Yeraltından Notlar



Yüklə 0,71 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/18
tarix15.03.2022
ölçüsü0,71 Mb.
#84522
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   18
Yeraltından Notlar Fyodor Mihailoviç Dostoyevski PDFDrive

nature  et  de  la  vérité’den  daha  çok  içini  kemirir,  çünkü  bir
l’homme de la nature et de la vérité, doğuştan ahmak olduğu
için  öç  almayı  düpedüz  bir  hak  sayar;  halbuki  fare  üstün
anlayışı  yüzünden  bunu  adil  bulmayarak  reddeder.  Nihayet
sıra  maksada,  yani  öç  alma  fiiline  gelir.  Zavallı  fare  ilk
kepazeliğinin yanına bir sürü sual, şüphe şeklinde o kadar çok
yeni  yeni  kepazelik  katmış,  bir  sorunun  etrafına  öyle  çok
çözülmemiş mesele yığmıştır ki, tam manasıyla ne yapacağını
bilmez  haldedir;  varlığına  ister  istemez  giren  şüphelerden,
heyecandan  ve  onunla  açıktan  açığa  alay  eden  içi  dışı  bir  iş
güç  sahipleriyle  hâkim  durumdaki  tiranların  tükürüklerinden
meydana  gelmiş  uğursuz  bir  karışım,  kokuşmuş,  cıvık  bir
çamur  yığını,  onu  çepeçevre  sarmıştır.  Farenin  bu  durum
karşısında  tutacağı  tek  yol,  her  şeyden  vazgeçip  yapmacık,
kendisinin  de  inanmadığı  küçümser  bir  gülümsemeyle
delikçiğine  kaçmaktır.  Orada  pis,  leş  kokan  yeraltında
hakarete,  alaya  uğramış  zavallı  faremiz  derhal  kesin,  zehirli
ve  özellikle  sonsuz  bir  kin  beslemeye  başlar.  Artık  kırk  yıl,
durmadan, uğradığı hakareti en ufak, en utandırıcı ayrıntısına
kadar hatırlayacak, her seferinde kendinden de büsbütün yüz
kızartıcı  şeyler  ekleyerek  bu  uydurmalarına  alabildiğine
üzülüp  sinirlenecektir.  Bir  yandan  kurduklarından  utanır,  bir


yandan  da  kafasını  kurcalaya  kurcalaya  "olabilirdi"
bahanesiyle olmuşları alabildiğine şişirir, eklemeler yapar ve
hiçbir  şeyi  affetmez.  Belki  öç  almaya  da  kalkışır,  ama  bunu
miskince,  sinsi  sinsi,  ne  öç  almak  hakkına  ne  de  başarısına
inanarak  yapar;  bu  teşebbüsün  onu  öç  almak  istediği
kimseden yüz kat daha fazla üzeceğini, ötekininse kılının bile
kıpırdamayacağını önceki tecrübeleri sayesinde ta baştan beri
bilir. Ölüm döşeğinde bunları bir kere daha, hem de birikmiş
faiziyle hatırlar ve... Ama sözünü ettiğim o garip zevkin özü
de  bu  soğuk,  bu  çirkin  yarı  ümitsizlik  ve  yarı  inançta,
üzüntüden  kendini  şuurlu  olarak  kırk  seneliğine  yeraltına
gömmede,  mahsus  tertiplendiği  halde  durumun  pek  o  kadar
içinden  çıkılmaz  olmamasında,  içe  işlemiş  ama  bir  türlü
tatmin  edilmeyen  o  zehirli  arzularda,  kesin  olarak  verilen
kararlarla  hemen  ardından  duyulan  pişmanlıklar  arasındaki
hummalı  duraksamalardadır  işte.  Bu  zevk  o  derece  ince,
anlaşılması  o  kadar  güç  bir  duygudur  ki,  pek  dar  kafalı
olmayan,  hatta  sinirleri  çok  sağlam  kimseler  bile  bundan
zerrece nasiplerini alamazlar. Şimdi siz sırıtarak, "Belki tokat
yemeyenler de anlamaz?" diye ekleyecek ve nazik bir şekilde,
yediğim  bir  tokat  yüzünden  böyle  uzman  gibi  konuştuğumu
ima  edeceksiniz.  Bu  hususta  düşündükleriniz  beni  hiç
ilgilendirmiyor ya, yine de hiç tokat yemedim baylar, merak
buyurmayın.  Hatta  hayatta  tokat  atmak  için  pek  fırsat
bulamadığımdan  üzülmesi  gereken  belki  de  benim.  Ama
yeter,  sizi  epey  ilgilendiren  bu  konuda  tek  sözcük  daha
etmeyeceğim artık.
Zevklerin  bazı  inceliklerini  kavrayamayan  sağlam  sinirli
insanlar  hakkında  sakin  sakin  yazmaya  devam  edeyim.  Bu
zatlar,  sırası  gelince  öküz  gibi  boğazlarını  yırtarcasına


böğürmekle dahi yükselebilir, ama demin de söylediğim gibi,
bu  çeşit  insan  imkânsızlıkla  karşılaşınca  derhal  siner.
İmkânsızlık  bir  taş  duvar  mıdır  yani?  Nasıl  bir  taş  duvar?
Elbette  tabiat  kanunlarından,  tabiat  bilgilerinden  çıkarılan
sonuçların, matematiğin taş duvarı. Biri çıkıp da atalarımızın
maymun  olduğunu  ispat  ederse,  ister  istemez  kabul  etmek
zorundasın. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz
binlerce  hemcinsininkinden  daha  değerli  olması  gerektiği,
erdemlerin,  ödevlerin,  inançların  ve  öbür  safsataların  hep  bu
sonuca  göre  çözümleneceği  ispat  edilirse,  yine  olduğu  gibi
kabulleneceksin; 
itiraz 
edemezsin, 
çünkü 
bunlarda
matematiğin  iki  kere  iki  dört  kesinliği  vardır.  Biraz  itiraz
etmeyi deneyin isterseniz.
"Aman efendim, nasıl itiraz edersiniz, bu iki kere ikinin dört
ettiği gibi açıktır." diye çıkışırlar size, "Doğa size danışmaz;
beğenmediğiniz,  şahsi  istekleriniz  ona  vız  gelir.  Tabiatı
olduğu  gibi,  bütün  sonuçlarıyla  kabul  etmek  zorundasınız.
Duvar, duvardır vs. vs." Hey Tanrım, ya herhangi bir sebeple
bu  kanunlardan  ve  iki  kere  ikinin  dört  etmesinden
hoşlanmıyorsam,  tabiat  kanunlarından,  iki  kere  ikinin  dört
etmesinden  bana  ne?  Şüphesiz  böyle  bir  duvarın  hakkından
gelmeye  gücüm  yetmezse  boşu  boşuna  yırtınacak  değilim,
ama  karşımda  gücümün  yetmediği  bir  taş  duvar  var  diye
büsbütün boyun eğmeye de razı olamam.
Sanki bu çeşit taş duvarlar gerçekten insanı rahatlatan, sırf
iki  kere  ikinin  dört  edişi  gibi  kesinlikleriyle  kâinatı
etkileyebilecek  kuvvetlerdir.  Saçmaların  en  büyüğü!  Öte
yandan  bütün  imkânsızlıkları,  bütün  taş  duvarları  görüp
anlayabilseniz, yetersizliklerin ve taş duvarların biriyle olsun
uzlaşamamaktan iğrenseniz, hatta hiç suçunuz olmadığını bile


bile  mantığın  mutlak,  kaçınılmaz  kurallarına  uyarak,  o
ölümsüz  taş  duvar  konusunda  kendinizi  suçlayacak  kadar
çirkin  sonuçlara  varıp,  aczinizden  sessizce  diş  gıcırdatarak
kendinizi  adeta  bir  şehvet  duygusuyla  atalete  teslim  etseniz,
sonra da ortada hırsınızı alacak tek bir varlık bulunmadığını,
çevrenizde dönenlerin el çabukluğu, hileler ve düzenbazlıktan
meydana  gelmiş  bulanık  bir  karışım  olduğunu  fark  etseniz
bile,  bütün  bilinmeyenlere,  hilelere  rağmen  içiniz  sızlar,
bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır!


IV
—  Hah-ha-ha!..  Şu  halde  sizin  için  diş  ağrısının  da  zevki
var, diye güleceksiniz bana.
—  Neden  olmasın?  derim.  Diş  ağrısının  da  kendine  göre
zevki vardır. Tam bir ay çektiğim için gayet iyi bilirim. Tabii
bu halde içten içe bir hiddet duyulmaz, iniltiler çıkarılır; ama
bunlar içten gelmeyen yapmacıklı inlemelerdir ki, mesele de
bunda  zaten.  Acı  çeken  kimse  inlemekten  zevk  alır;  almasa
inlemesini  pekâlâ  tutardı.  Bu  çok  hoş  bir  örnektir
okuyucularım, üzerinde durulmaya değer. Bütün bu inlemeler,
bir  yandan  ağrılarınızın  küçültücü  gayesizliğini  anladığınızı
gösterir; öte yandan da varlığını umursamadığınız halde, kılı
kıpırdamadan  sizi  hırpalayan  tabiat  anaya  karşı  yükselen
şikâyettir. Karşınızda bir düşman olmadığını bildiğiniz halde
ağrılarınızın  sürdüğünün,  Wagenheimların  müdahalesine
rağmen  dişlerinizin  esiri  olmaktan  kurtulamadığınızın,  sizin
dışınızda  bir  kuvvetin  istese  diş  ağrınızı  hemen
kesebileceğinin,  ama  istemediği  için  üç  ay  daha  süreceğinin
ifadesidir;  son  olarak,  hâlâ  boyun  eğip  isyanınızdan
vazgeçmemişseniz,  kuru  teselli  olarak  ya  kendi  kendinizi
kırbaçlayın ya da mahut duvarınıza hürmetlice birkaç yumruk
indirin,  başka  hiçbir  çare  yoktur  zira.  İşte  efendim,  kimden
geldiği  belli  olmayan,  fakat  içinize  işleyen  hakaret  ve
alaylardan,  bazen  şehvete  varan  bir  zevk  duyulmaya  başlar.
Baylar, rica ederim, diş ağrısı çeken şu on dokuzuncu yüzyıl
aydınının  iniltilerine,  hastalığının  ikinci,  üçüncü  gününde
artık  inlemesi,  ilk  günkü  gibi,  yalnız  diş  ağrısından  gelen,
kaba  bir  köylünün  iniltileri  olmaktan  çıkıp,  şimdikilerin
söyleyişleriyle  "topraktan  ve  halk  kökünden"  sıyrılıp


medeniyetten,  Avrupa  kültüründen  nasibini  almış  bir  insanın
inlemesine  dönmüşken  bir  kulak  verin.  İnlemesi  gitgide
çirkinleşir,  pis  bir  hırçınlığa  dönerek  günlerce,  gecelerce
devam  eder.  Bunun  bir  fayda  sağlamadığını,  dırlanmalarıyla
kendisi  kadar  başkalarını  da  boşu  boşuna  rahatsız  ettiğini
herkesten  iyi  bilir;  önünde  yırtınıp  durduğu  dinleyicilerin,
yani  ailesinin  ona  zerre  kadar  inanmadığından,  bıkkınlık
içinde,  bu  adamın  yapmacıklı,  şımarık  halini  bırakarak
ıstırabını  daha  sade,  daha  tabii  şekilde  ifade  edebileceğini
düşündüklerinden  de  haberi  vardır.  İşte  zevk  de  tüm  bunları
ve  kepazeliğini  anlamasındadır.  "İşte  sizleri  rahatsız  ediyor,
içinizi parçalıyor, ev halkına uyku uyutmuyorum. Uyumayın,
hepiniz  her  an,  dişlerimin  ağrıdığını  duyun.  Artık  karşınızda
ilkin  görünmek  istediği  gibi  bir  kahraman  değil,  sadece
miskin,  şirret  bir  adam  var.  Pekâlâ,  öyle  olsun!  Foyamı
meydana  çıkardığınıza  memnunum.  Pis  pis  dırlanmalarımı
dinlemekten  içinize  fenalıklar  geliyor,  öyle  mi?  Gelsin,  ben
de sesimi değiştirip büsbütün berbat bir makam tuttururum..."
Hâlâ  anlamadınız  mı  baylar?  Galiba  bu  zevkin  bütün
kıvrımlarına nüfuz edebilmek için daha gelişmek, daha üstün
bir  anlayışa  sahip  olmak  lazım.  Ama  siz  gülüyorsunuz,  öyle
mi?  Memnun  oldum.  Şüphesiz  şakalarım  oldukça  zevksiz,
karışık  ve  düzensiz;  insanda  bir  güvensizlik  yaratıyor.  Bu,
kendime  saygı  duymayışımdan  ileri  geliyor.  Anlayışlı  bir
adam kendisine saygı duyabilir mi hiç?


V
Küçülmekten  bile  zevk  almaya  kalkışan  bir  adamın,  biraz
olsun öz saygısı kalır mı? Bunu usanç veren bir pişmanlığın
etkisinde  söylemiyorum.  Öteden  beri,  "Affedersiniz
babacığım,  bir  daha  yapmam."  demekten  nefret  ettim;  bunu
söylemek bana güç geldiği için değil, tam tersine gayet kolay
söylüyordum.  Hatta  mahsus  yapar  gibi,  zerre  kadar  suçum
olmadığı  durumlarda  bile  kendimi  suçlu  çıkarırdım.  Bu  da
hepsinden  kötüydü.  Bu  sefer  yine  duygulanır,  pişmanlık
duyar,  gözyaşları  dökerdim;  bunları  da  öyle  yalandan  falan
yapmazdım,  ama  şüphesiz  hepsi  kendi  kendimi  kandırmak
içindi.  Kalbimde  bir  kötülük  nüvesi  vardı...  Tabiat  kanunları
beni  ömrüm  boyunca  her  şeyden  çok  hırpaladığı  halde,  bu
durumlarda onları suçlamak da imkânsızdı. Şimdi aynı şeyleri
hatırlamak içime fenalıklar veriyor, o zamanlar da verirdi. Bir
dakika  geçince  kendi  kendimi  yiyerek,  bütün  bu
pişmanlıkların, duygulanmaların, değişme antlarının hepsinin
yalan, kocaman çirkin bir yalandan başka bir şey olmadığını
anlıyordum.  Kendimi  türlü  türlü  şekillere  sokarak
hırpalamamın,  işkence  etmemin  sebebini  soracak  olursanız,
size, boş durmaktan canım sıkıldığı için çeşit çeşit marifetleri
denedim,  diye  cevap  veririm  ki,  gerçekten  de  öyle.  Siz  de
kendinizi  iyice  bir  yoklayacak  olursanız,  bunun  böyle
olduğunu  anlarsınız  baylar.  Kendi  kendime  macera  hayalleri
kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum. Durup
dururken,  ortada  fol  yok  yumurta  yokken  kendi  kendimi
gücendirdiğim  çok  oldu;  aslında  hiç  sebep  olmadığını
bildiğim  halde  kendimi  öyle  dolduruyordum  ki,  sonunda
gerçekten  gücenip  içerliyordum.  Bu  çeşit  oyunlar  yaşamımı


öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hâkim olamaz hale
geldim. Bir defa, hatta bir de değil, iki defa, zorla âşık olmayı
bile istedim. İnanın ıstırap bile çektim baylar. Ruhumun uzak
bir  köşesinde  bu  ıstıraba  inançsızlık,  alay  kıvılcımları
titreşiyordu,  ama  gene  de  maddi  bir  ıstırap  çekmeye  devam
ediyordum; üstelik dört başı mamur bir âşık gibi kıskanıyor,
kendimi  kaybediyordum...  Sebep  hep  can  sıkıntısıydı  baylar,
hep  can  sıkıntısı;  atalet  beni  eziyordu.  Zaten  şuurun  meşru
mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir. Bundan yukarıda da
söz  etmiştim.  Tekrar  ediyorum:  Bütün  samimi  insanlar  ve
işinde  gücünde  olanlar  ahmak,  dar  kafalı  oldukları  için  faal
kimselerdir. Nasıl açıklamalı? Bakın şöyle: Bu çeşit insanlar,
akılları  kıt  olduğu  için  herhangi  bir  konuda  ana  sebepleri
araştırmadan  hemen  el  altındaki  ikinci  derece  sebeplere
bağlanıverir  ve  doğru  hareket  ettiklerinden  emin  oldukları
için de rahatlarlar; en önemlisi de budur zaten. Herhangi bir
işe  başlamadan  önce,  ilkin  rahatlamak,  bütün  şüphe  ve
tereddütlerden kurtulmuş olmak şarttır. İyi ama, ben kendimi
nasıl  rahatlatayım?  Dayanabileceğim  esaslar,  ana  sebepler
nerede?  Nereden  bulacağım  bunları?  Sırf  fikir  jimnastiği
yapmak  için  ele  aldığım  herhangi  bir  ana  sebep  bile
arkasından  daha  önceki  bir  sebebi  sürüklüyor  ve  bu  böylece
aralıksız devam ediyor. Anlayışın, derin düşünmenin esası da
budur. Demek yeniden tabiat kanunlarıyla karşılaşıyoruz. Peki
ne  sonuca  vardık  bundan?  Yine  aynı  şeye.  Hani  demin  öç
almaktan  bahsetmiştim  (herhalde  üzerinde  durmamıştınız).
İnsanın  hak  yerini  bulsun  diye  öç  aldığı  söylenir.  Şu  halde
esaslar  da,  ana  sebep  de  bulunmuştur:  Adalet.  Bu  durumda
her  açıdan  içi  de  rahatlarsa,  artık  tamamıyla  sakin,  hatta  iyi,
doğru bir iş yaptığına emin olarak öç alır. Halbuki ben bunda
ne  adaletle  ne  de  erdemle  ilgili  bir  yön  bulurum,  intikam


almaya kalksam, bunu sırf kinimden yapacağımı bilirim. Kin
gerçekten bütün kuşkularımı yok edecek sebep olmadığı için,
temel  sebep  yerine  geçebilirdi  elbette.  Gel  gelelim,  kin  bile
duyamıyorum  (zaten  demin  bundan  başlamıştım  ya).  Kinim,
hep  o  uğursuz  tabiat  kanunları  yüzünden  adeta  kimyasal  bir
bozulmaya  uğruyor.  Bir  de  bakarsın,  esas  madde  uçmuş,
sebepler  buharlaşmış,  suçluyu  bulmak  imkânsız  olmuştur;
hakaret hakaretlikten çıkıp, kaderin bir cilvesi, kimsenin suçu
olmayan  diş  ağrısı  gibi  bir  şey  haline  gelmiştir  ve  elbette
duvar  yumruklamaktan  başka  çare  kalmamıştır.  Esas  sebebi
bulamayınca  vazgeçer,  bıkarsınız.  Bir  kere  kendini
duygularına  kaptır,  bir  anlığına  şuurunu  susturup,
düşünmeden,  esas  aramadan  hakaret  et,  nefret  et,  birini  sev,
daha doğrusu boş durmamak için bir şeyler yap bakalım. En
geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini
küçümsemeye  başlarsın.  Sonuç:  Sabun  köpüğü  ve  atalet.  Ah
baylar, belki de ben ömrüm boyunca başlamayı da, bitirmeyi
de  beceremediğim  için  kendimi  akıllı  bir  adam  sayıyorum.
Ben  de  herkes  gibi  gevezenin,  zararsız  ama  can  sıkıcı
boşboğazın biri olayım, ne çıkar. Ne çare ki gevezelik, daha
doğrusu elekle su taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır.


VI
Keşke 
sadece 
tembellik 
yüzünden 
hiçbir 
şey
yapamasaydım.  Tanrım,  o  zaman  kendime  ne  büyük  saygı
duyardım. Tembellik de olsa belirli bir özelliğe sahibim, buna
eminim  diye  kendime  saygı  duyardım.  Benim  için,  "Kim  bu
adam?" diye sorulunca "Tembelin biri." cevabını verirlerdi ki,
bunu  duymaktan  da  son  derece  hoşlanırdım.  Benim  de
kendime göre bir niteliğim, hakkımda söylenecek söz olurdu.
"Tembel!"  Şaka  değil,  bu  bir  unvan,  bir  mevki,  başlı  başına
bir  istikbaldir  efendim.  Alay  etmeyin,  gerçekten  öyledir.  O
zaman  haklı  olarak  en  gözde  kulübün  üyesi  olur,  kendi
kendime  saygı  göstermekten  başka  bir  iş  tutmazdım.  Ömrü
boyunca  Lafitte  şarabından  anlamasıyla  övünüp  duran  bir
adam tanırdım. Bunu eşsiz bir erdem sayıyor, kendi hakkında
en  ufak  bir  şüphe  duymuyordu.  Ölürken  yalnız  iç  huzuru
duymamış,  zafer  kazanmışların  o  engin  saadetini  de  tatmıştı
ve bunda yerden göğe kadar haklıydı. Öyleyse ben de tembel
bir  obur  olmayı  kendime  iş  diye  seçebilirdim;  ama  öyle
sıradan  bir  tembel  obur  değil  de,  şu  bütün  güzel,  yüksek
şeylere  ilgi  duyan  tembel  oburlardan  olurdum.  Ne  dersiniz?
Ben bunu öteden beri hayal etmişimdir. Bu "güzel ve yüksek
şeyler"  kırk  yaşımda  bana  hayli  sıkıntı  verdi;  yaşım  kırkı
bulduğu  için  elbet,  halbuki  o  sıralar,  ah,  o  sıralar  bambaşka
olabilirdi! O zaman çabucak güzel bir iş de edinirdim: Bütün
o  güzel,  yüksek  şeyler  şerefine  içmek.  Kadehime  önce  bir
damla gözyaşı akıtıp, sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine
içme fırsatlarını asla kaçırmazdım. Dünyada ne varsa güzellik
ve  yükseklik  açısından  görür,  pisliği  tartışma  götürmeyecek
en  el  dokunmaz  çirkefte  bile  güzel  ve  yüksek  taraflar


bulurdum.  Alabildiğine  sulu  gözlü  olurdum.  Diyelim  ki  bir
ressam,  Ghe
[3]
  ayarında  bir  tablo  yapmıştır;  derhal  ressamın
sağlığına  içerdim,  çünkü  bütün  güzel  ve  yüksek  şeyleri
severim. Bir yazar "Nasıl arzu edersiniz?"
[4]
 diye bir makale
mi  yazdı,  hemen  "nasıl  arzu  edersiniz"in  şerefine  kadeh
kaldırırdım,  çünkü  "güzel  ve  yüksek"  her  şeyi  severim  ben.
Bütün  bunlara  karşılık,  bana  saygı  gösterilmesini  ister,
saymayanın  da  yakasını  bırakmazdım.  Rahat  rahat  yaşayıp
vakarla  ölmek,  bundan  daha  enfes  ne  vardır!  Salıvereceğim
göbeği, üç kat gerdanımı ve ayyaş burnumu sokakta görenler,
"Şu  kalantora  bakın,  amma  esaslı  herif!"  derlerdi.  Ne  olursa
olsun,  yaşadığımız  şu  olumsuz  devirde  böyle  gönül  okşayıcı
sözler duymak hoştur baylar.


VII
Fakat  bunların  hepsi  tatlı  hayallerden  ibaret.  Söylesenize,
insanların 
kötülük 
yapmasının 
gerçek 
çıkarlarını
bilmemelerinden  ileri  geldiğini  ilk  ortaya  atan  kimdir;
aydınlanan insanın gerçek çıkarını görünce, kötülük yapmayı
hemen  bırakıp  iyi  ve  onurlu  biri  olacağını,  çıkarının  sadece
iyilik  yapmakta  olduğunu  anladığı  ve  hiç  kimse  de  kendi
çıkarına  aykırı  davranmayacağı  için  hep  iyilik  yapmak
zorunda  kalacağını  ilk  kim  uydurdu?  Hey  gidi  saf  çocuk!
Temiz  yürekli  bebek!  Dünya  kurulalı  beri  insanların  yalnız
kişisel  çıkarlarını  düşünerek  hareket  ettikleri  görülmüş
müdür?  Peki,  göz  göre  göre,  yani  gerçek  çıkarının  nerede
olduğunu  bildiği  halde  bunu  umursamadan,  hiç  kimsenin  ve
hiçbir şeyin onları zorlamadığı başka, tehlikeli bir yolu tutan
ve kaderin kendilerine çizdiği yoldan yürümek varken, kasten
yapar  gibi  yeni,  çetin,  saçma,  karmakarışık  bir  yol
keşfetmekte  inat  eden  insanların  oluşturduğu  milyonlarca
örneğe  ne  demeli?  İnatçılık  ve  dik  kafalılık  onlara
çıkarlarından  daha  tatlı  geliyor  anlaşılan...  Çıkar!  Çıkar  da
neymiş ki? İnsanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle
söyleyebilir  misiniz?  İnsanın  kendisi  için  iyilik  değil,  tam
tersine kötülük arzulayabileceği, hatta bunu yapmaya mecbur
olacağı bazı hallerde ne olur peki, buna da çıkar denmez mi?
Böyle  bir  durumun  yalnızca  mümkün  olması  bile  bütün
kanunları  yıkar.  Ne  dersiniz,  buna  imkân  var  mı?
Gülüyorsunuz  ha;  gülün  ama  şuna  da  cevap  verin  baylar:
İnsan  çıkarlarının  hepsi  tek  tek  sayılabilir  mi?  Aralarında
hiçbir sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur?
Baylar,  anladığım  kadarıyla  siz  insan  çıkarlarına  ait  listeyi


bazı 
istatistik 
bilgilerinden, 
iktisat 
formüllerinden
çıkarmışsınız. Sizce refah, servet, hürriyet, rahatlık vs. başlıca
çıkarlardır;  bu  listeye  açıkça  ve  bile  bile  sırt  çeviren  bir
kimseye  rastlarsak  ona  siz  de,  ben  de  kaçığın,  yobazın  biri
gözüyle  bakarız,  öyle  değil  mi?  Bütün  istatistikçilerin,
bilginlerin  insanoğlu  için  birtakım  hesaplar  yaparken  daima
çıkarlardan  birini  gözden  kaçırmaları  da  ne  garip,  değil  mi?
Hatta  bunu  ne  şekilde  kullanmak  gerektiği  üzerinde  bile
durmazlar,  halbuki  bütün  hesap  buna  dayanmaktadır.
Listemize onu da almak o kadar da büyük bir sorun olmazdı
herhalde.  Yazık  ki  bu  anlaşılması  güç  çıkar,  hiçbir  sınıfa
sokulamıyor,  hiçbir  listede  barınamıyor.  Örneğin  benim  bir
dostum  var...  Hoş,  yalnız  benim  değil,  sizin  de  dostunuzdur
baylar;  zaten  onunla  dost  olmayan  yoktur!  Bu  zat  bir  işe
başlarken  tatlı,  açık  bir  dille  akıl,  hak  yolunda  yürüme
usulünü açıklar. Bundan başka size gerçek, normal bir insanın
çıkarlarından  heyecanla,  hararetle  bahseder;  çıkarların,
erdemin gerçek anlamını anlayamayan budala miyoplarla alay
eder;  ama  tam  bir  çeyrek  saat  sonra  durumda  ani,
beklenmedik  hiçbir  değişiklik  de  olmamışken,  bütün
çıkarların üstünde bir içgüdüyle bambaşka bir yola sapar, yani
bütün  o  söylediklerinin  aksine  bir  iddiayı  açıkça  savunmaya
başlar, akıl yolunu, çıkarları, kısacası her şeyi inkâr eder... Ha
şunu  da  söyleyeyim,  dostum  dediğim  kimse  ortaklaşa  bir
insan  olduğu  için  suçu  yalnız  ona  yüklemek  biraz  zordur.
Baylar,  belki  de  gerçekten,  her  insan  için  en  yüksek
çıkarından bile değerli ya da (mantık çerçevesi içinde kalmak
için)  daha  yararlı  olan  (ama  demin  bahsettiğim  listeye
girmeyen),  bütün  çıkarlarının  üstünde,  gerektiğinde  insanın
uğruna  bütün  kuralları  çiğnemeye  hazır  olduğu,  yani  akla,


şerefe, huzura, refaha, kısacası bütün güzel ve faydalı şeylere
karşı gelebileceği bir çıkar vardır baylar.
—  Demek  ortada  gene  bir  çıkar  var,  diye  sözümü
keseceksiniz.
Müsaade  edin  de  anlatayım  efendim,  mesele  kelime
cambazlıklarında  değil;  sözünü  ettiğim  çıkar,  bütün
sınıflandırmalarımızı,  beşerin  saadeti  için  çalışan  insan
severlerin  kurduğu  sistemleri  darmadağın  etmektedir.
Kısacası, her şeye engel olur. Fakat bu çıkarı adlandırmadan
önce, itibarımı zedelemek pahasına birkaç söz söyleyeceğim:
Bence bütün o mükemmel sistemler, insanlığa gerçek, normal
çıkarların 
neler 
olduğunun 
açıklanması, 
bunların
sağlanmasıyla herkesin hemen iyileşip asilleşeceği düşüncesi
şimdilik  sadece  bir  varsayımdır.  Evet  efendim,  varsayım!
Doğrusu, şahsi çıkarlara dayanan bir sistemle insanlığın ıslah
olacağını  iddia  etmek  bence,  hemen  hemen...  Buckle’ın
[5]
medeniyetin  insanları  yumuşattığını,  bu  sebeple  onları  daha
az vahşi, daha barışçıl hale getirdiğini iddia etmesine benzer.
Galiba  onun  mantığını  kullanarak  vardığı  sonuç  bu.  Fakat
insan  sistemlere,  bazı  soyut  kavramlara  o  derece  bağlıdır  ki,
mantıktan  yana  olmak  için  gerçeği  bile  bile  değiştirmeye,
gözlerini  kapayıp  kulaklarını  tıkamaya  razı  olur.  Bunu
gerçekten güçlü bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize bakın
bir  kere:  Kan  gövdeyi  götürüyor,  hem  de  keyifli  keyifli,
şampanya  gibi  akıyor.  İşte  size  Buckle’ın  da  yaşadığı  on
dokuzuncu  yüzyılımız.  İşte  büyük  Napolyon  ve  bugünkü
Napolyon. İşte Kuzey Amerika’nın ebedi birliği. İşte nihayet
karikatür  gibi  Schlezwig-Holstein...  Medeniyet  neyimizi
yumuşatmış?  Medeniyetin  insanda  duygu  çeşitlerini
artırmaktan  başka  işe  yaradığı  yok.  Duygularının


çeşitlenmesiyle  insan  işi  kan  dökmekten  zevk  almaya  kadar
vardırabiliyor.  Bunun  örnekleri  var.  Cinayetlerde  en  ince
ustalıklar  gösterenlerin  çoğu  zaman  en  medeni  adamlar
olduğuna hiç dikkat ettiniz mi? Atillaların, Stenka Razinlerin
onların eline su dökemeyeceği zamanlar da olur; bir Atilla ya
da Stenka Razin
[6]
 kadar göze çarpmayışlarının tek sebebi de,
böylelerine  sıkça  rastlandığı  için  artık  kanıksanmış
olmalarıdır.  İnsan  medeniyete  kavuşmakla  eskisinden  daha
fazla kan dökücü olmamışsa bile, en azından daha kötü, daha
iğrenç  bir  kan  dökücü  olduğu  kesindir.  İnsan,  eskiden  hak
uğruna kan döker, bunun için önüne geleni gönül rahatlığıyla
temizlerdi;  zamanımızdaysa,  kan  dökmeyi  iğrenç  saydığımız
halde  bu  iğrençlikten  kendimizi  alamıyoruz,  hem  de
eskisinden daha çok. Hangisinin daha kötü olduğuna kendiniz
karar verin. Kleopatra (Roma tarihinden bir örnek vereceğim
için  affedin),
[7]
  cariyelerinin  göğsüne  altın  iğneler  batırmayı
sever,  attıkları  çığlıklardan,  kıvranmalarından  zevk  alırmış.
Bunların 
görece 
barbarlık 
çağlarında 
olduğunu
söyleyeceksiniz,  gerçi  şimdi  de  iğneler  batırıldığı  için  (yine
göreceli olarak) zamanımızın da bir barbarlık devri olduğunu
söyleyebiliriz;  bugünün  insanı  pek  çok  bakımdan  barbarlık
çağı  insanından  daha  üstün  görüşlü  olduğu  halde,  aklın,
bilginin  gösterdiği  yoldan  gitmeye  bir  türlü  alışamamıştır.
Bununla  beraber,  sağduyu  ve  bilimle  ıslah  edildiğinde,
insanın  eski,  kötü  alışkanlıklarını  bırakıp  normale
döneceğinden,  onu  doğru  yolda  yürümeye  alıştıracağınızdan
eminsinizdir.  İşte  o  zaman  insanın  isteye  isteye  yanılmaktan
vazgeçeceğine,  iradesinin  normal  çıkarlarına  zıt  hareketler
yapmasına  ister  istemez  engel  olacağına  da  inanıyorsunuz.
Dahası, ilmin insana ancak o zaman pek çok şey öğreteceğini
(bu  kadarı  bence  lüks  ya,  neyse),  örneğin  insanın  gerçekte


iradesi,  kaprisleri  olmayan  bir  piyano  tuşu,  org  içindeki  bir
cıvata  kadar  değer  taşıdığını,  dünyadaki  her  şeyin  insanın
davranışlarına, şahsi isteklerine göre değil, tabiat kanunlarına
uyarak,  kendiliğinden  meydana  geldiğini  öğreneceğini
söyleyeceksiniz. Şu halde bütün mesele, bu tabiat kanunlarını
keşfetmekte;  artık  ondan  sonra  hiçbir  insan  hareketlerinin
sorumluluğunu  taşımaz,  hayat  onun  için  kolaylaşır.  Bütün
insan  davranışları,  bu  kanunlara  göre  108.000’lik  logaritma
cetveli  gibi  matematik  olarak  hesaplanıp  tanzim  edilir;  daha
da  iyisi,  zamanımızın  ansiklopedik  lügatlerine  benzeyen
faydalı  yayınlar  çıkarılır,  içinde  her  şey  öyle  bir  kesinlik  ve
düzenle  hesaplanıp  açıklanır  ki,  dünyadan  suçun  da,
maceranın da adı silinir.
İşte  o  zaman  –bunları  ben  değil,  hep  siz  söylüyorsunuz–
yepyeni,  tamamıyla  hazır  ve  matematik  bir  kesinlikle
hesaplanmış  bir  iktisat  düzeni  kurulur;  böylece  bütün
cevapların  hazır  oluşu,  ortada  soru  diye  bir  şey  bırakmaz.  O
zaman  billurdan  bir  saray  kurulur.  Ve  o  zaman...  Eh,  işte  o
zaman  uçup  gelir  Anka  kuşu.  Ama  size  (artık  bunu  ben
söylüyorum) o haliyle hayatın son derece sıkıcı olmayacağını
temin edemem (her şey bir cetvele göre hesaplanınca insana
yapacak bir şey kalmaz); ama buna karşılık her şey son derece
makul  olur.  Öte  yandan,  can  sıkıntısından  neler  neler  icat
etmezsiniz!  Altın  iğneler  de  can  sıkıntısından  batırılır  zaten,
ama  hepsi  bu  kadarla  da  kalmaz.  İşin  kötüsü,  (gene  ben
söylüyorum) bakarsın bizde de altın iğnelerin batırılmasından
zevk  alacaklar  bile  çıkar.  Çünkü  insan  ahmak  bir  yaratıktır,
son derece ahmak! Daha doğrusu ahmak değil de nankördür;
eşine  rastlanmayacak  derecede  nankördür.  Mesela  geleceğin
basiretli  toplumu  arasında  yaşayıp  giderken,  adi  ya  da  daha


doğru  bir  deyişle  yüzünden  gericilik  ve  alaycılık  akan  bir

Yüklə 0,71 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə