Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə6/18
tarix15.03.2022
ölçüsü0,71 Mb.
#84522
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

mecburi  olduğunu  nereden  biliyorsunuz?  İnsan  iradesinin  bu
derece  ıslaha  muhtaç  olduğu  hükmünü  neye  göre
veriyorsunuz?  Kısacası,  böyle  bir  ıslahın  insana  gerçekten
fayda  sağlayacağına  nasıl  karar  verdiniz?  Açık  konuşalım;
aklın  ve  aritmetiğin  desteklediği  gerçek,  normal  çıkarlara
karşı gelmemenin insan için daima faydalı olduğuna, hepimiz
için  bir  kanun  sayılacağına  neden  bu  kadar  kuvvetle
eminsiniz?  Bu  şimdilik  bir  tahminden  ibarettir.  Bunu  mantık
kanunu  kabul  etsek  bile  insanlığa  uygulanamayabilir.  Yoksa
deli  olduğumu  falan  mı  sanıyorsunuz  baylar?  Müsaade
buyurun,  açıklayayım.  İnsanın  yaradılıştan  yapıcılığa,  onu
şuurlu  olarak  gayesine  ulaştıracak  bir  mühendisliğe,  yani
daima,  nereye  doğru  olursa  olsun  kendine  yol  açmaya
mahkûm  edilmiş  bir  mahlûk  olduğunu  kabul  ederim.  Kim
bilir,  belki  de  sırf  bu  yol  açma  mecburiyeti  yüzünden  arada
başka  yönlere  sapmak  isteği  duyar;  o  içi  dışı  bir  işadamları
umumiyetle  akıldan  yana  züğürt  olmakla  beraber,  açmaya
uğraştıkları  yolun  hemen  her  zaman  bir  yerlere  gittiğinin
farkındadırlar ki, önemli olan da istikamet değil, yolun varlığı
ve  aklı  başında  evlatlarımızın  mühendislik  sanatını  ihmal


etmeyerek  akıllı  uslu  çalışmalarıdır,  hem  bilindiği  gibi,
tembellik  bütün  kusurların  anasıdır.  İnsan  yapıcıdır,  yeni
yollar açmayı sever, bu su götürmez bir gerçektir. Fakat neden
acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi kaos haline getirmeye
bayılır?  Haydi  buna  cevap  verin  bakalım! Bu  konuda  ayrıca
birkaç  söz  söylemek  istiyorum.  İnsanın  her  şeyi  yıkıp  kaos
haline getirmeyi sevmesi (bazen bunu yapmaktan zevk aldığı
inkâr  edilemez),  üzerinde  uğraştığı  yapıyı  bitirmekten,
gayesine  ulaşmaktan  içgüdüsel  olarak  ürkmesinden  mi
kaynaklanıyor yoksa? Kim bilir, belki eserini yakından değil
de  sadece  uzaktan  sevmektedir;  belki  binayı  yalnız
yapmaktan  hoşlanıyor,  içinde  yaşamak  istemiyor,  bitirince
onu  karıncalara  veya  koyunlar  vs.  gibi  animaux
domestiques’e
[8]
  terk  etmeyi  tercih  ediyordur.  Halbuki
karıncalar  bu  konuda  bambaşka  bir  âlemdir:  Karınca  yuvası
denilen,  temeli  sonsuzluğa  kadar  yıkılmaz  harikulâde  bir
yapıları vardır.
Saygıdeğer karıncalar gözlerini yuvada açar, besbelli orada
kaparlar; bu müspet ve sebatkâr davranışlarıyla da büyük bir
onuru  hak  ederler.  Fakat  insan  hercai,  bir  dalda  durmaz  bir
yaratıktır  ve  belki  de  satranç  oyuncuları  gibi  gayeyi  değil,
gayeye giden yolu sever. Kim bilir (emin olamayız tabii) belki
de  insanların  yeryüzünde  ulaşmaya  çalıştığı  tek  gaye,  bu
gayeye  ulaşma  yolundaki  daimi  çaba,  başka  bir  deyişle
hayatın  ta  kendisidir,  yani  iki  kere  iki  dört  cinsinden  bir
formül  olan  gaye  değildir;  zaten  iki  kere  iki  dört,  hayat
değildir baylar, ölümün başlangıcıdır. Hiç değilse insan, bu iki
kere  ikiden  daima  ürkmüştür;  ben  hâlâ  ürküyorum.  İnsan
bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler
aşar,  hayatını  harcar,  fakat  yemin  ederim,  arayıp  gerçekten


elde etmekten korkar. Çünkü onu bulur bulmaz artık erişecek
şeyi kalmayacağını bilmektedir. İşçiler işlerini tamamladıktan
sonra, hiç olmazsa aldıkları parayla meyhaneye gider, oradan
karakola  düşerler;  işte  size  en  aşağıdan  bir  haftalık  meşgale.
Fakat bizler nereye gideriz? Onun için gayeye her yaklaşmada
bir  huzursuzluk  hissedilir.  İnsan  gayeye  ulaşmak  için
çalışmayı  sever,  fakat  ulaşmayı  pek  istemez;  bu  hal  hiç
şüphesiz çok gülünçtür. Şu halde insan daha doğuştan gülünç
bir  yaratıktır,  işin  hoş  tarafı  da  budur  zaten.  Gene  de,  ne
olursa olsun, şu iki kere iki pek musibet bir şey. Bana göre iki
kere  iki  sadece  bir  küstahlıktır  efendim.  İki  kere  ikiyi
yolumuzun  ortasında  külhanbeyi  gibi  durmuş,  elleri  belinde,
ortalığı tükürüğe boğarken düşünüyorum. İki kere iki dördün
üstünlüğünü  kabul  ediyorum  elbette;  fakat  her  şeyi  hoş
görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden
bile hoşlanmak mümkündür.
Peki  ama,  siz  insan  çıkarının  yalnızca  doğal,  olumlu
konularda, yani tek sözcükle refahta, olduğuna niçin bu kadar
eminsiniz,  niçin  ciddi  olarak  inanıyorsunuz?  Aklın  çıkarla
ilgili konularda aldandığı olmuyor mu? İnsan refahtan başka
şeyi  de  sevemez  mi?  Belki  ıstıraptan  da  aynı  derecede
hoşlanıyordur? Hatta ıstırabın saadet kadar faydalı olması da
mümkündür,  insanın  sırasında  acıyı  ihtirasa  varan  derecede
sevdiği  bir  gerçektir.  Bunu  anlamak  için  dünya  tarihine
başvurmaya  lüzum  yok,  hayatın  ne  olduğunu  bilen  bir
insansanız  kendi  kendinize  danışın,  yeter.  Şahsi  kanaatime
göre,  yalnız  refahı  sevmek  biraz  ayıptır  bile.  İyi  midir,  fena
mıdır orasını bilmem ama, bazen bir şey devirip kırmanın da
kendine göre tadı oluyor. Bu bakımdan ne başlı başına refahı
ne  de  ıstırabı  tutarım.  Ben...  şahsi  kaprisimden,  onu  her


istediğim  anda  tatmin  edebilmek  imkânından  yanayım.
Istırabın vodvillerde yeri olmadığını biliyorum. Billur saraya
ise  büsbütün  yakışıksız  düşer:  Istırap,  şüphe  ve  inkâr
demektir;  içimizde  şüphe  uyandıran  bir  billur  saray  tasavvur
edilebilir mi? Bununla beraber, insanın gerçek ıstıraptan, yani
yıkım  ve  kaostan  asla  vazgeçmeyeceğine  eminim.  İdrakin
biricik kaynağı ıstıraptır. Başlangıçta idraki insanın baş belası
saydığımı  söyledim,  ama  insanın  bunu  sevdiğini,  dünyadaki
hiçbir hazza değişmeyeceğini de biliyorum. Mesela idrak, iki
kere  ikinin  mukayese  kabul  etmeyecek  denli  yükseğindedir.
İki  kere  ikiden  sonra,  artık  yalnız  yapacak  değil,  öğrenecek
bir  şey  de  kalmamıştır.  Olsa  olsa,  beş  duyunuzu  körleştirip
düşünceye  dalarsınız,  o  kadar.  İdrak  de  insanı  aynı  sonuca
götürür,  yani  gene  yapacak  işiniz  kalmaz,  ama  bu  sefer  hiç
olmazsa  kendi  kendinizi  kamçılayabilirsiniz  ki,  bu  da  bir
şeydir. Gerici bir hareket, ama hiç yoktan iyidir.


X
Siz sonsuzluğa kadar ayakta kalacak bir billur saraya, yani
şöyle  bütün  gözlerden  uzak,  keyfinizce  dil  çıkarmaya  veya
nanik  yapmaya  imkân  olmayan  bir  saraya  inanmışsınız.
Halbuki  ben,  belki  billurdan  olduğu,  ebediyete  kadar
göçmeyeceği  ve  karşısına  geçip  gizlice  de  olsa  dil
çıkaramayacağım için ondan çekiniyorum.
Bakın,  yağmur  yağarken  saray  yerine  bir  tavuk  kümesi
görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. Fakat kümes
beni  yağmurdan  korudu  diye,  şükran  borcumu  ödemek  için
kümese  saray  gözüyle  bakamam.  Bana  gülecek,  hatta  böyle
bir  durumda  sarayla  kümes  arasında  fark  olmadığını
söyleyeceksiniz.  Evet,  hayatta  tek  gayemiz  ıslanmamak
olsaydı, dediğiniz doğruydu diye cevap veririm ben de.
Ama ne yapayım, ben insanın yalnız bunun için yaşamadığı,
ömrünü  hep  sarayda  geçirmesi  gerektiği  kanaatindeyim.
İsteğim,  emelim  budur.  Bu  isteği,  emelim  değişmedikçe
içimden koparamazsınız. Pekâlâ, isteğimi değiştirin, gözümü
başka bir şeyle kamaştırın, başka bir ideal gösterin bana; fakat
o  zamana  kadar  benden  kümesi  saray  olarak  görmemi
istemeyin.  Varsın  billur  saray  sadece  uydurma  olsun;  tabiat
kanunlarına  göre  aslı  olmayan  bu  hayali,  ahmaklığımdan,
neslimize  has  bazı  köhne,  akıldışı  âdetlere  uyarak  ben
uydurmuş olayım. Billur sarayın gerçekte olmamasından bana
ne?  Arzularımda  varsa,  daha  doğrusu  arzularım  yaşadıkça  o
da  var  olacaksa,  gerçekliği  neden  umurumda  olsun?  Gene
gülüyor  musunuz  yoksa?  İstediğiniz  kadar  gülebilirsiniz,
bütün  alaylarınıza  katlanırım,  ama  karnım  açken  "tokum"


diyemem; 
uzlaşmayla 
avunmayacağımı, 
sırf 
tabiat
kanunlarına  göre  oluştuğu  ve  gerçekten  var  olduğu  için  de
kısır  döngüyle  yetinemeyeceğimi  biliyorum.  Bin  yıllık
kontratlı, fakir kiracılarla dolu ve her ihtimale karşı kapısında
Dişçi  Wagenheim  tabelası  asılı  bir  apartmanı  baş  tacı
edemem, üstüne titrenecek emelim sayamam. Arzularımı yok
edin,  bütün  ideallerimi  silin,  bana  daha  iyi  şeyler  gösterin,
seve  seve  peşinizden  koşarım.  Eğer  uğraşmaya  değmez
derseniz,  o  zaman  siz  de  benden  aynı  cevabı  alırsınız.  Ciddi
ciddi konuştuğumuz halde bana önem vermek istemiyorsanız
öyle olsun, yalvaracak değilim. Nasılsa yeraltım var.
Sağlığımda,  arzulamaya  kudretim  varken  böyle  bir
apartman  yapısına  tek  bir  tuğla  koyarsam,  elim  kırılsın.
Demin  billur  sarayı  sırf  dilimi  çıkaramayacağım  için
reddedişime  bakmayın.  Bunu  dil  çıkarmaya  bayıldığımdan
söylemedim.  Belki  de  beni  kızdıran,  bugüne  dek  yaptığınız
binaların  hepsinin  insanda  dil  çıkarma  isteği  uyandırmasıdır.
Dil  çıkarmak  isteğini  unutturacak  değişiklikler  yapılırsa,  o
zaman  şükran  duygularımı  göstermek  için  dilimi  bile
kestiririm.  Buna  imkân  yoksa,  eldeki  evlerle  yetinmemiz
gerekiyorsa, bana ne! Niçin ben böyle arzularla yaratılmışım?
Yoksa dünyaya gelişimin biricik sebebi, varlığımın sadece bir
yalan olduğu neticesine varmak mıdır? Maksat sadece bu mu?
İnanmam.
Gene  de  biliyor  musunuz,  bizim  gibi  yeraltı  takımının
dizginini  sıkı  tutmak  gerektiği  kanısındayım.  Çünkü  kırk  yıl
ses  çıkarmadan  yeraltında  otururuz,  ama  bir  fırsatını  bulup
yeryüzüne çıkarsak çenemizden kurtulamazsınız...


XI
Nihayet  şuna  geliyoruz  baylar:  En  iyisi  hiçbir  şey
yapmamak!  Bilinçli  tembellik  hepsinden  iyi!  Onun  için
yaşasın  yeraltı!  Normal  insanları  çatlayasıya  kıskandığımı
söyledim  ya,  gene  de  gördüğüm  kadarıyla,  onların  bugünkü
halinde  olmak  istemem.  (Kıskanmasına  gene  kıskanacağım.
Hayır,  hayır,  her  şeye  rağmen  yeraltı  daha  kârlı!)  Orada  hiç
olmazsa  insan...  Eeh!  Şimdi  bile  yalan  söylüyorum!  Yalan,
çünkü  iyi  olanın  yeraltı  değil,  başka,  bambaşka,  hasretini
çekip bir türlü elde edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin
dört  ettiği  gibi  biliyorum!  Cehenneme  kadar  yolu  var
yeraltının!
Ah,  şuraya  yazdıklarıma  bir  inanabilsem!  Yemin  ederim
baylar,  şu  karaladıklarımın  tek  kelimesine  inandığım  yok.
Daha  doğrusu  belki  inanıyorum,  ama  bir  yandan  da  nedense
malın  kötüsünü  satmak  isteyen  tezgâhtar  gibi  sözlerimin
yalan olduğunu hissediyor, şüphe içinde kıvranıyorum.
— Öyleyse ne diye yazdın bunları? diyeceksiniz.
—  Hiçbir  iş  güç  vermeden  sizi  yeraltına  sokup,  kırk  yıl
sonra  halinizin  nice  olduğuna  bakmak  için  uğrasaydım,  ne
görürdüm acaba? İnsan kırk yıl işsiz, başıboş, bırakılır mı?
Belki hakaretle başınızı sallayarak:
— Yaptığınız ayıp, küçültücü şeyler değil mi! diyeceksiniz.
Yaşamaya  susadığınız  halde  hayat  meselelerini  bir  mantık
hercümerciyle  çözmeye  kalkışıyorsunuz.  Hareketleriniz
sırnaşıklık,  küstahlık  dolu  olduğu  halde,  ne  kadar  da


korkaksınız! Saçmaladığınız zaman kendinizi pek beğeniyor,
ama sert, küstah sözler sarf ettikten sonra durmadan ürküyor,
özürler  yağdırıyorsunuz.  Korku  nedir  bilmediğinizi  iddia
ederken  bir  yandan  da  yaltaklanıyorsunuz.  Bizi  hiddetten
dişlerinizi  gıcırdattığınıza  ikna  etmeye  çalışırken,  güldürmek
için  nükteler  savuruyorsunuz.  Nüktelerinizin  hiç  de  zekice
olmadığını  biliyorsunuz,  fakat  herhalde  edebi  değerlerinden
memnunsunuz.  Belki  gerçekten  acı  çektiniz,  ama  kendi
ıstırabınıza  dahi  zerre  kadar  saygı  duymuyorsunuz.
Samimisiniz, bununla beraber iffetiniz eksik; küçük bir gurur
uğruna  ortaya  dökmek  ve  aşağılamak  için,  içinizde  ne  varsa
piyasaya  sürüyorsunuz...  Gerçekten  bir  söylemek  istediğiniz
var,  fakat  korkudan  son  sözlerinizi  daima  kekeleyip
duruyorsunuz,  çünkü  bunu  açıkça  söyleyecek  kadar  metin
değilsiniz;  sizinki  sadece  korkak  bir  arsızlıktan  ibaret.
Anlayışınızla övünüyorsunuz, ama bir yandan da tereddütlerle
dolusunuz, çünkü kafanız işlediği halde kalbiniz ahlaksızlıkla
kararmış;  halbuki  temiz  kalpli  olmayan  kimsenin  idraki  tam
değildir.  Ya  o  yılışıklığınız,  sırnaşmanız,  kırıtmalarınız!
Yalan, yalan, hep yalan!
Şüphesiz  yukarıdaki  sözlerinizi  de  ben  uydurdum.  Bu  da
yeraltı  mahsulü.  Kırk  yıl  müddetle  orada  otururken
konuşmalarınızı  deliğimden  dinledim.  Bu  yüzden  hepsini
rahatça  uydurabildim.  İyice  bellediğim,  ezberlediğim
sözlerinize edebi bir şekil vermem de pek tabiidir...
Fakat bunları yayımlayacağımı, üstelik sizlere okutacağımı
düşünüyorsanız  aklınıza  şaşarım.  Bir  konu  daha  var:  Neden
sizlere,  "baylar"  diye  hitap  ediyorum,  neden  karşımda
gerçekten okuyucular varmış gibi davranıyorum ki? Başlamak
istediğim  itiraflar  ne  yayımlanabilir  ne  de  başkalarına


okutulabilir. En azından ben kendimde bunu yapacak cesareti
bulamıyorum, buna lüzum da görmüyorum. Yalnız içime pek
garip  bir  heves  düştü,  ben  de  hevese  uymaya  karar  verdim.
Mesele bu.
Her  insanın  hatıralarında,  herkese  söyleyemeyeceği,  ancak
dostlarına  açabileceği  taraflar  vardır.  Hatta  dostlara  bile
açılamayacak,  insanın  yalnız  kendine  saklayacağı  sırları  da
bulunur.  Bunlardan  başka,  kendi  kendimize  bile  açmaktan
çekindiğimiz  konular  da  vardır  ki,  bunların  sayısı  şerefli  bir
insanın dağarcığında bile hayli kabarıktır. Hatta daha doğrusu,
bunlar  sahibinin  haysiyeti  ölçüsünde  artar.  Kendi  hesabıma
ben, pek yakında şimdiye kadar adeta endişeyle hatırlamaktan
kaçındığım  bazı  maceralarımı  kafamda  canlandırmaya  karar
verdim.  Şimdiyse  yalnız  hatırlamaya  değil,  bunları  yazmaya
da  kalkışacağım;  şunu  bir  denemek  istiyorum:  İnsan  kendi
kendine  karşı  tamamıyla  samimi  olabilir  mi?  Sırası  geldiği
için  söyleyeyim;  Heine  inandırıcı  bir  otobiyografi  yazmanın
hemen  hemen  imkânsız  olduğu,  insanın  kendisi  hakkında
mutlaka birtakım yalanlar uyduracağı iddiasındadır. Ona göre
örneğin  Rousseau,  itiraflarında  mutlaka  yalanlar  uydurmuş,
hatta  gururu  yüzünden  bunu  bile  bile  yapmıştır.  Heine’nin
haklı  olduğuna  ben  de  inanıyorum;  gerçekten,  insanın  bazen
sırf  gurur  yüzünden  kendi  kendini  cinayete  varıncaya  kadar
çeşitli yalanlara bulaştırabileceğini biliyor, bunun ne çeşit bir
gurur olduğunu da gayet iyi anlıyorum. Fakat Heine, itirafını
topluma  sunan  biri  hakkında  yargı  veriyordu.  Halbuki  ben
yalnız  kendim  için  yazıyorum;  okuyuculara  hitap  edişim
bunun  daha  kolay  bulduğum  bir  yazış  şekli  olmasından  ileri
geliyor,  bunu  kesin  olarak  bir  daha  belirteyim.  Evet,  sadece


üslup  meselesidir,  yoksa  yazdıklarımı  kimse  okumayacak.
Bunu açıkça söyledim zaten...
Notlarımı belli bir düzene göre yazmak istemiyorum. Hiçbir
üslup,  düzen  de  gözetmeyeceğim.  Aklıma  ne  gelirse  kâğıda
aktaracağım.
Fakat  sözlerime  takılarak,  "Gerçekten  okuyucunuz
olmadıktan  sonra  kendi  kendinize,  hem  de  yazılı  olarak
birtakım  şartlar  koşmanıza,  yazınızda  herhangi  bir  üslup,
düzen 
takip 
etmeyeceğinizi, 
hatırlayabildiklerinizi
yazacağınızı vs. vs. bildirmeye ne lüzum var? Bu açıklamayı
neden veriyorsunuz? Niçin özür diliyorsunuz?" diyeceksiniz.
Buna:
— Ne bileyim ben! diye cevap vereceğim.
Bu  tam  manasıyla  psikolojik  bir  meseledir.  Belki  sadece
korkağın biri olduğum için böyle hareket ediyorum. Belki de
yazarken  daha  ciddi  olmak  için  gözlerimin  önünde
okuyucuları görmek istiyorum. Binlerce sebep olabilir.
Bir  nokta  daha  var:  Bu  notları  yazmaktaki  esas  maksadım
nedir?  Sebep  okuyucular  değilse  hatıralarımı  kâğıda
dökmeden zihnimde de tutabilirdim, değil mi?
Orası  öyle  efendim,  ama  kâğıt  üzerinde  daha  azametli
görünüyorlar.  Böylece  daha  içe  işleyici  olacaklar,  hakkımda
daha  ciddi  olarak  hüküm  verebileceğim  ve  bir  üslup
tutturacağım. Sonra belki içimdekini kâğıda dökmek bana bir
çeşit ferahlık verir. Mesela şu sıralar çok eski bir hatıra beni
son  derece  bunaltıyor.  Geçen  gün  kafamda  bütün  açıklığıyla
canlanıverdi ve o zamandan beri de insanın yakasına yapışıp


bir türlü aklından gitmeyen hüzünlü bir musiki nağmesi gibi
adamakıllı rahatsız etmeye başladı. Halbuki ondan kurtulmam
lazım.  Buna  benzer  yüzlerce  hatıram  var;  zaman  zaman
bunlardan biri durup dururken canlanıp beni ezmeye başlıyor.
Nedense 
yazmakla 
onu 
defedeceğime 
inanıyorum.
Denemekten ne çıkar sanki?
Hem  canım  sıkılıyor,  daima  işsiz  güçsüz  oturuyorum.
Yazmak ne de olsa bir iştir sonuçta. İnsanın çalışmakla daha
iyi, daha namuslu olduğunu söylerler. Pekâlâ, bu da bir şans
işte.
Bugün  kar  yağıyor,  daha  doğrusu  sulusepken;  sarı,
bulanık...  Dün  de,  geçen  günler  de  yağdı.  Galiba  beni  rahat
bırakmak  istemeyen  zırıltıyı  da  bu  sulusepken  yüzünden
hatırladım. Öyleyse bu da sulusepkene dair bir hikâye olsun.



Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə