Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə16/18
tarix15.03.2022
ölçüsü0,71 Mb.
#84522
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

büyüttüğü  uydurmalar  olarak  kabul  etmeye  hazırdım.  Zayıf
tarafımı  bildiğim  için  her  an  kendi  kendime,  "Şu  her  şeyi
büyütmek  âdetim  yok  mu,  sakat  tarafım  bu  işte."  diye
tekrarlıyordum.  Gene  de  o  günlerde  bütün  düşündüklerimin,
tahminlerimin nakaratı, "Her şeye rağmen Liza gelecek!" idi.
Buna  o  derece  saplanıyordum  ki,  arada  bir  çıldıracak  gibi
oluyordum.  Odanın  içinde  koştururken,  "Gelecek,  mutlaka
gelecek!" diye bağırıyordum. "Bugün olmazsa yarın gelecek;
ne yapar eder, bulur! Şu temiz kalplerin romantikliğine lanet
olsun!  O  ‘kirlenmiş,  hassas  ruhlar’ın  iğrençliği,  ahmaklığı,
darlığı yok mu! Halbuki anlaşılmayacak nesi var, nesi?.." İşte
tam burada büyük bir şaşkınlıkla duruyordum.
"Bir insanın hayatını istediği yola sokmak için ne kadar az
söz, ne cılız (hem de yapmacık, kitaptan alma, uydurma) bir
idil  kâfi  geldi!"  diye  düşünüyordum,  "İşte  bakirelik  budur!
Tam manasıyla işlenmemiş bir toprak!"
Bazen Liza’ya gidip "her şeyi anlatarak" bana gelmemesini
rica etmek istiyordum. Fakat bunu düşünür düşünmez içimde
öyle korkunç bir hiddet kabarıyordu ki, "melun" Liza o anda
karşıma  çıksa  ayağımın  altına  alıp  ezebilir,  hakaretler  eder,
yüzüne tükürerek kovar, dayak atardım!
Fakat bir, iki, üç gün geçtiği halde gelmeyince ferahlamaya
başladım.  Hele  gece  saat  dokuzu  geçti  mi  iyice  canlanıp
neşeleniyor,  arada  bir  tatlı  tatlı  hayaller  bile  kuruyordum:
Mesela,  Liza  bana  gelip  gitmeye  başlıyor,  konuşmalarımla
ona 
kurtuluş 
yolunu 
gösteriyordum... 
Okumasıyla,


gelişmesiyle  meşgul  oluyordum.  Sonunda  beni  sevdiğini,
delicesine  sevdiğini  fark  ediyor,  ama  anlamazlıktan
geliyordum  (bunu  ne  diye  yaptığımı  bilmiyorum;  besbelli
böylesi  daha  güzel  görünüyordu).  Sonunda,  mahcup  halinin
artırdığı  güzelliği  içinde  titreyerek,  gözyaşlarıyla  ayaklarıma
kapanıyor,  kurtarıcısı  olduğumu  ve  dünyada  en  çok  beni
sevdiğini  itiraf  ediyordu.  Bense  hayret  göstererek,  "Aşkını
anlamadığımı  mı  sandın  Liza?"  diyordum,  "Hepsinin
farkındayım, fakat ilk adımı senin atmanı istiyordum; tesirim
altında  olduğunu  biliyordum  ve  bu  yüzden  aşkıma  minnet
duygularıyla karşılık vereceğinden, beni sevmek için kendini
zorlayacağından  korkuyordum.  Sana  baskı  yapmayı
istemiyordum.  Zorbalıktır  bu...  nezaketsizliktir  (kısacası
George  Sand  üslubuyla  anlaşılması  güç,  Avrupai  incelikleri
sıralayarak saçmalamaya başlıyordum). Fakat artık benimsin,
bütün  temizlik  ve  güzelliğinle  benim  eserimsin,  sevgili
karımsın.
Evime hür, başın dik olarak,
Evimin kadını olarak gir!"
[22]
Böylece  muradımıza  eriyor,  rahat  bir  ömür  sürüyor,
yurtdışına  gidiyorduk  vs.  vs.  Ama  sonunda  kendimden
iğrenmeye  başlıyor,  dilimi  çıkararak  kendi  kendimle  alay
ediyordum.
Bir  aralık,  "İyi  ama  ‘kaltağı’  bırakmazlar  ki!"  diyordum,
"Galiba  onları  vakitli  vakitsiz  dışarıya  bırakmıyorlar,
akşamları  hiç  çıkamaz  (nedense,  Liza’nın  bana  ille
akşamüstü,  hem  de  tam  saat  yedide  geleceğini  sanıyordum).
Öyle ama, bana henüz oranın malı olmadığını, şimdilik hususi


bir  anlaşmayla  kaldığını  söylemişti,  hımm!  Hay  aksi  şeytan,
gelecek, mutlaka gelecek!"
Bereket  o  sıralar  Apollon’un  kabalıkları  beni  biraz
oyalıyordu.  Ama  sabrım  tükenmek  üzereydi!  Şu  Apollon.
Tanrı’nın bana layık gördüğü bir ceza, ömrümün törpüsüydü.
Birkaç  yıldan  beri  hayatımı  zehirliyordu  ve  ondan  nefret
ediyordum. Tanrım, ondan öyle nefret ediyordum ki! Bilhassa
bazı  anlarda  ondan  nefret  ettiğim  kadar  hayatta  kimseden
nefret etmemişimdir. Yaşlı, ağırbaşlı, elinden biraz terzilik de
gelen bir adamdı. Nedense beni fazlasıyla küçümser, çekilmez
bir  yaratıkmışım  gibi  üstten  bakardı.  Hoş,  herkese  karşı  bu
tavrı  takınırdı  ya.  Sarı  saçları  dümdüz  taranmış  kafasına,
alnında  kabarık  duran,  ayçiçeği  yağıyla  yağladığı  kâkülüne,
daima "ijitsa"
[23]
  şeklinde  büzdüğü  kocaman  ağzına  bakınca,
kendinden  son  derece  emin  birisinin  karşısında  olduğunuzu
hemen anlardınız. Son derece ukalaydı, hayatımda onun kadar
ukala  birisine  rastlamadım;  üstelik  neredeyse  Makedonyalı
Büyük  İskender  kadar  gururluydu.  Elbisesinin  düğmelerine,
tırnaklarının  her  birine  ayrı  ayrı  âşıktı!  Gayet  az  konuşurdu;
bakışları  daima  sert,  azametli,  kendinden  emin  ve  alaycıydı
ki,  bu  da  beni  hiddetten  çıldıracak  hale  getiriyordu.
Hizmetimi  de  bana  büyük  bir  lütufta  bulunuyormuş  gibi
görürdü.  Hoş,  benim  için  hemen  hemen  hiçbir  şey
yapmıyordu  zaten;  bunu  vazifesi  saymıyordu.  Beni  dünyada
eşi  güç  bulunur  ahmaklardan  biri  olarak  gördüğünden,  sırf
aylığını  almak  gayesiyle  "yanında  tuttuğu"  apaçıktı.  Ayda
yedi ruble karşılığında evimde "hiçbir şey yapmamaya" lütfen
razı  oluyordu.  Şu  Apollon  yüzünden  öbür  dünyada
günahlarımın pek çoğu affedilecek herhalde. Ona duyduğum
nefret o dereceydi ki, yürüyüşünü duyunca bile kriz geçirecek


gibi  oluyordum.  Hele  o  peltek  peltek  konuşmasından
büsbütün iğreniyordum. Dili ağzına göre büyük müydü, yoksa
başka bir sebebi mi vardı bilmem, fakat ağzından bütün "z"ler
"s" şeklinde ve ıslık çalar gibi çıkıyordu; Apollon, ona bir kat
daha heybet verdiğini zannederek, bu haliyle iftihar ediyordu
galiba. Ellerini arkasına bağlayıp gözlerini yere dikerek, alçak
sesle  kesik  kesik  konuşurdu.  En  çok  sinirime  dokunan  da
kendi  bölmesinde  Mezmurlar’ı  okumasıydı.  Bu  merakı  bana
az  çektirmedi.  Geceleri  değişmeyen  bir  sesle,  bir  ölünün
başındaymış  gibi,  kelimeleri  uzata  uzata  okumaya  bayılırdı.
İşin garibi, sonunda bu işi kendisine meslek edindi: Apollon
şimdi  ölülerin  başında  parayla  Mezmurlar’ı  okuyor,  bir
yandan  da  fareleri  yok  ediyor  ve  kundura  boyası  yapıp
satıyor.  Fakat  o  sıralar  benimle  adeta  kimyasal  bir  şekilde
birleşmiş  gibiydi,  onu  bir  türlü  defedemiyordum.  Zaten
kovsam  da  gitmeye  razı  olmazdı.  Ben  de  bir  pansiyona
çıkamazdım:  Oturduğum  daire  beni  insanlar  âleminden
gizleyen  bir  kabuk,  bir  mahfazaydı.  Apollon’u  nedense
evimin demirbaş eşyasından sayıyordum; bu yüzden tam yedi
yıl ondan kurtulamadım.
Aylığını  iki  üç  gün  geciktirmek  haddine  mi  düşmüş.  Öyle
haller  alırdı  ki,  kaçacak  delik  arardım.  Fakat  o  günlerde
kızgınlığımın  acısını  ondan  çıkarmaya,  ceza  olsun  diye,
Apollon’a  daha  iki  hafta  parasını  vermemeye  karar  verdim.
Bunu çoktandır, belki iki yıldır yapmak istiyordum; bana kafa
tutamayacağını, 
istediğim 
zaman 
aylığını 
pekâlâ
vermeyebileceğimi  ispat  etmek  istiyordum.  Ona  hiçbir  şey
söylemeyecek, 
hatta 
hiç 
konuşmayacak, 
burnunun
sürtülmesini,  para  lafını  ilk  onun  açmasını  bekleyecektim.
Ancak  o  zaman  masanın  gözünden  yedi  rubleyi  çıkararak


aylığının  hazır  olduğunu  gösterecek,  fakat,  "Bunu  sana  sırf
canım öyle istediği için vermiyorum, sırf vermek istemediğim
için."  diyecektim;  çünkü  bu,  "efendisinin  keyfine"  bağlı  bir
şeydi, çünkü o saygısız, terbiyesiz bir adamdı, ama nezaketle
isteyecek olursa belki yumuşar, parasını verirdim, aksi halde
iki hafta, üç hafta, belki de bir ay bekler dururdu...
Fakat bütün kızgınlığıma rağmen Apollon beni yendi. Dört
gün  bile  dayanamadım.  Gene  böyle  durumlarda  kullandığı,
sınanmış  taktiğine  başvurdu  (bu  aşağılık  usulü  önceden  de
gayet iyi biliyordum); taktik şöyleydi: İlkin evden uğurlarken
ve karşılarken beni dakikalarca dik dik süzmekle işe başlardı.
Eğer  ben  dayanır,  aldırış  etmezsem,  başka  çeşit  eziyetlere
geçerdi.  Ben  odamda  dolaşır  veya  bir  şey  okurken  sessizce,
süzülür  gibi  içeriye  girer,  kapının  önünde  bir  elini  arkasına
koyup  ayağının  birini  de  öne  uzatarak  durur,  bu  sefer  yalnız
sert  değil,  açıkça  küçümseyen  bakışını  üstüme  dikerdi.  Ne
istediğini sorunca hiç cevap vermez, bir müddet hep o delen
bakışıyla  beni  süzmeye  devam  eder,  sonra  kendine  has,
manalı  bir  tavırla  dudak  büküp  ağır  ağır  döner,  yavaş
adımlarla odasına giderdi. Bir iki saat sonra yeniden damlar,
aynı tavırla karşıma dikilirdi. Bazen o kadar hırslanırdım ki,
ne istediğini bile sormazdım. Sadece sert, buyurgan bir tavırla
başımı kaldırarak ben de gözlerimi ona dikerdim. Böylece bir
iki  dakika  birbirimize  bakar  dururduk,  nihayet  Apollon
azametle dönerek gene bir iki saat için odasına yollanırdı.
Eğer  bu  yaptıkları  beni  akıllandırmamışsa,  kafa  tutmaya
devam  ediyorsam  Apollon,  bu  sefer  yüzüme  bakarak,  ahlak
düşkünlüğümün  derecesini  ölçmek  ister  gibi  derin  derin  iç
geçirmelere  başlardı.  Sonunda  beni  mat  ederdi  elbette:  Önce


hiddetten  tepinip  bağırmaya  başlar,  sonra  da  istediğini
yapardım.
Bu  defa  mahut  sert  bakış  tatbikatına  başlar  başlamaz
köpürüp  adama  saldırdım.  Zaten  kızgınlıktan  çatacak  yer
arıyordum.  Apollon,  bir  eli  arkasında  odasına  gitmek  üzere
sessizce, ağır bir hareketle dönerken olanca hiddetimle:
—  Dur!..  diye  haykırdım.  Dur!  Buraya  gel.  Gel  diyorum
sana!
Herhalde öyle gayritabii haykırmıştım ki, bana döndü ve bir
parça  şaşkınlıkla  beni  incelemeye  başladı.  Fakat  hâlâ  ses
çıkarmıyordu ki, beni asıl kızdıran da buydu.
—  Çağırılmadan  odama  nasıl  girer,  bana  nasıl  bu  şekilde
bakabilirsin, cevap ver!
Fakat  Apollon  beni  bir  an  sessizce  seyrettikten  sonra  gene
çıkmaya hazırlandı. Ona doğru koşarak:
—  Dur!  diye  kükredim.  Kımıldama!  Ha  şöyle.  Cevap  ver
şimdi: Ne diye odama girdin?
Birden  cevap  vermedi.  Sonra  yavaş,  tane  tane,  hep  o
fıslayan sesiyle:
— Bana bir emriniz varsa, yerine getirmek ödevimdir, dedi.
Kaşlarını  kaldırıp  başını  yumuşak  bir  hareketle  bir
omzundan öbür omzuna doğru eğerek, hep o ezici sükûnetiyle
konuşuyordu.
Hiddetimden tir tir titreyerek:


— Bunu değil, bunu sormuyorum sana cani! diye bağırdım.
Sana  buraya  neden  girdiğini  söyleyeyim  pis  cani:  Aylığını
vermediğimi  görüyor,  boyun  eğerek  istemeyi  kibrine
yediremiyorsun;  buraya  da  beni  manasız  bakışlarınla
cezalandırarak  eziyet  etmeye  geldin,  ama  ne  ahmakça,  ne
sersemce hareket ettiğinin farkında bile değilsin, aptal, aptal,
aptal, aptal, aptal!
Apollon  gene  cevap  vermeden  odadan  çıkmaya  hazırlandı,
fakat bırakmadım.
—  Buraya  bak!  İşte  paran  (çekmeceden  parayı  çıkardım),
gördün mü? İşte yedi rublen tastamam, ama edebini takınarak,
saygıyla gelip benden af dilemedikten sonra zırnık alamazsın.
Anladın mı?
Sesinde tabii olmayan bir kendine güvenle mırıldandı:
— Olmaz öyle şey!
— Olacak! Şerefim üstüne yemin ederim ki olacak!
Apollon, bağırmamın farkında değilmiş gibi devam etti:
—  Sizden  af  dilemem  için  sebep  yok,  çünkü  bana,  "cani"
diye bağıran sizdiniz; karakola giderek sizi bunun için şikâyet
bile edebilirim.
— Git, şikâyet et! Hemen şimdi, hiç durmadan git! Canisin
işte! Cani! Cani!
Apollon  beni  şöyle  bir  süzdü  ve  haykırışlarıma  kulak
asmadan,  dönüp  bir  kez  olsun  bakmadan,  salına  salına
uzaklaştı.


"Hep  Liza’nın  yüzünden,  o  olmasaydı  bunlar  olmazdı!"
diye  düşündüm.  Bir  an  bekledikten  sonra  vakur,  resmi  bir
tavırla uşağımın paravanın arkasındaki bölmesine yollandım;
kalbim kuvvetle, fakat ağır ağır atıyordu. Yavaşça, dura dura
ve tıkanarak:
— Apollon! dedim. Hemen karakola git, buraya bir memur
getir!
Apollon masasına oturmuş, gözlüğünü de takmış bir şeyler
dikiyordu. Emrimi duyunca güldü.
— Hemen git, derhal! Git, yoksa pişman olursun!
Başını bile kaldırmadan, iğneye iplik geçirirken hep o ağır
konuşmasıyla fısıldayarak:
—  Gerçekten  aklınızda  noksanlık  var,  dedi.  Olacak  iş  mi
bu: İnsan kendi kendini polise şikâyet eder mi? Hem boşuna
beni  korkutmaya  uğraşmayın,  nasıl  olsa  bir  şey  yapacağınız
yok.
Omzuna yapıştım. Tiz perdeden:
— Git! diye cırladım, bir tane patlatmama ramak kalmıştı.
Fakat  bu  arada  antrenin  kapısının  yavaşça  aralandığını,
birinin  içeriye  girip  durduğu  yerden  şaşkınlıkla  bizi
seyretmeye başladığını nasılsa duymamışım. O yana bakınca
müthiş  bir  utanç  duydum  ve  kendimi  odama  attım.  Orada
ellerimi  saçlarıma  daldırarak  başımı  duvara  dayadım,  öylece
kalakaldım.
Bir iki dakika sonra Apollon’un ağır adımları duyuldu. Sert
bakışını bana dikerek:


—  Birisi  sizi  istiyor;  dedi  ve  yana  çekilerek  Liza’ya  yol
verdi.  Odadan  çıkmak  istemediği  belliydi;  bizi  alayla
süzüyordu.
Kendimi kaybederek:
— Çık dışarı, defol! diye bağırdım. O anda saatim gayrete
gelerek hışırdayarak yediyi çaldı.


IX

Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə