Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə17/18
tarix15.03.2022
ölçüsü0,71 Mb.
#84522
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

Evime hür, başın dik olarak,


Evimin kadını olarak gir
(Aynı şiirden)
Liza’nın  önünde  şaşkın,  bitkin,  iğrenç  derecede  bozulmuş
bir  halde  duruyordum;  galiba  bir  yandan  gülümsüyor,  bir
yandan da tıpkı önceden, can sıkıntıları arasında düşündüğüm
gibi  pamuklu,  hırpani  sabahlığının  önünü  kavuşturmaya
çalışıyordum. Apollon bir iki dakika durduktan sonra çekildi,
ama  bu  bana  ferahlık  vermedi.  En  kötüsü,  bu  defa  kızın  da
tahmin edemeyeceğim kadar afallamış olmasıydı. Tabii buna
benim halim sebep olmuştu.
Dalgın bir halle:
— Otur, dedim.
Masanın  yanındaki  iskemleyi  ona  doğru  iteledim,  ben  de
kanepeye  geçtim.  Liza  gözlerini  benden  ayırmadan  uysal  bir
tavırla  oturdu;  her  halinden,  benden  bir  şeyler  umduğu  belli
oluyordu.  Onun  bu  saf  bekleyişi  beni  büsbütün  çileden
çıkardı, fakat kendimi tuttum.
Durumu  kurtarmak  için  olanların  farkında  değilmiş  gibi
tabii  davranmak  lazımdı,  halbuki  o...  Liza’ya  bunların
pahalıya mal olacağını belli belirsiz hissediyordum.
Bu  şekilde  başlamak  gerekmediğini  bildiğim  halde,
kekeleyerek:
— Beni tuhaf bir durumda buldun Liza, dedim.
Kızın birden yüzünün kızardığını görünce:


—  Sakın  aklına  bir  şey  gelmesin!  diye  bağırdım.
Fakirliğimden utanmıyorum... Tam tersine, fakirliğimle iftihar
ediyorum.  Fakir  olmakla  beraber  asilim...  İnsan  hem  fakir,
hem asil olabilir. Şey... çay içer misin?
— Hayır... diye başlamıştı ki, sözünü kestim.
— Dur azıcık!
Yerimden  fırlayarak  Apollon’un  yanına  seğirttim;  kendimi
bir  yere  atmak  ihtiyacındaydım.  Avucumda  hâlâ  sımsıkı
tuttuğum  yedi  rubleyi  önüne  fırlatarak  hızla  fısıldamaya
başladım:
— İşte aylığın Apollon, görüyorsun ya veriyorum. Ama sen
de beni kurtarmalısın: Hemen koş, çayhaneden çayla on tane
peksimet getir. Eğer getirmezsen dünyanın en bedbaht adamı
olacağım!  Bunun  nasıl  bir  kadın  olduğunu  bilemezsin...  O...
her  şeydir!  Belki  aklından  kötü  düşünceler  geçiyor...  Ama
onun nasıl bir kadın olduğunu bilemezsin!..
Tekrar  gözlüğünü  takarak  dikişine  oturan  Apollon  iğneyi
elinden  bırakmadan  yan  gözle  parayı  sessizce  süzdü,  sonra
cevap  vermeden  ve  bana  zerre  kadar  ilgi  göstermeden  hâlâ
iğneye geçiremediği iplikle uğraşmaya devam etti. Kollarımı
à  la  Napoléon  bir  görkemle  kavuşturarak  iki  üç  dakika
önünde  durdum.  Şakaklarım  ter  içindeydi  ve  yüzümde  bir
damla  kan  kalmadığını  hissediyordum.  Bereket  versin,  bana
acıdı galiba, iplik geçirme işini bitirdikten sonra yavaş yavaş
iskemleyi  çekti,  yavaş  yavaş  doğruldu,  yavaş  yavaş
gözlüğünü çıkardı ve yine yavaş yavaş parayı saydıktan sonra
başını  çevirerek  omzunun  üstünden,  çayın  bir  çaydanlık  mı
olacağını  sordu;  sonunda  da  yavaş  yavaş  odadan  çıktı.


Liza’nın  yanına  dönerken  aklıma,  külüstür  sabahlığımın
eteklerini  toplayarak  nereye  olursa  kaçmak  geldi.  Ondan
sonra ne olursa olsun.
Tekrar  yerime  oturdum.  Liza  bana  endişeyle  bakıyordu.
Birkaç dakika hiç konuşmadan oturduk.
Birdenbire:
—  Geberteceğim  onu!  diye  haykırarak  olanca  gücümle
masaya  bir  yumruk  indirdim.  Öyle  hızlı  vurmuştum  ki,
hokkanın içindeki mürekkep masaya sıçradı.
Liza ürperdi:
— Aman ne diyorsunuz!
—  Evet  geberteceğim  onu,  geberteceğim!  diye  cırlak  bir
sesle  bağırarak  masayı  yumruklamaya  devam  ediyordum.
Bunu  yaparken  taşkınlığımın  ne  kadar  manasız  olduğunu
gayet iyi anlıyordum.
— Bu caninin bana neler yaptığını bilemezsin Liza. Adam
benim celladım... Şimdi peksimet almaya gitti, o...
Birdenbire  ağlamaya  başladım.  Buhran  geçiriyordum.
Hıçkırıklar  arasında  büyük  bir  utanç  duyuyordum,  ama  artık
kendimi tutamıyordum.
Liza korkmuştu. Telaşla etrafımda dönüyor:
— Ne oldunuz? Neniz var? diye soruyordu.
— Su... su ver bana! Şurada...


Oysa  suya  da,  mırıldanarak  konuşmaya  da  ihtiyacım
olmadığını adım gibi biliyordum. Geçirdiğim buhran gerçekti,
ama  bir  yandan  da  durumu  kurtarmak  için  numara
yapıyordum.
Liza şaşkın şaşkın bana bakarak su getirdi. O anda Apollon
çayla  geldi.  Birdenbire,  bu  alelade,  basit  çayın  biraz  önceki
hadiseden bile daha utandırıcı, daha küçültücü olduğunu fark
ederek kızardım. Liza, Apollon’a bile korkuyla bakıyordu. O
bize aldırmadan odadan çıktı.
Kızın gözlerinin içine bakarak:
— Beni hakir görüyorsun, değil mi Liza? dedim.
Ne  düşündüğünü  öğrenmek  için  duyduğum  sabırsızlıktan
titriyordum.
Bozuldu, cevap veremedi.
Hırsla:
— Hadi iç çayını! dedim.
Kendi  kendime  kızıyordum,  ama  acısını  ondan
çıkaracaktım. Bu kıza karşı kalbimde öyle dehşetli bir nefret
kabarmıştı  ki,  elimden  gelse  onu  öldürürdüm.  Öcümü  almak
için  içimden  onunla  bir  tek  kelime  konuşmamaya  yemin
ettim. "Her şeyde o suçlu." diye düşünüyordum.
Aramızdaki  sessizlik  beş  dakika  kadar  sürdü.  Çay  masada
durduğu  halde  ikimiz  de  içmiyorduk.  Liza’yı  daha  çok
sıkmak  için  işi  çaya  el  sürmemeye  kadar  vardırmıştım;  o  da
başlamaya  çekiniyordu.  Birkaç  kere  hüzünlü  bir  şaşkınlıkla
yüzüme baktı, inatçı sessizliğimi bozmuyordum. Bu durumda


en  çok  azap  çeken  de  şüphesiz  bendim.  Manasız  hiddetimin
iğrençliğini,  adiliğini  tamamıyla  idrak  ediyor,  ama  bir  türlü
kendime hâkim olamıyordum. Kız, sessizliği bozmak için:
—  Ben  oradan...  şey...  temelli  çıkmak  istiyorum,  diye
başladı.
Zavallı  kızcağız!  O  manasız  anda  benim  gibi  aptal  bir
adama  açılmayacak  tek  konu  varsa,  o  da  buydu  işte.
Beceriksizliği, yersiz açık kalpliliği bana bile dokundu. Fakat
tam o sırada içimde kabaran kötü bir duygu tüm merhametimi
bastırdı, hatta daha fazlasını yapmaya kışkırttı: Olan olmuştu,
artık  dünya  vız  gelirdi  bana!  Beş  dakika  daha  geçti.  Liza
ürkek bir tavırla, duyulur duyulmaz bir sesle:
—  Sizi  rahatsız  ettim  galiba...  diyerek  ayağa  kalktı.
İncinmiş  izzetinefsin  ilk  isyanını  görünce  hiddetimden  tir  tir
titreyerek patladım:
— Zaten ne diye bana geldin, ne diye, söyler misin lütfen?
Tıkanır  gibi  konuşuyor,  sözlerimde  mantık  sırası  bile
kollamıyordum.  Her  şeyi  birden  anlatmak  istiyor,  nereden
başlayacağını kestiremiyordum. Artık kendimi tutamayarak:
—  Ne  diye  geldin,  cevap  ver!  diye  bağırdım.  Cevap  ver
bana! Ben sana niçin geldiğini söyleyeyim iki gözüm. Sana o
gün  dokunaklı  laflar  ettiğim  için  geldin.  Şimdi  de
şımarıklığından,  canın  gene  "dokunaklı  laflar"  duymak
istediği için geldin. Ama haberin olsun, seninle o zaman alay
etmiştim.  Şimdi  de  alay  ediyorum.  Niye  ürperiyorsun  öyle?
Evet, alay ettim! Evinize benden önce gelenler yemekte beni
tahkir etmişlerdi. Size, onlardan birini, bir subayı dövmek için


gelmiştim,  ama  olmadı,  kaçırdım.  Birisinden,  gördüğüm
hakaretin öcünü almak istiyordum, karşıma sen çıktın, öfkemi
senden  aldım,  eğlendim  seninle.  Beni  küçük  düşürdüler,  ben
de  aynı  şeyi  yapmak  istedim; beni  paçavraya  çevirdiler,  ben
de kendimi göstereyim dedim... Mesele bundan ibaret, yoksa
sen oraya seni kurtarmak için geldiğimi mi sandın? Böyle mi
düşündün? Böyle mi ha?
Söylediklerimin  ona  pek  karışık  geldiğini,  muhtemelen
çoğunu 
anlayamayacağını 
biliyordum, 
fakat 
esası
kavrayacağına  emindim.  Tahminimde  yanılmadım.  Liza’nın
yüzü kâğıt gibi oldu; konuşmak istedi, ama dudakları ıstırapla
kıvrıldı  ve  ayaklarına  bir  balta  yemiş  gibi  iskemleye  çöktü.
Ondan  sonra  beni  ağzı  açık,  bakışları  sabitleşmiş,  bütün
varlığını  saran  dehşetten  titreyerek  dinledi.  Sözlerimdeki
arsızlık, hayasızlık onu ezmişti...
Yerimden  fırlayıp  önünde  bir  aşağı  bir  yukarı  odayı
arşınlamaya başladım. Bağıra bağıra:
— 
Kurtarmakmış! 
diye 
devam 
ettim. 
Neden
kurtaracakmışım seni? Belki ben senden de fenayım. Niye o
gün karşına geçmiş maval okurken suratıma, "Ya senin ne işin
var  burada?  Ahlak  hocalığı  taslamaya  mı  geldin?"  diye
haykırmadın?  O  gün  bütün  istediğim,  bir  kuvvet  gösterisi
yapmaktı;  seni  ağlatıp  ezmekten,  buhrana  sürüklemekten
başka  düşündüğüm  yoktu.  Ama  miskin,  mendeburun  biri
olduğum  için  dayanamadım,  korktum  ve  şeytan  bilir  hangi
sebepten sana adresimi verdim. Daha eve varmadan bu adres
verme  işi  yüzünden  sana  içimden  ne  sövgüler  yağdırdım.
Sana  yalan  söylediğim  için  senden  nefret  ediyordum.  Çünkü
tek  istediğim  kelime  oyunları  yapmak,  kafamı  biraz


çalıştırmak,  biraz  kendimi  eğlendirmekti...  aslında  istediğim
nedir  bilir  misin?  Hepinizin  yerin  dibini  boylamanız,  işte  o
kadar! Huzur, sükûnet istiyorum ben. Beni rahatsız etmesinler
diye  bütün  dünyayı  bir  kapiğe  satarım.  Beni  kıyamet
kopmasıyla  çaysız  kalmam  arasında  seçim  yapmak  zorunda
bıraksalar,  dünya  yıkılsa  umurumda  olmayacağını,  ama
çayımdan  vazgeçmeyeceğimi  haykırırdım.  Bunu  biliyor
muydun?  İşte  ben  böyle  namussuz,  alçak,  bencil,  tembelin
biriyim.  Buraya  geleceksin  diye  üç  gündür  korkudan  kendi
kendimi yedim. Bu üç gün içinde beni en çok kaygılandıran
şeyin  ne  olduğunu  söyleyeyim  mi?  O  gün  karşında
kahramanlık  tasladıktan  sonra,  beni  burada  bu  yırtık
sabahlığımla, yokluk, pislik içinde görmenden korkuyordum.
Sana  demin,  fakirliğimden  utanmadığımı  söyledim,  ama
yalan,  en  çok  bundan  utanıyor,  bundan  korkuyorum;  hırsız
olsaydım  bu  derece  korkmaz,  utanmazdım.  Son  derece
gururluyum;  en  ufak  şey,  derim  soyulmuş  da,  sanki  havanın
teması  bile  bana  ıstırap  veriyormuş  gibi  hissetmeme  neden
olur.  Beni  bu  partal  sabahlığımla,  hırçın  bir  köpek  gibi
Apollon’a 
saldırırken 
yakaladığın 
için 
seni 
hiç
affetmeyeceğimi  hâlâ  anlayamadın  mı?  Kurtarıcı,  sabık
kahraman,  yoluk  tüylü,  uyuz  bir  it  misali  uşağına  saldırıyor,
öteki de onunla alay ediyor! Miskin kocakarılar gibi, karşında
gözyaşlarımı tutamayışım yüzünden de affetmeyeceğim seni!
Şu  anda  itiraf  ettiklerim  yüzünden  de  seni  affetmeyeceğim!
Evet  sen,  yalnız  sen,  bütün  bunların  hesabını  vereceksin,
çünkü  karşıma  sen  çıktın,  çünkü  ben  alçağın  biriyim,
yeryüzündeki solucanların en iğrenci, en gülüncü, en miskini,
en ahmağı, en kıskancıyım; gerçi diğerlerinin de benden daha
iyi tarafları yok, ama gene de hiçbir şeyden utanmıyor şeytan
alasıcalar! Halbuki ben ömrüm boyunca en ufak bir bitten bile


fiske  yerim;  benim  karakterim  de  bu  işte!  Bunların  hiçbirini
anlamasan da bana vız gelir! Senin orada mahvolup gitmen de
vız  gelir!  Sonra,  buraya  geldiğin,  beni  dinlediğin  için  de
senden  nefret  edeceğimi  biliyor  musun?  İnsan  hayatta  bir
kere, o da buhrana tutulunca, olduğu gibi içini döker!.. Daha
ne  istiyorsun?  Bu  olanlardan  sonra  hâlâ  ne  diye  karşıma
dikilmiş canımı sıkıyorsun, neden çekip gitmiyorsun?
Tam o anda, birdenbire garip bir şey oldu.
Her  şeyi  kitaplarda  olduğu  gibi  düşünüp  tasarlamaya,
hadiseleri  önceden  hayalimde  yarattığım  gibi  görmeye
alıştığım  için,  o  garip  olayı  bir  an  kavrayamadım.  Ezdiğim,
hakaret  ettiğim  Liza,  beni  tahmin  ettiğimden  daha  çok
anlamıştı.  İçten  seven  her  kadının  hemen  fark  edeceği  şeyi,
karşısında bedbaht birisi olduğunu anlamıştı.
Yüzündeki  ürkek,  gücenik  ifade,  yerini  acıklı  bir  hayrete
bırakmıştı.  Gözyaşları  içinde  (tüm  bu  tirat  boyunca
ağlamıştım)  kendime  "adi,"  "alçak"  gibi  sıfatlar  verdikçe
Liza’nın  yüzü  ıstırapla  buruşmuştu.  Doğrularak  beni
susturmak istedi; "Ne duruyorsun burada, niye gitmiyorsun?"
diye bağırmama da aldırmadı, çünkü söylediklerimin bana ne
kadar  acı  geldiğini  fark  etmişti.  Hem  onun  gibi  zavallı,
kendisini  benden  kıyaslanmayacak  derecede  aşağı  gören  bir
kızın  öfkelenmesi,  kırılmış  izzetinefsi  için  isyan  etmesi
mümkün müydü?
Birden  oturduğu  sandalyede  doğrularak  içten  kopan  bir
taşkınlıkla  bana  atılmak  istediyse  de,  hâlâ  benden  çekindiği
için  daha  fazla  yaklaşmaya  cesaret  edemedi  ve  durduğu
yerden  çekingen,  ürkek  bir  halle  ellerini  uzattı...  O  anda
içimde bir şey kopmuştu sanki. Liza birden bana doğru atıldı


ve  boynuma  sarılıp  ağlamaya  başladı.  Ben  de  kendimi
tutamadım ve daha önce hiç ağlamadığım kadar, katıla katıla
ağlamaya başladım...
—  Bırakmıyorlar...  İyi...  iyi  olamıyorum!  diye  kekeledim
güçlükle.
Sonra  kendimi  yüzükoyun  kanepeye  fırlatarak  bir  çeyrek
kadar tam bir isteri nöbeti içinde hıçkırdım durdum. Liza da
yanıma oturup kollarıyla beni sararak öylece hareketsiz kaldı.
Fakat  bu  buhran  ne  kadar  sürse  de  bitecekti.  İşte  böyle
(şimdi  pek  çirkin  bir  hakikati  yazacağım)  kanepede  yüzüm
eski  bir  deri  yastığa  gömülü  yatarken  içimde  önce  yavaş
yavaş  kendini  hissettiren,  sonra  gittikçe  kuvvetlenen  bir
duygu  uyanmaya  başladı:  Başımı  kaldırarak  Liza’nın
gözlerine  nasıl  bakacaktım?  Neden  utandığımı  bilmediğim
halde utanıyordum. Altüst olmuş kafamdan, artık rollerimizin
değiştiği,  Liza’nın  kahramana  benimse  dört  gün  önceki
zavallı,  aşağılanmış  kıza  dönüştüğüm  geçti.  Bütün  bunları
daha yüzükoyun kanepede yatarken düşünüyordum!
Hey Tanrım! Yoksa onu o anda kıskanmış mıydım?
Elbette  bu  konuya  o  zaman  da,  şimdi  de  bir  çözüm
bulamadım,  ama  şimdi  o  zamankine  oranla  çok  daha  iyi
anlayabiliyorum. Kim olursa olsun, birine hükmetmeden, onu
ezmeden  yaşamam  mümkün  değildi  benim...  Fakat...  fakat
sadece  düşüncelerle  hiçbir  şey  açıklanamaz,  o  halde  uzun
boylu düşünceye dalmanın faydası yok.
Nihayet  kendimi  zorlayarak  başımı  kaldırdım,  bunu  nasıl
olsa  yapacaktım...  O  anda  içimde  uyanan  başka  bir


duygunun...  hükmetmek,  sahip  olmak  arzusunun,  sırf  kızın
yüzüne  bakmaktan  utandığım  için  alevlendiğine  eminim.
Gözlerimde  şehvet  parıltıları  belirdi,  Liza’nın  ellerini  hızla
sıktım.  Ondan  son  derece  nefret  ettiğim  halde  öyle  arzu
duyuyordum  ki!  Bu  iki  duygu  birbirini  körüklüyordu.  Bir
çeşit intikam duygusuydu neredeyse!.. Liza’nın yüzünde önce
şaşkınlık,  hatta  biraz  da  korku  belirdi,  ama  bu  sadece  bir  an
sürdü. Coşkunluk ve tutkuyla bana sarıldı.


X
Bir  çeyrek  sonra  odamda  bir  aşağı  bir  yukarı  delice  bir
sabırsızlıkla  dolaşıyor,  ikide  bir  paravanaya  yaklaşarak,
aralıktan  Liza’yı  seyrediyordum.  Başını  yatağa  dayayarak
yerde  oturuyor,  galiba  ağlıyordu.  Çekip  gitmiyor  ve  bu  da
beni  deli  ediyordu.  Artık  her  şeyi  biliyordu.  Ona  tamir
edilmez  bir  şekilde  hakaret  etmiştim,  fakat...  bundan
bahsetmenin  ne  faydası  var.  Liza  ihtiras  kasırgasının  sadece
bir intikam duygusu, ona karşı yeni bir hakaret olduğunu ve
deminki  nedensiz  husumetin  bu  sefer  doğrudan  doğruya  ona
yöneltilmiş  şahsi  kıskançlıktan  kaynaklanan  bir  nefrete
döndüğünü  anlıyordu...  Hoş,  kesin  olarak  anlayıp
anlamadığını da iddia edemem; ancak alçağın biri olduğumu,
en önemlisi de onu hiç sevmediğimi kesinlikle anlamıştı.
Bana  bunların  imkânsız  olduğunu,  bu  derece  kötü,  bu
derece  aptal  olamayacağımı  söyleyecekler,  biliyorum;  hatta
Liza’yı  sevmemenin,  hiç  olmazsa  aşkını  takdir  etmemenin
mümkün  olmadığını  da  ilave  edeceklerdir  muhtemelen.
Halbuki  neden  imkânsız  olsun?  İlkin  sevmek  elimden
gelmezdi,  çünkü  bence  sevmek,  manevi  üstünlük  kurmak,
zorbalık  etmek  anlamına  gelir.  Ömrüm  boyunca  başka  türlü
düşünmedim;  hatta  şimdi  bile  bazen  sevginin  sevdiğimizin
bize  gönül  rızasıyla  bağışladığı,  kendine  zorbalık  etme
hakkından 
ibaret 
olduğunu 
düşünüyorum. 
Yeraltı
hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve manevi zaferimle
biten bir mücadeleden başka şekilde kuramıyordum, ama dize
getirdiğim  varlığı  ne  yapacağımı  hiç  bilemedim.  Kadını
canlandıran,  onu  uçurumun  dibine  kadar  yuvarlanmaktan
koruyarak  yeniden  doğmasını  sağlayan  biricik  kuvvetin  aşk


olduğunu  biliyorum,  ama  manevi  varlığım  o  derece
bozulmuştu  ve  "canlı  hayattan"  o  kadar  uzaklaşmıştım  ki,
demin bana "dokunaklı sözler" dinlemeye geldiğini sanıp kızı
rezil etmeye kalkmamın da, dokunaklı sözler dinlemeye değil,
bana  olan  sevgisi  yüzünden  geldiğini  anlayamamamın  da
garipsenecek  yanı  yok  bence.  Gene  de  odamda  bir  aşağı  bir
yukarı  dolaşarak  arada  bir  paravanın  aralığından  bakarken
Liza’dan pek öyle nefret ettiğim yoktu. Bana dayanılmayacak
kadar  ağır  gelen,  sadece  burada  bulunmasıydı.  Bir  an  önce
ondan  kurtulmak  istiyordum.  "Sükûnet"e  kavuşmayı,
yeraltımla  baş  başa  kalmayı  istiyordum.  Alışmadığım  "canlı
hayat",  beni  öyle  bir  sıkıştırmıştı  ki,  soluğum  kesilecek  gibi
oluyordu.
Birkaç  dakika  daha  geçti,  Liza  kendinden  geçmiş  gibiydi,
hiç  kıpırdamıyordu.  Kendimi  hatırlatmak  için  arsızca
paravanı  tıklattım...  Birdenbire  silkindi,  yerinden  fırlayıp
atkısıyla  şapkasını,  paltosunu  aramaya  başladı;  sanki  o  da
benden  bir  an  evvel  kaçıp  kurtulmak  istiyordu...  İki  dakika
sonra  paravanın  arkasından  yavaş  adımlarla  çıkarak  bitkin
gözlerle  beni  süzdü.  Çarpık  bir  gülümsemeyle  karşılık
verdim,  ama  zoraki,  nezaket  icabı  bir  gülümseme  olduğu
belliydi; hemen sonra bakışlarımı kaçırdım.
Kapıya doğru yürürken:
— Hoşça kalın, dedi.
Birden  yanına  koştum,  elini  yakalayıp  avucunu  açtım  ve
para  sıkıştırdım...  ve  tekrar  kapattım.  Sonra,  yüzünü
görmemek  için  sırtımı  çevirerek  kendimi  hızla  odanın  öbür
ucuna attım...


Az kalsın şu anda bile yalan söyleyecek, bu hareketi kazara,
kendimi bilmeden, düşüncesizliğimden yaptığımı yazacaktım.
Fakat yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça söylüyorum
ki,  avucunu  açıp  para  sıkıştırmamın  tek  nedeni...
kötülüğümdür.  Bunu  daha  Liza  paravanın  arkasındayken  ve
ben  odanın  içinde  aşağı  yukarı  dolaşırken  düşünmüştüm.
Yalnız  şunu  da  söylemeliyim:  Bu  kötülüğü  bile  isteye
yapmıştım,  ama  içimden,  kalbimden  gelmediğine,  muzır
kafamın  işi  olduğuna  eminim.  Merhametsizliğim  o  kadar
yapmacık,  zoraki,  sadece  kafa  mahsulü  ve  kitap  gibiydi  ki,
yaptığıma  bir  dakika  bile  dayanamadım;  önce  yüzünü
görmemek  için  kendimi  bir  köşeye  attım,  sonra  utanç  ve
ümitsizlikle  Liza’nın  peşinden  koştum.  Antre  kapısını  açıp
dinledim.
Merdivenlere doğru, çekinerek:
— Liza!.. Liza!.. diye seslendim.
Cevap  yoktu;  merdivenin  alt  basamaklarında  adımlarını
duyar gibi oldum ve daha yüksek bir sesle:.
— Liza! dedim.
Gene  cevap  yoktu.  Tam  o  sırada  aşağıdan  camlı  sokak
kapısının  gıcırdayarak  güçlükle  açıldığını,  sonra  sert  bir
vuruşla kapandığını duydum. Merdivenleri bir uğultu kapladı.
Gitmişti.  Düşünceli  bir  halle  odama  döndüm.  Son  derece
üzgündüm.
Masanın  önünde,  oturduğu  sandalyenin  yanında  durmuş,
boş gözlerle önüme bakıyordum.


Böylece  bir  dakika  kadar  geçtikten  sonra  birden  ürperdim:
Tam  önümde,  masanın  üzerinde,  demin  onun  avucuna
sıkıştırdığım  beş  rublelik  buruşuk,  mavi  banknotu
görmüştüm.  Bu  aynı  banknottu;  başkası  olamazdı,  zira  evde
bundan  başkası  yoktu.  Şu  halde  Liza,  ben  kendimi  odanın
öbür ucuna attığım zaman bunu masaya fırlatmayı becermişti.
Ya  ne  olacaktı  başka?  Ondan  bunu  beklemeliydim.  Peki
beklemiş  miydim?  Hayır.  O  derece  bencildim,  insanları  öyle
hiçe  sayıyordum  ki,  Liza’nın  bunu  yapacağı  aklımın
köşesinden bile geçmemişti. Buna dayanamadım. Hemen deli
gibi  giyinmeye  başladım;  elime  geçenleri,  hiç  bakmadan
aceleyle  giyip  Liza’nın  peşinden  dışarıya  fırladım.  O  sırada
Liza henüz iki yüz adım bile uzaklaşmamış olmalıydı.
Sokak sessizdi; hızını artıran ve dimdik yağan kar, beyaz bir
çarşaf  gibi  tenha  sokağı,  kaldırımları  örtmüştü.  Yollarda  tek
bir  canlı  yoktu,  etrafta  çıt  çıkmıyordu.  Hüzün  dolu  sokak
fenerleri  boş  yere  göz  kırpıyordu.  Kavşağa  kadar  iyi  yüz
adımlık mesafeyi koşarak geçtikten sonra durdum.
"Ne yana gitti? Hem ne diye peşinden koşuyorum? Niçin?
Önünde  diz  çöküp  pişmanlık  gözyaşları  dökmek,  ayaklarını
öpüp  affedinceye  dek  yalvarmak  için  mi?"  Evet,  bunu
istiyordum;  göğsüm  parçalanacak  gibiydi  ve  o  anı  asla  ama
asla  soğukkanlılıkla  hatırlayamayacağım.  "Fakat  ne  lüzumu
var?"  diye  düşündüm,  "Belki  hemen  yarın,  sırf  bugün
ayaklarını öptüğüm için ondan nefret etmeyecek miyim? Onu
mesut  edebilir  miyim  hiç?  Bugün  belki  de  yüzüncü  olarak
değerimi  anlamadım  mı?  Hayatını  cehenneme  döndürmez
miyim kızın?"


Karın  altında  durmuş,  bakışlarımla  bulanık,  puslu  havayı
delmeye çalışarak bunları düşünüyordum.
Az  sonra,  daha  evdeyken  kurmaya  başladığım,  içimi
kaplayan  sızıyı  köreltecek  hayallere  daldım:  "Hakaretin
silinmemesi onun için daha iyi, değil mi? Hakaret en yakıcı,
en  azaplı  duygu  da  olsa,  bir  arınmadır!  Nasılsa  yarın  gene
ruhunu kirletecek, kalbini kıracaktım. Fakat uğradığı hakaret
artık  asla  içinden  çıkmayacak;  düştüğü  batak  ne  kadar  zorlu
olursa  olsun,  ruhunu  yükseltecek,  kinle  arındıracak  olan  da
yine hakaretimdir... hımm... belki de bağışlar... İyi ama bütün
bunların ona ne faydası olur ki?"
Şimdi  de  kendi  kendime  şu  lüzumsuz  suali  soruyorum:
Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap
mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?
Bütün bunları o gece evde manevi, ama sahici bir ıstırabın
bitkinliği  içinde  düşünmüştüm.  Bu  derece  azap,  pişmanlık
duyduğumu  hiç  hatırlamıyordum;  peki  Liza’nın  peşinden
sokağa fırlarken, yarı yoldan döneceğime dair hiç şüphem var
mıydı? Liza’yla bir daha ne karşılaştım ne de hakkında bir şey
duydum.  Şunu  da  ilave  edeyim:  O  gün  kederimden
hastalanacak  hale  gelmekle  beraber,  hakaretin,  kinin
faydasına ait cümlem beni son derece memnun etmişti.
Şimdi  bile,  üzerinden  bunca  yıl  geçtiği  halde  bu  hatıraları
anmakla  epey  kötü  oluyorum.  Gerçi  nice  kötü  hatıram  var
ama...  bu  "Notlar"a  burada  mı  son  vermeli  acaba?  Sanırım
bunları yazmakla hata ettim zaten. Daha doğrusu, bu hikâyeyi
yazarken yeterince utandım: Yani bu, edebi bir eserden ziyade
günahlarımın  kefaretini  ödemek  oldu.  Bir  köşeye  çekilip
ahlak  bozukluğumla  bütün  bir  ömrü  nasıl  heba  ettiğimi,


kötücül, boş gururum yüzünden yaşayan âlemle her türlü bağı
keserek  nasıl  yeraltına  çekildiğimi  uzun  bir  öykü  gibi
anlatmanın  hiçbir  ilginç  yanı  yok  elbette;  hem  romanda  bir
kahraman olmalıdır, halbuki benimkinde bir kahramanın tersi
olan  ne  kadar  özellik  varsa  kasten  bir  antikahramanda
toplanmış. Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına
da  eminim,  zira  hepimiz  yaşamla  bağını  az  ya  da  çok
kaybetmiş,  kör  topal  idare  eden  insanlarız.  Hatta  yaşamdan
öylesine kopuğuz ki, gerçek "canlı hayata" karşı adeta tiksinti
duyuyor,  bize  hatırlatılmasına  dahi  katlanamıyoruz.  Öyle  bir
hale  gelmişiz  ki,  gerçek  "canlı  hayat"  bize  adeta  bir  iş,  bir
ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki
neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız?
İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz,
isteklerimiz  yerine  gelse  bundan  ilk  biz  zararlı  çıkarız.  Bize
daha  fazla  serbestlik  vermeyi,  ellerimizi  çözmeyi,  hareket
alanımızı  genişletmeyi,  üstümüzdeki  vesayeti  kaldırmayı
deneyin  bir...  sizi  temin  ederim,  o  anda  tekrar  vesayet  altına
girmeye  can  atarız.  Biliyorum,  belki  bu  sözlerime  kızacak,
bağırıp tepinmeye başlayacak, "Böyle konuşacaksanız yalnız
kendinizden, o sefil yeraltınızdan bahsedin; ‘biz, hepimiz’ gibi
tabirler  kullanmaya  kalkışmayın!"  diyeceksiniz.  Müsaade
buyurun  baylar,  ben  bu  hepimizlikle kendimi  haklı  çıkarmak
peşinde değilim. Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip
yarıda  bıraktığınız  şeyleri  sonuna  kadar  götürdüm,  o  kadar;
üstelik  siz  tabansızlığınıza  sağduyu  diyor,  böylece  kendi
kendinizi  aldatarak  avunuyorsunuz.  Buna  göre  ben  sizden
daha "canlı"yım. Daha yakından bakın! Biz bugün "canlı"nın
nerede  yaşadığını,  neden  ibaret  olduğunu,  adını  sanını  bile
bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın
o  saat  şaşkına  döner,  ne  yana  gideceğimizi,  kimden  yana


çıkacağımızı,  kimi  sevip,  kimden  nefret  edeceğimizi
bilemeyiz.  İnsan  olmak,  yani  gerçek,  kendi  vücuduna  sahip,
kanlı  canlı  bir  insan  olmak  dahi  bize  güç  geliyor;  bundan
utanıyor,  ayıp  sayıyor,  bildik,  genel  anlamda  insan  olmaya
çabalıyoruz  hep.  Aslında  biz  ölü  doğmuş  yaratıklarız;  zaten
çoktandır  canlı  olmayan  babalardan  dünyaya  geliyoruz  ve
bundan  da  gittikçe  daha  çok  hoşlanıyoruz.  Bundan  zevk
alıyoruz.  Yakında  bir  kolayını  bulup  doğrudan  doğruya  fikir
dölleri  olarak  dünyaya  geleceğiz.  Ama  yeter  bu  kadar;  daha
fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum...
Gene de bu çelişme düşkününün "notları" burada bitmiyor.
O  kendini  tutamadığı  için  yazmaya  devam  etti.  Ama  biz
burada durabiliriz sanırım.
[24]



Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə