Zübdetü’l buhâRÎ



Yüklə 0,94 Mb.
səhifə15/42
tarix16.08.2018
ölçüsü0,94 Mb.
#63548
növüYazı
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   42

BORÇLAR VE HACİR BAHSÎ
661- Ebû Hureyre’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Kim insanların mallarını ödemek maksad ve niyeti ile (ödünç) alırsa, Allah Teâlâ onun yerine öder, (ona ödeme imkânı bahşeder). Kim de, bu malları batırmak kastıyla alırsa, Allah Teâlâ o kimseyi batırır.” (başkasının malını batıranın Allah da ahirette amelini batırır.)

Mütercim:

Bir kimse başkasından ödünç olarak veya herhangi bir iş gereği mal ve para gibi eşya alırken o almış olduğu şeyi sonradan ödemek niyetini kesin olarak taşıyorsa, Allah ihsan ve kereminden bu borcu ödemeyi borçluya nasib eder ve ona kolaylık verir. Dünyada ödeyemese bile, ahirette o borçlunun alacaklılarını razı eder, bu haktan borçluyu kurtarır.

Eğer böyle bir mal alırken, ödememek niyeti varsa, borçlunun bu kötü niyetinden dolayı ödünç alınan malın dünyada hiç bir faydası olmayarak batar. Ayrıca ahirette de hak sahipleri tarafından o borçlunun iyi amelleri alınır. Alacaklıların günahları da bu borçluya yükletilir, Böylece borcu ödenmiş olur, diye diğer hadîs-i şeriflerde varit olmuştur.
662- Ebû Zer El-Gıfârî (R.A.) der ki:

Bir savaş seferinde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile beraberdim. Dönüşte Medine’ye gelirken Uhud dağını gördüklerinde şöyle buyurdular:

“Şu dağ altın haline dönmüş olsa, o altınlardan hiç birinin üç geceden fazla yanımda kalmasını istemem; ancak bir kimseye borcum varsa, borcum kadarını saklayarak borcumu öderim.” Hazreti Peygamber, sözüne devamla:

“(Dünyada! bolluk içinde yüzenler, onlar (ahirette) darlık içinde kıvrananlardır. Ancak, malı şöyle ve şöyle saçanlar müstesnadır (bunlar, hem dünyada ve hem ahirette bolluk bolluk içindedirler).” diyerek mübarek eliyle önüne, sağına ve soluna işaret ettiler ve:

“Böyle sadaka verip hayır yapanlar azdır!” buyurdular. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, bana hitaben:

“Ben gelinceye kadar yerinden ayrılma!” buyurdu ve kendisi bir parça uzaklaşınca bir ses işiterek hemen yanına varmak istedim. Fakat sonra efendimizin “Ben gelinceye kadar yerinden ayrılma” emrini hatırladım ve bulunduğum yerde kaldım. Sonra Hazreti Peygamber yanıma gelince:

— Yâ Resûlallah, işittiğim şey, veya işittiğim ses ne idi? diye sordum. Bana:

“İşittin mi?” diye sordular. Ben de:

— Evet dedim. Buyurdular ki:

“Cibril bana geldi, ümmetinden her kim, Allah Teâlâ Hazretlerine hiç bir şeyi ortak koşmadan ölürse, cennete girer, dedi. Ben de, şöyle ve şöyle yapsa da girer mi? dedim. Cibril, evet! diye cevap verdi.”


663- Ebû Hureyre’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Eğer benim Uhud dağı kadar altınım olsa, borcum için sakladığımdan başka bu altınlardan bir miktarı yanımda iken üzerimden üç gece geçmesi beni sevindirmezdi.”


664- Câbir (R.A.) Hazretleri der ki:

Bir savaş seferinde devem yorulmuş ve yürüyemez olmuştu. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem deveme birkaç kamçı vurunca, yorgunluğu gitti, çok iyi bir şekilde yürümeğe başladı. Sonra Hazreti Peygamber bana şöyle buyurdu:

“Şimdi deveni nasıl buluyorsun, onu bana satar mısın?” Ben de:

Satarım, ya Resûlallah, dedim. Medine’ye vardığımız zaman bu deveyi götürdüm. Hazreti Peygamberi Mescid-i şerifin kapısında buldum. “Haydi, Mescid’e girip iki rekât namaz kıldıktan sonra bana gel,” buyurdu. Ben de Mescid’e girip namaz kıldım ve Hazreti Peygamberin huzuruna verdim. Deve bedeli olan alacağımı fazlasıyla aldım. Sonra devemi bırakıp giderken beni geri çağırdı ve devemi de bana bağışladı.

(590 Sayılı hadise bakınız)
665- Ebû Hureyre (R.A.) anlatıyor:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuştur ki: “Ben bütün müminlere dünya ve ahirette kendi nefislerinden daha yakınım, (çünkü ben onları kurtuluşa davet ederim. Nefisleri ise, onları kötülüğe çekip götürür.) İsterseniz: Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha yakındır, mealindeki âyeti okuyunuz. Bu itibarla ümmetimden hangi mü’min ölüpte mal bırakırsa, varisleri kimlerse onun mirasını alsınlar. Eğer ölen bir mümin, geriye mal bırakmayıp borç yahut yardıma muhtaç çoluk çocuğunu bırakırsa, ölenin dul ve yetimleri bana gelsinler, ben onların veli ve yardımcılarıyım.”

(629 sayılı hadise bakınız.)
666- Muğire bin Şube’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Analarınıza (ve babalarınıza) karşı gelmeyi, kız çocuklarınızı diri diri gömmeyi, hakları ödememeyi ve başkasının malına el uzatmayı Allah Teâlâ size haram kılmıştır. Dedi kodu etmeyi, lüzumsuz sorular sormayı ve malı ziyan etmeyi size mekruh (sakıncalı) kılmıştır.”3

3 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:400-404
DAVACILIK BAHSÎ
667- Abdullah bin Mes’ud (R.A.) der ki:

Kur’andan bir ayeti, benim, ‘Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’den işittiğim şekilden başka türlü okuyan birisini gördüm. Bu adamı, elinden sımsıkı tutup Hazreti Peygambere götürdüm. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ikimizi de dinleyince bize şöyle buyurdu:

“Her ikiniz de güzel okudunuz. Sakın aranızda ihtilafa düşmeyiniz; çünkü sizden önce olanlar ihtilafa düştüklerinden helak oldular.”

Mütercim:

Kur’an ı Kerim, Hicaz halkının yedi lehçesi üzere nazil olmuştur: Kureyş, Temim, Dabbe, Kinâne, Kays, Hüzeyl, Benî Esed, Sonra kesintisiz olarak birbirinden (an’ane ile) yedi imamın naklettikleri yedi okuyuş (Kıraât-ı Seb’a) mütevatirdir. Yedi imam şu kimselerdir: Nafi, İbni Kesir, Ebû Amr, İbni Âmir, Âsim, Hamza, Kisâ’î. Bu yedi okuyuştan on okuyuşa kadar, olan kırâetler (ki bunlar Ebû Cafer, Halef ve Hallâd kıraetleridir) mütevatir değil ise de meşhurdur. Hanefî mezhebinde meşhur kırâetle namaz sahih olur. Şaz olan kıraetlerle namaz sahih olmaz. Şaz olan kıraetler de, Hanefî mezhebinde on kıraatin (kırâet-i aşerenin) üzerinde Kıraati aşere’den başka) olan okuyuşlardır.

Şafii mezhebinde ise, ancak yedi kırâetle (kıraet-i seb’a ile) yani mütevatir kıraetlerle namaz sahih olur. Yedi

kıraetin gayri ile caiz değildir.

Bir de Kur’anın hattı, Hazreti Osman (R.A.) efendimizin imlâsına aykırı olmamak şarttır.


668- Ebû Saîd (R.A.) der ki:

Bir Müslümanla bir yahudi kavga ettiler: Yahudi, çarşıda mal satarken, Mûsâ’yı bütün insanlardan üstün kılan Allah hakkı için, diye yemin edince Müslüman da, Muhammedi bütün alemlerden üstün kılan Allah hakkı için, diye yemin etti ve ey mel’un! diyerek yahudi’nin suratına bir şamar indirdi. Yahudi, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e giderek Müslümanı şikâyet etti. Hazreti Peygamber:

“Vuran kim? Onu bana çağırınız,” buyurdu. Müslüman çağrılıp huzura gelince, Hazreti Peygamber sordu:

“Onu sen mi dövdün?” Müslüman, evet! dedi ve kendisiyle Yahudi arasında cereyan eden hadiseyi anlattı. Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

“Peygamberler arasında tercih yapmayınız, Kıyamet gününde kıyametin dehşetinden bütün insanlar yere serileceklerdir. Kabri yarılıp en önce kalkacak olan benim. Bir de göreceğim ki, Mûsâ Aleyhisselâm Arş’ın direklerinden bir direğe tutunmuş duruyor. Bilemiyorum, Mûsâ Aleyhisselâm da bayılanlar arasında mı idi, yoksa Tûr dağında olan tecellideki ilk bayılması, kıyamet baygınlığı yerine mi sayılmıştı?.”

Mütercim:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, bir tevazu olarak, peygamberler arasında bir tercih yapmaksızın hepsine sevgi ve saygı beslenmesine, çekişmeye meydan verecek şekilde aralarında üstünlük iddiasında bulunulmamasına işaret etmişlerdir. Gerçi peygamberimizin diğer peygamberlerden fazla olarak iki vasfı vardır. Bu iki sıfata iman etmek farzdır: Birinci vasıf, bütün peygamberlerin en faziletlisidir. İkincisi de, bütün peygamberlerin sonuncusu olmasıdır. Böyle inanmayanın imanı sahih değildir. Bununla beraber diğer peygamberlerden hiç birinin yüksek değerlerine zerre kadar noksanlık getirmemek de imanın sıhhatindendir.4

4 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:404-406


LUKATA (Yitik mal) BAHSİ
669- Ubeyy bin Kâb (R.A.) der ki:

Yolda, içinde yüz altın bulunan bir kese buldum. Hemen Hazreti Peygambere giderek durumu bildirdim. Bana şöyle buyurdular:

“Sen o parayı bir yıl ilân et, (sahibini ara).” Ben de gittim zaman zaman her tarafa ilân ettim. Sene dolup sahibi çıkmayınca, Hazret! Peygambere durumu arz ettim. Yine bana: “Bir yıl daha o parayı ilan et,” buyurdular. Ben de ilân ettim; fakat bir türlü paraya sahip çıkan olmadı. Üçüncü defa gidip keyfiyeti Hazreti Peygamber anlatınca bana şöyle buyurdular:

“Altınların kesesini, sayısını ve kese bağını aklında tut ki, sahibi çıkarsa (ve bu işaretleri vererek kendini tanıtırsa) ona verirsin. Aksi halde onlardan kendin yararlan.”

Mütercim:

Bir kimse yolda bir şey bulur da onu kendisine mal etmek üzere alırsa, gasp olur. Başkasının malına haksız yere el atmış olur. Bu halde alınan mal telef olsa, bir kasdı olmasa bile o malı ödemesi gerekir. Eğer bulunan mal, sahibine verilmek üzere alınırsa, onu sahibine teslim etmek gerekir. Eğer sahibi bilinemiyorsa, bu yitik maldır. Yitiği bulanın elinde o nal emanettir. Yitiği bulan kimse, adet üzere onu ilân eder, sahibini araştırır. sahibi çıkıncaya kadar elinde bu mal emanet kalır. Biri çıkar da kendisine ait olduğunu ispat ederse, malın ona teslimi gerekir.

Maliki ve Hanbelî mezheblerine göre, yitik bir malın sahibi gelir de bu malın vasıflarını tamamen açıklarsa, başka delile lüzum kalmaksızın o malı almaya hak kazanır. Bu hadîs-i şerifin delâleti budur, diyorlar. imam Azam ve imam Şafii mezheblerinde ise, malın beyyine ile yani hâkim kararı ile adama ait olduğu sabit olmadıkça, mal verilmez. Ancak verilen haber ve işaretler üzerine kanaat getirilirse, malın iddia sahibine verilmesi caiz ve müstehabdir. Fakat sonradan başka birisi çıkar da hâkim kararı ile hak sahibi olduğunu ispatlarsa, yitiği bulanın o malı ödemesi gerekir. Daha önce hâkim kararı ile sahibine verildikten sonra ikinci bir şahıs çıkar da yine hak sahibi olduğunu ispat ederse, o yitik malın tazmini gerekmez.

Şafii âlimlerinden İbni Hacer, Fethü’l-Barî adlı kitabında ve Hanefî âlimlerinden sarih Sindi, bu hususta bu hadîs-i şerifin açık ifadesine bakarak Maliki ve Hanbeli mezheblerini tercih etmişler ve isabetli bulmuşlardır. Çünkü yitik mallarda şahid bulunması güçtür, demişlerdir.


670- Ebû Hureyre’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

Bazan evime dönünce yatağımın üzerine düşmüş bir hurma tanesi buluyor ve onu yemek için (ağzıma) kaldırırken sadaka (zekât) hurması olmasından korkarak hemen bırakıyorum.”

Mütercim:

Bu hadîs-i şeriften, böyle yiyecek maddelerden olup pek kıymeti bulunmayan şeylerin ilân edilmeksizin alınıp yiyilebileceği hükmü çıkmaktadır.5

5 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:406-408
ZULÜM BAHSİ
671- Ebû Saîd’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Müminler, cehennemi aştıktan sonra da Cehennem ile cennet arasındaki bir geçitte bekletilerek aralarında olan haksızlıklardan dolayı kısasa tabi tutulacaklar, birbirlerinden haklarını alacaklardır. Nihayet temizlenip arındıkları vakit cennete girmelerine izin verilecektir. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, onlardan her biri, cennetteki evini, dünyadaki evinden daha kolay bulacaktır.”


672- İbni Ömer’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Sakın hiç kimse, başkasının hayvanını kendisinden izinsiz sağmasın. Herhangi biriniz, süt kabına yaklaşılmasını veya dolabı kırılarak yiyeceklerinin taşınmasını ister mi? Hayvanlarının memeleri de onlara yiyeceklerini depolamaktadır. Hiç kimse, kendisinden izinsiz bir başkasının havanını sağmasın.”


673- İbni Ömer’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Allah Teâlâ Hazretleri kıyamet gününde mümini kendine yaklaştırır. Koruyucu perdelerini üzerine gererek onu örter ve “falan günahı biliyor musun, filan günahı da biliyor musun?” diye sorar, o, da, evet, ey Rabbim! diye cevap verir. Nihayet ona bütün günahlarını ikrar ettirdiği ve o da kendisinin helak olduğu kanısına vardığı zaman şöyle buyurur:

— Ben, bu günahlarını dünyada gizli tuttum, bu gün de onları sana bağışlıyorum. Sonra kendisine sevaplarının defteri verilir. Fakat kâfir ve münafıklara gelince, şahitler (insan, melek, cin ve azalar) bunlar hakkında şöyle şahidlik edecekler:

— işte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır. Hem de Allah’ın laneti böyle zalimler üzerine olsun!”

Mütercim:

Bir kimse günah işlemiş bulunursa onu gizli tutması gerekir. Onu açığa vurması demek, kıyamet gününde aleyhinde şehadet edecek şahitleri çoğaltması; başkalarına aleyhinde şehadet fırsatı vermesi demektir.


674- İbni Ömer’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Müslüman, Müslümanın (din) kardeşidir; ona haksızlık etmez ve onu ele vermez. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim, bir Müslümanın tasasını giderirse Allah da onun kıyamet günü tasalarından bir tasasını giderir. Kim de bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun günahlarını örter.”

Mütercim:

Bir kimse açık olarak bir haram işlemekte ise onu öğütle o işten alıkoymak gerekir. Kötülüğü bırakmazsa hâkim e başvurmak icab eder. Fakat bu günah işlenmiş ve bitmiş ise, onu örtmek daha iyidir.


675- Enes’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Zalim olsun, mazlum olsun, din kardeşine yardım et.” ashap dediler ki: Ey Allah’ın Resulü! Buna, mazlum olduğu için yardım edelim, fakat zalim olana nasıl yardım ederiz? Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Ona zulümden el çektirirsin.”

Mütercim:

Zalime yardım etmek, elden geldiği kadar onun zulüm ve tecavüzünü engellemektir. O zaman mazlum zalimin eziyetinden kurtulacağı gibi, zalim de günah işlemekten kurtulmuş olur. Bu durumda hem zalime ve hem de mazluma yardım edilmiş olur.
676- İbni Ömer’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Zulüm, kıyamet gününde (sahibi) karanlıklardır. (İmânı bütün olanların nurları önlerinden yürür,) mealinde olan ayeti kerime gereğince, kıyamet gününde onlar nur içinde yürüdükleri zaman, insan haklarına tecavüz eden zalimler karanlıklarda bocalayacaklardır.)”


677- Ebû Hureyre’den (Radıyalahu Anh) rivayet edilmiştir:

“Bir kimseye namusa veya herhangi bir şey bakımından haksızlık eden varsa Dinar ve Dirhem’in geçersiz olmasından önce bugün ondan helâllik alsın. Aksi takdirde yaptığı haksızlığın bedelini, sâlih ameli varsa bununla ödeyecek ve eğer sevabları yoksa (haksızlık ettiği) adamının günahlarından alınarak kendisine yükletilecektir.”

Mütercim:

Bu hadîs-i şerif, “hiç bir günahkâr başkasının günahını çekmez.” mealindeki ayeti kerimeye aykırıdır, diyerek bazı bid’atçılar tarafından itiraz edilmişse de, bu itiraz yersiz ve batıldır. Çünkü mazlumun günahının zalime yükletilmesi hususu, zalimin kendi cezası karşılığıdır. Sebepsiz olarak başkasının günahını yüklenme değildir.


678- Saîd bin Zeyd’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Kim (başkasının arazi ve arsasından) bir parça toprak gasbederse o gasbetmiş olduğu yer kıyamette yedi kat arza kadar boynuna halkalanır ve ona azab olur.”


679- Salim (R.A.) tarikiyle babasından rivayet etmiştir.

“Kim (başkasının arazisinden) haksız yere bir parça toprak alırsa, kıyamette gasbettiği toprakla birlikte yedi kat yerin dibine batar.”

Mütercim:

Bu hadîs-i şeriften İmam Şafii ve İmam Muhammed Hazretleri akarı gasb meselesini çıkardılar. İmam Azam ve İmam Ebû Yûsuf Hazretlerine göre gasb ancak taşınabilir mallarda olur. Arazi ve akar gibi taşınamaz mallarda gasb işi gerçekleşmez; çünkü gasb, zorla ele geçirilen bir şeyin başka bir yere taşınıp kaçırılması ile gerçekleşir. Akarda ise bu taşıma ve kaçırma düşünülemediğinden gasbın imkânı yoktur.

Bunlara göre, bir kimse başkasının arsa ve arazisini veya akarını gasbeder de elinde telef olursa yahut o gasbettiği malda bir noksanlık meydana gelirse gasbedenin üzerine tazmin bile gerekmez. Çünkü gasb, ancak taşınabilir mallarda (menkulatta) meydana gelir. Fakat İmam Şafii ve İmam Muhammed’e göre gasb edene tazmin lazım gelir. Onun için Mecelle’nin 905. maddesi, İmam Muhammed’in görüşüne göre alınmıştır. Şöyle ki: Gasbedilen mal, eğer akar cinsinden ise gâsıp onu değiştirmeyerek ve kıymetini noksanlaştırmayarak sahibine geri vermesi gerekir. Gasb eden tarafından akarın kıymetine noksanlık gelmiş olursa, noksan kıymeti ödemesi icab eder. Meselâ: Bir kimse gasbetmiş olduğu bir evin bir yerini yıksa yahut oturması sebebiyle harap olup kıymetine noksanlık gelsin, noksan miktarı öder. Yine gasbetmiş olduğu evde yaktığı ateşten ev yanmış olsa, esas kıymetini öder. Gasbedilen yer arazi olupda, gâsıp, onun üzerinde bina yapar, yahut ağaç dikerse, bunları söküp araziyi geri vermesi kendisine emredilir. Eğer bina ve ağaçları sökmek araziye zarar veriyorsa, arazi sahibi o bina ve ağaçların sökülmüş olarak kıymetlerini ödemek suretiyle onları da ele geçirebilir. Fakat bina ve ağaçların kıymeti yerin kıymetinden çok olupta meşru bir sebep ile bina edilmiş veya dikilmişlerse, o zaman bina veya ağaçların sahibi yerin kıymetini vererek araziye sahip olur. Meselâ: Bir kimse babasından intikal eden arsa üzerine, o arsanın kıymetinden çok para harcayarak bina yaptıktan sonra biri arsaya hak iddia ederek sahip çıksa, arsanın kıymetini vererek arsayı alır. Hak sahibi de arsanın parasını alır. Bir kimse başkasının arazisini gasbederek ziraat etse, sahibi arazisini geri alınca ziraattan dolayı meydana gelen noksanlık da gasbedene ödetilir. Bir kimse başkası ile ortak olarak kullandığı araziyi, izin almaksızın müstakil olarak ziraat etse, ortağı araziden hissesini alınca, o kimsenin ziraatı ile hissesine ait yerin meydana gelen noksanını ödettirir,

Bir kimse "başkasının tarlasını gasbederek nadas ettikten sonra sahibi tarlayı alınca, gâsıb olan kimse nadas işi karşılığında bir ücret isteyemez.

Bir de, bu hadîs-i şeriften, yedi kat yerin altına kadar, gasbedilen arazi zalimin boynuna halka ve tasma olur, tabirinden şu mana anlaşılabilir: Bir kimse bir yerin zahirine (dış haline) sahip olunca, o yerin batınına da (iç kısmına da) sahip olur. Meselâ: Bir kimse bir yere sahip olursa, o yerin üstüne de, altına da sahip olur. Mülkü olan arsada istediği binayı yapmak ve dilediği kadar yukarı çıkmak ve derinliğine kazarak bodrum ve mahzen yapmak, dilediği kadar derin kuyu kazmak hakkı vardır. Çünkü herkes mülkünde başkasına zarar vermemek şartı ile istediği tasarrufu yapabilir.
680- Hazreti Aişe’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Allah Teâlâ Hazretlerinin en çok buğz ettiği kişiler, aşırı derecede düşman ve davacı olanlardır.”


681- Ümmü Seleme’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Ben ancak bir insanım. Bana davacılar geliyor. Biriniz diğerinden daha konuşkan olabilir. Ben de onun doğru söylediğini sanarak davada onun lehine hüküm verebilirim. Bu bakımdan bir Müslümanın hakkını hükme bağlayarak her kime vermişsem, muhakkak bu hak, cehennem ateşinden bir parçadır. İsteyen onu alsın, isteyen bıraksın.” (Cehennem ateşi hiç alınabilir mi?)

Mütercim:

O halde bir davacı veya davacının vekili hiç bir zaman haksızı haklı yapmak için çalışmamalı, haklıyı hak sahibi yapmak için çalışmalıdır. Böyle hareket edilmezse ateşten gömlek giyilmiş demektir.


682- Ukbe bin Âmir (R.A.) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine sorduk: - Ya Resûlallah, bizi herhangi bir göreve gönderiyorsunuz. Bir kabile veya topluma konuk olmak istediğimiz zaman, bunların bir kısmı bizi müsafirliğe kabul etmiyor. Biz de güçlük ve sıkıntı çekiyoruz. Bu hususta bize ne buyurursunuz? Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

“Siz bir kabileye müsafir olmak üzere vardığınız zaman eğer size bir müsafiri ağırlamaya yaraşır şekilde davranırlarsa kabul ediniz, Fakat bunu yapmazlarsa onlardan müsafir hakkını alınız.”

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifin zahirine bakılarak, taşra halkının müsafir kabul etmesi vaciptir ve kabul etmedikleri takdirde de onlardan zorla müsafir hakkını almak caizdir, denebilir. İşte Hanbelî mezhebine göre, sahra halkının böyle müsafir kabul etmesi, kendi üzerlerine vaciptir. Köy, kasaba ve şehir halkına vacip değildir. Çünkü sahrada para ile yiyecek ve içecek bulmak zordur. Kasaba ve şehirlerde her zaman bulunabilir.

Hanefi, Şafii ve Maliki mezheblerine göre, böyle müsafir kabul etmek vacip değildir, müekked sünnettir. Bu hadîs-i şerifin bu şekilde tehdit yollu varit oluşu, taşrada çaresiz kalanlar hakkındadır. Çünkü çaresiz kalan ve açlıkta kıvranan kimsenin zorla bir şey alması caizdir; hatta vaciptir. Yahut bu hal İslam’ın ilk zamanlarında herkes darlık içinde iken idi. Sonra Müslümanlar genişliğe kavuşunca hadîs-i şerifin hükmü kaldırıldı. Bu hadîs-i şerifin hükmünü kaldıran, “müsafirin ağırlanması bir gün bir gecedir” mealindeki hadîs-i şeriftir. Müsafirin ağırlanması da bir iyilik ve ikram manasını taşır. İşin vacip olmasını gerektirmez. Yahut bu hadîs-i şerif, bir devlet idarecisi tarafından bir topluma görevli olarak gönderilen heyetler ve memurlar hakkında varit olmuştur. Çünkü bu şekilde gönderilenlerin yiyip içmeleri, ikametleri ve binek vasıtaları için gerekli olan şeyler o toplum üzerine olur. Fakat zamanımızda bir memur yolluk ve ikamet maaşı ile tayin edilmekte olduğundan onun idare ve geçimi halk üzerine gerekmez. Ancak ihtiyaç ve zaruret duyulursa savaş zamanında mal ve beden ile hizmet etmeleri vacip olur. Aynı zamanda savaşa yardımcı olacak şeylerin zorla alınması da caiz olur.

İmam Buharî Hazretleri: bu hadîs-i şerifi delil olarak getirip, bir kimsenin başkasında alacağı olur da borçlu onu inkâr ederse ve elde de bir senet veya şahit yoksa, sonra herhangi bir yolla alacaklı, borçlunun malını eline geçirirse alacağı kadar olan kısmı kendine ayırmasının helâl olduğunu söylemektedir. Ancak borcun şahid ve sened gibi bir delile dayanmaması şarttır. Bir de bu alacak alınırken herhangi bir fitne ve rezalete sebebiyet verilmemesi gerekir. Alacak için delil varsa mahkemeye başvurularak tahsili yapılabilir.

Bu mesele Hanefî mezhebinde şöyle: Alacak altın ise, o miktar altının alınması caizdir. Gümüş ise o miktar gümüşün alınması caizdir. Ölçeğe bağlı bir mal ise, o miktar ölçeğin alınması, tartıya bağlı ise, o miktar ağırlığın alınması caizdir. Alacağın cinsi cinsine alınması caizdir, değişik mal alınması caiz değildir.

Şafii ve Maliki mezhebi erinde, bir alacağın tahsili mahkeme ile mümkün olamadığı takdirde, İmam Buhari’nin içtihadı gibi, kendi alacağının cinsini bulamadığı zaman, onun kıymeti kadar, borçlunun başka malından alabilir. Alacaklının bu gayeye ulaşması için diğer Müslümanların da o alacaklıya yardımcı olmaları caizdir.
683- Ebû Hureyre’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Bir komşu, komşusunu bitişik duvarına odun sokmaktan engellemesin.”

Mütercim:

Hanefi ve Şafii mezheblerinde bu hadîsi şerifte olan emir istihbaba hamledilir. Duvar sahibinin izin ve müsaadesi olmaksızın komşusunun bu duvara odun sokması caiz değildir ve razı olmadığı takdirde de bu işi kabule zorlanamaz. Fakat Hanbeli mezhebinde ve hadîs âlimlerine göre, duvar sahibi ister razı olsun, ister razı olmasın, komşu duvara odun sokabilir. Ancak duvar sahibi razı olmadığı zaman, komşu, hâkim e müracaat ederek, duvar sahibi kabule mecbur edilir.


684- Ebû Saîd’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“İnsanların gelip geçtiği yollar üzerinde sakın oturmayınız.” ashap dediler ki: Ya Resûlallah, bazı iş ve ihtiyaçlarımızı görüşmek için böyle yol kenarlarında oturmaya mecbur kalıyoruz. Buna cevaben Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular:

“Mademki oturmak zorundasınız; bari yolun hakkını veriniz.” ashap dediler ki: Ya Resûlallah, yolun hakkı nedir? Buna şu cevabı verdiler:

“Yolun hakkı; gözü haramdan korumak, kimseye eziyet etmemek, selâma karşılık vermek, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymaktır.”

Mütercim:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri ashabı kiramı yol üzerinde oturmaktan menettiler. Fakat ashabın ricaları üzerine yolun hakları gözetilmek şartı ile onlara izin vermişlerdi.


685- Abdullah bin Amr’dan (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Kim malını korumak için öldürülürse şehitdir.”

(Malının, canının ve namusunun korunması uğruna hırsız veya mütecavizler tarafından öldürülen kimse kıyamet gününde şehitler sınıfına katılır.)
MÜŞTEREK YEMEK BAHSİ
686- Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hazreti Aişe’nin saadethanelerinde iken, müminlerin annelerinden biri (Hazreti Peygamberin zevcelerinden Safiyye veya Ümmü Seleme) hizmetçisi ile bir tabak yemek gönderdi. Hazreti Aişe kıskançlık duyarak hizmetçinin elindeki tabağa vurdu. Tabak düşerek kırıldı. Sonra peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem kırılan tabağın parçalarını ve dağılan yemeği topladı. Bu arada misafirlere: “Siz yiyiniz!” buyurdu. Sonra gelen hizmetçi ile kırılan tabağı yemek bitinceye kadar bekletti. Yemek bitince kırılan tabağın yerine Hazreti Aişe’nin evinden sağlam tabak alıp hizmetçi ile geri gönderdi. Kırık tabak, Hazreti Aişe’nin evinde kaldı, Böylece kırmış olduğu tabağı Hazreti Aişe’ye ödetmiş oldu. Yahut her iki tabak da Hazreti Peygambere ait olduğu için böyle yapmıştı. Başka bir rivayete göre, misafirlere: “Annenize kıskançlık geldi, anneniz kıskandı.” buyurdu.
687- Seleme bin Ekva (R.A.) der ki:

Hevazin savaşında insanların azık ve yiyecekleri azaldı. Bunun üzerine ashap develerini keserek ihtiyaçlarını gidermek için Hazreti Peygamberden izin istediler. Hazreti Peygamber de birkaç devenin kesilmesine müsaade etmişti. Bu şekilde izin alanlar, Hazreti Ömer’le karşılaştılar ve ona peygamberin bu iznini anlatınca, Hazreti Ömer dediki: Develerinizi kestikten sonra haliniz ne olacak? Yollarda yaya kalırsınız, helak olursunuz. Sonra Hazreti Ömer, hemen Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in huzuruna vardı ve şöyle dedi:

— Ya Resûlallah, böyle develerini keserlerse onların hali ne olur? Bunun üzerine Hazreti Peygamber, ona şöyle buyurdu:

“Herkese duyur. Ne kadar artık azıkları varsa buraya yanıma getirsinler.”

Hazreti Ömer bu emri herkese duyurdu. Herkes arta kalan yiyeceğini getirip bir yaygı üzerine yığdılar. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ayağa kalkarak erzakın bereketlenmesi ve çoğalması için Allah Teâlâ Hazretlerine dua etti. Sonra bütün ashabı kiram, torba ve kapları ile gelip mevcut erzak yığınından almağa davet edildiler. Hepsi gelip avuç avuç torba ve kaplarını doldurdular. İhtiyaçlarının karşılanmış olmasından sevindiler. Böyle açık bir mucize karşısında Peygamberde Sallallahu Aleyhi ve Sellem hoşnud olarak nimetin şükrünü eda mahiyetinde buyurdular: “Şahidlik ederim ki, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur ve ben de Allah’ın peygamberiyim.”

Mütercim:

Velilerden meydana gelen olağan üstü işlere keramet denilir. Velilerin kerameti vardır, hakdır. Velilerden çıkan kerametler, velilerin uymuş olduğu peygamber için mucize olur. Veliye nispeti ise keramettir. Çünkü keramet, peygambere tam bir uyum sebebiyle meydana gelmiştir.

688- Ebû Mûsâ’dan (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Gerçekten Eş’arîler (Yemenden gelen Ebû Mûsâ El- Eş’arî kabilesi) yolculuk ve savaş halinde yiyecekleri tükenince yahut Medine’de oldukları zaman çoluk - çocuklarının yiyeceği azalınca bütün kabilenin erzak ve yiyeceklerini bir araya getirip bir çuvalda toplarlar. Sonra bir kap (ölçek) ile eşit olarak onu aralarında bölüşürler. Onlar bendendir, ben de onlardanım.” (Bu işlerinden dolayı kendilerinden memnunum.)
689- Rafi bin Hadîc (R.A.) der ki:

Huneyn savaşından dönüşümüzde Zülhuleyfe’ye varınca çok acıkmıştık. Ganimet mallarından birçok koyun da ele geçirilmişti. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem biraz arkada kalmıştı. Arkadaşlarımız, Hazreti Peygamberin gelişine kadar sabretmeyip deve ve koyunlardan acele olarak boğazladılar. Etleri ateşte ve tencerelerde pişirirlerken, Hazreti Peygamber beraberindekilerle teşrif ettiler ve: “Bu tencerelerde ne var?” diye sordular. Biz de: Ya Resûlallah, karnımız acıktı, sabredemedik. Yanımızdaki ganimet mallarından, deve ve koyunlardan bir kısmını kestik, dedik. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimiz, böyle umuma ait olan malın bölünmeden yenmesine razı olmayarak, tencerelerdeki etin herkese bölünmesini emretti. Sonra oradaki bütün ganimet mallarını böldü. On baş koyunu bir deveye denk tutarak bölmeyi yaptı. Bu arada bir deve alabildiğine boşanarak kaçmaya başlamıştı. Arkasından koşanlar yetişemediler ve bunlardan biri ok atarak deveyi vurdu ve düşürdü. Bunun üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Yabani hayvanların ürküp kaçanları gibi bu hayvanların da ürküp kaçanları vardır. Bu hayvanlardan hangisi sizi çaresiz bırakırsa ona böyle yapın.”

Rafi ibni Hadic, şöyle devam etti: Hazreti Peygambere sordum: Ya Resûlallah, kılıçlarımızı savaşta düşmana karşı kullanırız. Bazan bir hayvanın boğazlanması gerektiği zaman yanımızda kılıçlarımızdan başka şey bulunmayabilir. Kılıçlarımızla da kesersek kılıçlarımız körelir, bozulur. Biz hayvanları keskin bir kamış ile boğazlarsak olmaz mı? Cevaben bana şöyle buyurdular:

“Kan akıtan hangi alet olursa ve keserken besmele de getirilirse o hayvanın etinden yiyiniz. Fakat diş ve tırnak ile hayvan boğazlanmaz. Bunun sebebini size açıklayayım: Diş, kemiktir. Tırnak ise Habeşlilerin bıçağıdır.”

Mütercim:

Hanefi ve Maliki mezheblerinde bu hadîs-i şerifin zahiri ile amel edilerek hayvanın boğazlanmasında besmele getirmek şart olup kasten besmele terk edilirse kesilen hayvanın eti yenmez, haramdır. Çünkü bu hadîs-i şerifte yemenin helal olması iki şarta bağlanmıştır. Birincisi: hayvanın kanını akıtmak, ikincisi de hayvan kesilirken Allah’ın adını anmak; besmele çekmek. Bu iki şart bulunmadığı zaman hayvanın etini yemek haramdır. Fakat unutularak besmele terk edilmiş olursa eti yenir.

Şafii mezhebinde ise hayvan kesiminde besmele getirmek şart değil, sünnettir. Bu hadîs-i şerifte besmele getirilmesinin istenmesi, boğazlarken muhakkak besmele getiriniz manasında olmayıp hayvan etinden yerken besmele çekiniz anlamındadır. Bu görüşü kuvvetlendiren sahih hadîs-i şerifler bu hususu açıklığa kavuşturmuşlardır. Buna dair ayeti kerimeler de böylece tevil edilebilir. Bu konuya dair geniş açıklama 579. hadîs-i şerif münasebetiyle geçmişti. Oraya bakılabilir.

Bir de hadîs-i şerifin ikinci kısmında olan diş ve tırnakla hayvan boğazlamanın caiz olmadığı hususu var. Şafii mezhebinde ifadenin zahiri ile amel edilerek mutlak surette diş ve tırnakla hayvan boğazlanamaz, denmektedir. Bunlarla kesilen hayvan yenmez. Çünkü diş, kemik ve tırnakla hayvanın tamamen kesim işi gerçekleşemediği cihetle, adeta hayvan boğulmak durumuna düşmüş olur.

Hanefî mezhebinde de, insan veya hayvanın üzerindeki diş ve tırnak ile hayvan boğazlanmaz, caiz değildir. Fakat insandan veya hayvandan ayrılmış olan diş ve tırnak ile hayvanın boğazlanması caizdir. Bunlarla kesilen hayvan, yenir. Bu hadîs-i şerif, insan veya hayvandan ayrılmamış olan diş ve tırnak hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Diş ile ısırarak veya tırnakla tırmalayarak bir hayvanı kesmek caiz değildir.


690- Ebû Hureyre’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Her kim, müşterek köledeki hissesini azad ederse, kendi malından o kölenin tamamını azat etmelidir. Eğer (köleyi tamamen azad edebilecek kadar) malı yoksa, köleye adilane kıymet biçilerek, (değeri mukabilinde) güç işlere koşulmamak şartıyla çalıştırılır.

Mütercim:

Köleye ortak olanlardan kendi hissesini ilk azad edenin, geri kalan hisselerin kıymetini malından diğer hissedarlara ödeyerek köleyi azad etmesi icab eder. Bu kıymeti ödeyecek malı yoksa, köle işte ve sanatta çalıştırılarak ortakların hisseleri ödenir.

imam Azam Hazretleri, bu hadîs-i şerifin zahiri ile amel ederek, böyle bir kısmı azad edilen kölenin, kendi gayret ve çalışması ile diğer ortakların hisselerini ödemesi gerekir, demiştir.

İmam Muhammed, imam Ebû Yusuf ve diğer müçtehit âlimlere göre, bu köle, çalışıp bedelini ödemek zorunda değildir. Hissesini azad edip böyle diğer ortaklan rahatsız eden kimsenin, bedelin tamamını ödemesi lazım gelir. Çünkü bu hadîsi şerifte geçen “kölenin çalıştırılması” sözü, bazı râvilerin (hadîsi nakledenlerin) ilavesidir, dediler. Diğer raviler bu sözü nâkletmemişlerdir.

Bir de imam Müslim’in bir hadîs-i vardır, şöyle: Hazreti Peygâmberin devrinde bir kimse ölürken hastalık halinde altı tane kölesini azad etti. Ölümünden sonra varisleri buna razı olmadıklarından ve ölünün bunlardan başka malı da bulunmadığından Hazreti Peygamber, vasiyeti ancak malın üçte birinden geçerli kılmış ve köleler arasında kur’a çekilmişti. Adı geçen altı kölelerden (üçte bir olarak) ancak ikisi azad edildi. Kur’a isabet etmeyen diğer dördü varislere teslim edildi.

Bu durumda eğer kölelerin çalışması icab etseydi, söz konusu altı köleden her birinin üçte biri azad edilmiş sayılarak bütünü azad edilmiş hükmünde olacaktı ve değerlerinin üçte ikisini de çalışarak ödemeleri emredilmesi gerekirdi. O halde önce hissesini azad eden kimseye malı olsun veya olmasın, diğer ortakların müracaat edip haklarını istemeleri gerekir.


691- Numan bir Beşir’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Allah’ın sınırları önünde duranla bu sınırları aşanın misali, bir gemi üzerinde (güverte ve ambar bölümlerini paylaşmak için) kur’a çeken bir gruba benzer. Bir kısmına geminin güverte bölümü, bir kısmına da ambar bölümü çıkmıştır. Geminin ambar bölümünde olanlar, suya ihtiyaç duydukları zaman üstlerindekilerin yanlarından geçerlerdi. Bunlar, kendi bölümümüzde bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız etmesek, diye konuştular. Eğer üstekiler, bunları kendi isteklerine bırakırlarsa hepsi birden boğulurlar. Şayet onlara engel olurlarsa kendileri kurtulurlar ve hepsi de kurtulur.”

Mütercim:

Bir milletin isyankârlarını alabildiğine bırakıp, ne yaparlarsa yapsınlar, denecek olursa hem isyankârları, hem de iyi kimseler birden helake ve azaba hak kazanırlar. Fakat böyle kötülüğe baş vuranlar, yetkili kimseler tarafından kötülüklerinden alıkonur ve terbiye edilirlerse, hem onlar ve hem de toplum helâktan ve gelecek belalardan korunmuş olur.

Esas olarak herkes, mülkünde ve kendi hissesinde dilediği gibi kullanma hakkına sahiptir. Fakat başkasının hakkı ile ilgili durum olursa veya başkalarına zarar getirecek bir tasarruf olursa, mülk sahibi böyle bir tasarrufta bulunmaktan alıkonur.

Meselâ, üst katı birinin ve alt katı başkasının olan bir binada üst kata sahip olanın tavan ve çatı hakkı var, alt kattakinin de taban hakkı var. Bu maliklerden hiç birisi, diğerine zarar verecek şekilde bu haklarında tasarrufta bulunamazlar. Çatı sahibi alt kata zarar verecek şekilde çatıyı bozamaz, alt kattaki de üst kata zarar verecek şekilde temelde değişiklik yapamaz. İşte bu hadîs-i şeriften bu fıkıh meselesi çıkarılmıştır.

Bir de Kur’an ın meşru olduğu bu hadîs-i şeriften alınarak ayrılığa düşülen işlerde veya bazı menfaat bölüşmelerinde ortaklar arasında kur’a çekilir. Bunda âlimlerin ittifakı vardır.
692- Abdullah bin Hişam (R.A.) der ki:

Henüz küçüktüm. Annem (Humeyd kızı) beni Zeyneb Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in huzuruna götürdü ve dedi ki: Ya Reslûlallah, bu oğlumdan İslam’a bağlı kalmak ve itaat etmek üzere biat al, ondan söz al. Hazreti Peygamber anneme cevap olarak şöyle buyurdu:

“O daha küçüktür.” Sonra başını okşadı ve ona (Abdullah’a) dua etti.

(Abdullah bin Hişam ticaret için çarşı ve pazara çıktığı ve bazı şeyler satın almak istediği zaman İbni Ömer ile İbni Zeyd, Abdullah’a karşı çıkarlar ve ona derlerdi ki, ne olur, satın alacağın ticaret malına bizi de ortak et; çünkü Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem sana bereket duasında bulunmuştur. Abdullah da bunları o malda ticaret ortağı yapardı. Bazan olurdu ki, ticaret kârından her birine bir deve yüklü (yükü ???) isabet ederdi ve erzakı evlerine gönderirlerdi. Bu şekilde ortak ticaret yaparlardı. Hanefi mezhebinde ve âlimlerin çoğuna göre ortaklık her mal ve mülkte yapılabilir. Mallar değişik cinslerde olabilir. Birinin buğdayı, diğerinin arpası olursa, ikisini birleştirip ortaklık yapmak caizdir. Fakat İmam Şafii Hazretlerine göre ortaklık bir cinste yapılabilir. Cinsler değişirse, iki ortaktan her biri malının yarısını diğerine karşılıklı olarak satar, yahut pazarlık ederek para ile satar. Böyle yapılmakla ribadan sakınılmış olur.

Meselâ: Ortaklardan birinin buğdayını diğerinin arpasına karıştırarak ortaklık yapılırsa bunda riba meydana gelir, demişlerdir.

İmam Azam’a göre ortaklık iki kısma ayrılır: Biri mülk ortaklığıdır. İki kişinin, mallarını bir yerde toplayıp karıştırmalarıyla yapılan ortaklıktır. Bu mal, aralarında ortak olur. İkinci ortaklık, akîd (sözleşme) ortaklığıdır. Bu, ortaklar arasında icab ve kabul ile gerçekleşir. Bu iki kısımdan başka bir de İbâhe ortaklığı vardır, ki kimsenin mülkü olmayan şeylerden faydalanmak için ortaklık kurulmasıdır. Bu da su gibi umuma ait olan şeylerde olur. Mülk sahibi kendi mülkünde istediği gibi nasıl tasarrufta bulunuyorsa, ortaklar da ortak oldukları malda böylece tasarrufta yetkilidirler. Bunun daha geniş izahatı fıkıh kitaplarında vardır.6

6 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:408-424


Yüklə 0,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   42




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə