|
Yirminci Yüzyılın Son Çeyreğinde Türkiye’de Osmanlı Tarihçiliği: Bir Bilanço Denemesi
|
səhifə | 3/4 | tarix | 29.11.2017 | ölçüsü | 199,04 Kb. | | #13161 | növü | Yazı |
| Sonuç Yerine
Son çeyrek yüzyılda Türkiye'deki Osmanlı tarihçiliğinin yukarıda ana hatları çizilen serüveni üzerinden toplu bir değerlendirme yapılacak olursa, bu tarihçiliğin, içinde gerçekleştiği toplumsal ve siyasal ortam bir yana, akademik anlamda başlıca üç temel gelişme ekseninde biçimlendiği, bir seyir takip ettiği söylenebilir: a) Arşivlerin yeniden yapılandırılması, b) yeni Tarih bölümleri ve içe kapanma, c) yükselen standartlar ve dışa açılma.
1980'lerde Osmanlı arşivlerinin yeniden yapılandırılması ve bu bağlamda belge tasnifi ve kullanıma sunulması konusunda yeni bir personel politikasıyla da desteklenen yeni işleyişi Osmanlı tarihçiliğinin üzerinde gelişeceği temel kaynak ve bu kaynağa ulaşma sorununun aşılmasında çok önemli bir adım olmştur. Düzenli olarak kullanıma açılan her yeni koleksiyon, özellikle 1990'larda sayıları hızla artan tarihçilerin bir yandan işini kolaylaştırmış diğer yandan üzerinde çalışılan konularda dikkate değer bir çeşitlenmeye yol açmıştır. 1990'lara kadar ülkenin değişik yerel kütüphanelerinde muhafaza edilen şeriye sicillerinin, İstanbul'dakiler hariç, Ankara'da tek merkezde (Milli Kütüphane'de) toplanmış olması tarihçilerin işini kolaylaştıran bir başka önemli gelişme olmuştur. Bu, zaten kimi büyük arşiv koleksiyonlarına sahip Ankara'nın bir araştırma merkezi olarak önemini daha da artırmıştır.
1990'lardaki üniversite patlamasına paralel olarak yaşanan Tarih Bölümlerinin sayısındaki artışın bir önemli sonucu tarihçi sayısındaki yükseliş ise diğeri de Osmanlı tarihçiliğinin Türkiye sathındaki icraat sahasının genişlemesi ve işlediği konuların çeşitlenmesi olmuştur. Söz konusu yaygınlaşmanın ve konu çeşitlenmesinin Türkiye'deki tarihçiliğin kalitesine henüz olumlu bir katkısının olduğunu söylemek çok zordur. Aksine, bu gelişmenin kapalı devre yapılan, zihinsel çerçevesi ve yöntemleri bakımından bu döneme özgü oldukça sığ bir tarihçiliğin de yaygınlaşmasına yol açtığını söylemek mümkündür. Bununla birlikte, günümüzde iyice uluslararasılaşan Osmanlı tarihçiliği içinde pek bir ağırlığı olmayan ve fakat Türkiye'deki Osmanlı tarihçiliğinin oldukça büyük bir kesimini temsil eden bu tarihçilik tarzının Osmanlı tarihinin olgusal bilgisinin daha çeşitli ve daha ayrıntılı bir şekilde önümüze dökülmesi gibi önemli bir katkısı olduğunu da bu arada belirtmek gerekir. Hakkıyla işlenmemiş de olsa, büyük ölçüde bu yaygın tarihçiliğin ortaya koyduğu bilgiler sayesindedir ki, bugünkü Osmanlı tarihçiliği alan ve konu itibariyle İstanbul ve saray sınırlarının dışına çıkmış, merkez taşra ilişkileri artık taşra zaviyesinden işlenmeye, şimdilik Anadolu’yla sınırlı da olsa, kapsayıcı Osmanlı şemsiyesinin gölgesi altındaki bölgesel farklılıklar, çeşitlilikler kendini daha fazla göstermeye, tarihçilerimizin gündeminde kalıcı olarak yer almaya başlamıştır. Kapsam olarak sosyal ve ekonomik tarih bağlamında değerlendirilebilecek bu gelişmelerin zamanla ortaya çıkacak dört başı mamur bir “sosyal tarih”in habercisi olması umulur.
Bütün bu potansiyel zenginliğine rağmen sözünü ettiğimiz yaygın sığlaşma ve içe kapanma olgusuyla ilk başta tezat teşkil eden üçüncü gelişme ise, özellikle 90'lı yıllarda Osmanlı tarihçiliğinin diğer yüzünü ortaya koymaktadır. Madalyonun öteki yüzündeki bu gelişme, 80'li yılların ortalarından itibaren artan bir ivme kazanan belirgin bir dışa açılmadır. Burada dışa açılmadan kasıt, belki Cumhuriyet devrinin hiç bir dönemiyle kıyaslanamayacak sayıda Osmanlı tarihçisinin, bu alanın uluslararası standartlarına yakın veya bu standartlarda bir tarihçilik donanımı ve pratiği ortaya koymasıdır. Son çeyrek yüzyılın bu önemli hamlesinin bir ayağını yukarıdaki sayfalarda zikredilen, Türkiye'deki tarihçilik alanına sosyal bilimlerin diğer disiplinlerinden giren ve süreç içinde en azından sınırlı bir çerçevede ve belli üniversitelerde yapılan akademik tarihçiliğin çehresini olumlu yönde değiştiren isimler oluşturmuştur. Bu gelişmenin diğer ayağında ise, bir yandan Türkiye'nin dışa açık tarihçiler kuşağının önemli isimlerinin rahle-i tedrisinden geçmiş olmanın avantajıyla mesleğe nisbeten iyi ve şanslı bir başlangıç yapan, bir yandan da üzerinde durduğumuz dönemde gerek MEB gerekse YÖK gibi kurumlarının sağladığı imkanlarla uzmanlık eğitimlerini doğrudan yurtdışında gerçekleştirme fırsatı bulan artan sayıdaki genç tarihçiler kuşağı vardır. Anılan değişik kulvarlardan bu gruba giren tarihçilerin iki yönlü bir işlev gördüğü, bir yandan Türkiye’deki Osmanlı tarihçiliğini dünya tarihçiliğine bir yandan da Osmanlı tarihini dünya tarihine ortak standartlar ve temalar üzerinden eklemlemeye gayret ettikleri söylenebilir.61
Türkiye'nin akademik tarihçiliğinde 1980'li yıllardan itibaren yaşanmaya başlanan, olumlu ve olumsuz boyutlarına yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız niceliksel patlamanın birbirini bütünleyen bu önemli gelişmelerin, iç içe geçmiş bu süreçlerin ortak sonucu olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı tarihçiliğindeki söz konusu hareketlenmenin, bu çalışmanın analitik kurgusuna da açıkça yansıdığı gibi, üç ana kulvarda, üniversitelerde, üniversite dışı özel/özerk kurumlarda ve popüler alanda farklı yansımaları olduğu yeterince açıktır. Bu bağlamda karşımıza çıkan büyük şehir ve taşra eksenli bariz ikilik, biraz daha derinlemesine incelendiğinde, aslında basit bir taşra-büyük şehir farklılaşması olmaktan ziyade (zira taşra üniversitelerindeki kadrolar da bazı büyük şehir üniversitelerindeki tarih bölümleri tarafından yetiştiriliyor), dış dünyaya, uluslararası Osmanlı tarihçiliğine açık ve kapalı zihinsel/mesleki tutumlar arasındaki kritik farklılık olarak görülmelidir.
Söz konusu farklı zihinsel tutumlar ve bir ölçüde bununla ilişkili farklı tarihçilik tarzları arasındaki makul sınırların çok ötesinde seyreden ve hâlâ büyük ölçüde temel yapısal sorunları da içeren bu uçurumun, yeni yüzyıla girerken Türkiye'de yalnızca tarihin değil genelde sosyal bilimlerin önündeki en önemli problemlerden biri olarak üzerine gidilmeyi beklediği söylenebilir. Aksi taktirde, ve büyük ihtimalle, çözümü yine akıp giden zamandan bekleyeceğiz. Kısacası, bundan evvel olduğu gibi yine hadisat hükmünü yürütecek, biz peşinden sürükleneceğiz.
Dostları ilə paylaş: |
|
|