
de
kötüleşiyordu;  bununla  beraber  pistonlu  olduğu  için  okulu
başarıyla  bitirdi.  Son  sınıfta  ona  iki  yüz  canı  olan  bir  köy
miras  kaldı;  öğrencilerin  çoğu  fakir  olduğundan  Zverkov
hepimize  üstten  bakmaya  başladı.  Birinci  sınıf  bir  alçak
olmasına  rağmen,  üstten  bakarken  bile  sevimli  bir  genç  gibi
görünebiliyordu.  Şerefe,  onura  dair  bütün  palavralarına
rağmen  –pek  azı  müstesna–  çocuklar  Zverkov  azdıkça  ona


daha çok yaltaklanıyorlardı. Ondan bir çıkar gözettikleri için
değil,  onu  dünyaya  talihli  doğmuş  bir  adam  olarak
gördüklerinden  böyle  yapıyorlardı.  Sonra  Zverkov  bizde
becerikli, zarafette eşsiz bir adam diye nam salmıştı. En çok
buna  bozuluyordum.  Sert,  kendinden  emin  ses  tonundan,
cüretkâr  ama  pek  ahmakça  nüktelerine  duyulan  hayranlıktan
nefret  ediyordum.  Güzel  fakat  manasız  yüzünü  (kendi  zeki
yüzümle  seve  seve  değişirdim  ya),  asrın  ilk  yarısının
sonlarına  doğru  bütün  subaylarda  görülen  laubali  hallerini
çekemiyordum.  İleride  kadınlar  konusunda  göstereceği
başarıları (sabırsızlıkla beklediği subay apoletlerini takmadan
önce  çapkınlığa  cesaret  edemiyordu)  her  fırsatta  düello
yapacağını  anlatmasına  hiç  tahammül  edemiyordum.  Hiç
unutmam,  her  zaman  sessiz  sessiz  durduğum  halde,  bir
keresinde  ansızın  Zverkov’la  kapışıverdim:  Teneffüste
arkadaşlarıyla  gelecekteki  çapkınlıklarından  bahsediyordu,
sonra  güneşte  oynaşıp  duran  bir  köpek  yavrusu  gibi  coştu,
köyünde el atmadık tek bir kız bırakmayacağını, bunun droit

Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə