Fəlsəfə və sosial-siyasi elmlər – 2012, № 1
- 52 -
Yüzyıllardan beri filozofların insanlara yönelttikleri “kendini bil” çağrısı,
aslında insanın kendi değerini/değerlerini bilmeye ve bunları gerçekleştir-
meye yönelik bir çağrısıdır. İnsanın her eylemi, her kararı ve her tercihi belli
bir değere işaret eder/onu içerir. Ancak değerlerin insan eylemlerini
belirlemelerinde doğa yasalarına benzer bir zorunluluk söz konusu değildir.
İnsanın özgür bir varlık olması, onun değerleri koyup gerçekleştirme-
sine olanak tanıdığı gibi, aynı zamanda kendisinin değerlere aykırı eylem-
lerde bulunmasına da olanak tanır. İnsan eylemlerinin hem iyi hem de kötü
olarak nitelenebilmesi bu duruma işaret eder. Değerler insanın varolma ko-
şulları olmakla birlikte, aynı zamanda insanın kendi varlığını gerçekleştirme
konusundaki olanakları anlamına da gelir. Ancak kendi değerini ve değerle-
rini farkeden, bunların bilincine varan insan, bu yönde eylemde bulunma
olanağını elde etmiş olur. İnsanların eylemlerini ve eserlerini de çeşitli söz-
cüklerle değerlendiririz: iyi, kötü, değerli, özgürlük, sorumluluk, görev vb.
İşte bu sözünü ettiğimiz kavramlar ve benzerleri, özellikle ahlakla ilgi-
li kavramlar olarak, olgulara ilişkin kavramlardan ve sıfatlardan farklıdırlar.
Burada Yeniçağ felsefesinde yapılmış olan bir ayrım söz konusudur: olgu-
değer, olgu yargısı-değer yargısı, olan-olması gereken ayrımı. İlkçağ ve Or-
taçağ felsefesinde ise böyle bir ayrım yoktur. Çünkü ilkçağ ve Ortaçağ için,
“varlığın değerle birlikte doğduğu” düşüncesi geçerlidir. Yani daha başlan-
gıçta varlığın, değerle doğduğu kabul edilir. Bu elbette metafizik bir bakış
açısıdır.
Anlam ve değerler metafiziğinde, insanın kendini anlamasının yolu,
“bütünün anlamı” hakkındaki bilgiden (uğrunda bütün öteki şeylerin değer
kazandığı şeyden) geçmektedir. Yani bütünün anlamı hakkındaki bilgi, insa-
nın kendini anlamasının önkoşulu olarak görülmektedir. Felsefe tarihinden
örnek vermek gerekirse, Platon’da insan, kendi varlığını hayatta karşılaşılan
ve insanın başından geçen olaylarda değil, deneyimden bağımsız (apriori)
ve deneyimin karşıtı olanda, yani “idea”da görebilir. İnsan bilgisinin en
yüksek nesnesi olan idea, real olanın üstündedir. İdea olmaksızın insan, ne-
likten yoksun bir dünyada anlamsız kalmış olacaktır. Platon’un bu görüşü-
nün, bazı değişmeler geçirmekle birlikte, yüzyıllar boyunca geçerli/yaygın
olduğunu saptamak mümkündür. Düşünce ve uygarlık tarihinde insan, kendi
Epistemologiya
- 53 -
dünyası dışında, ama herşeye anlam ve değer veren bir ilke arayışı içinde
görülmektedir. Bu durumda, bütünün, yani evrenin ya da tarihin anlamı var-
sa, onun içinde yer alan şeylerin de anlamı olacaktır ve insan bu anlamı ve
değeri kendisi yaratmayıp; doğadan, tanrıdan ya da tarihten alacaktır. Örnek
verirsek, “Hristiyan için dünyadaki yaşantının değerlendirilmesi, göksel
mutluluk ile ilişkiye sokulabildiği an başlar. Aslında başlı başına anlam taşı-
mayan, kendinden, hiçbir içkin değeri bulunmayan şey, o zaman büyük bir
hayra ya da şerre dönüşebilir. Eğer yaşama kendisi için bir değer verir, onu
başlı başına önemsersek, aslında tek gerçek olan Tanrı’dan kopmuş oluruz.
(...) Çünkü Hristiyan için yaşantının değeri kendisinin dışındadır. İçinde
değil, ötesindedir, yaşama yücelik katacabilecek şey onun içkin nitelik-
lerinde değil, göksel mutlulukla ilintili olan aşkın değerlerindedir.” (6, s.89-
90) Aynı durum İslamiyet için de söz konusudur.
Yeniçağ insanı için ise, ahlaksal yaşam, Yunanlıların sandığı gibi do-
ğal düzenin bir uzantısı/devamı olarak görülmez. Artık insani ve kültürel
dünyaya ve bunun temelindeki değerler alanına bakış tarzında köklü bir de-
ğişme söz konusudur. İnsan burada kendisine erekler, amaçlar, hedefler
koymakta, kararlar vermekte, seçimler yapmaktadır. İçinde bulunduğu dün-
ya ve yaşama tarzı,insanın kendisinin kurduğu bir dünyadır. Öyleyse bu ya-
şama biçimini bir doğal olgu gibi ele almak doğru olmaz. Çünkü burada in-
san yaşamının bir olması gerekene göre anlaşılmasına gerek vardır. Bu ol-
ması gereken ise, her çağda, her tarihsel dönemde insanlar ve toplumların
inanıp bağlandıkları ve sürekli değişen değerlerinde, amaçlarında, ahlaksal
buyruklarında ve yasalarında bulunabilir.
İnsan ve değer ilişikisini ele alma ve aydınlatma konusunda, olan-ol-
ması gereken ayrımı ile birlikte tarih bilincinin, insanın kendisine ve ürünle-
rine tarihsel bir bilinçle yönelmesinin de önemli rolü vardır. Gadamer’in
sözleriyle, “Tarih bilincinin ya da tarihsel özbilincin ortaya çıkışı, belki de
yeni çağların başlangıcından bu yana geçirdiğimiz devrimlerin en önemlisi-
dir. Manevi değeri ve etkileri, büyük olasılıkla, doğa bilimlerinin gezegeni-
mizin yüzünü tanınmayacak ölçüde değiştiren uygulamalarından daha bü-
yük olmuştur. Çağdaş insana özelliğini veren tarih bilinci, daha önceki hiç-
bir kuşağın taşımamış olduğu bir ayrıcalık, hatta belli bir ağırlıktır”
(5, s.83)
.
Fəlsəfə və sosial-siyasi elmlər – 2012, № 1
- 54 -
Tarih bilincinin doğuşu ve gelişimi, insanın değerlere ve değerlerden oluşan
tarih ve kültür dünyasına bakışını da derinden etkilemiş bulunmaktadır.
Bilgi ve değer ilişikisine ve bu bağlamdaki problemlere, yaşama bağ-
lamında ve tarihselci bir yaklaşımla yönelmenin yolunu açan, tarih bilinci
olmuştur. Tarih bilincine dayanan hermeneutik/tarihselci yaklaşım, söz ko-
nusu problemlere yönelik metafizik bakış açısını eleştiriden geçirir. Herme-
neutik felsefenin bilgi ve değer problemlerine yönelik en önemli katkısı ise;
tarih-üstü, zaman-dışı bilgi kategorilerinin ve değerlerin/eylem ilkelerinin
bulunmadığı noktasında belirginleşir. Hermeneutik yaklaşımın kurucuların-
dan Dlthey’a göre, yaşamanın ve tarihin ötesine geçemeyiz,onu ancak içeri-
sinden anlamaya çalışmak gerekir. Bu anlayışla birlikte o, tarihe herhangi
bir metafiziksel sistemi uygulamayı da doğru bulmamıştır. Çünkü tarihsel
dünyadaki bütün anlamlar, bütün değerler, bütün amaçlar, belirli bir zaman-
da ve belirli koşullarda yaşayan insan bireylerinin deneyiminde kaynağını
bulmaktadır. Bu, bütün değerlerin ve inançların tarihsel göreliliğini ortaya
koyar. Tarihçi de bütün çağlarda, insanların bazı değerleri mutlak olarak
gördüklerine ve bazı dinsel ve felsefi inançları koşulsuz olarak doğru kabul
ettiklerine işaret eder. Farklı çağlarda ve yerlerde ileri sürülen mutlak geçer-
lilik konusundaki ölçütlerin farkındadır; bir çağ ve ulus içinde bile koşulsuz
biçimde benimsenen inançlar arasında uzlaştırılamaz bir çatışmaya dikkati
çeker ve onların arasında karar verebilecek tarihsel araçlara sahip değildir.
Onun görevi,, belirli tarihsel koşullarda ortaya çıkan ve onları benimseyen-
lerin eylemlerini etkileyen görüş açılarının, koşulsuz biçimde geçerli olup
olmadığını göstermektir (9, s.160).
Burada karşılaştığımız problem, Dilthey’a göre, “çağlara özgü olan
göreli değer kavramlarının, kendilerini bir mutlağa doğru nasıl genişletmiş
olduklarını göstermektir.” Burada söz konusu görev, “bir çağın görece de-
ğerlerinin nasıl olup da şu ya da bu biçimde birtakım mutlaklıklara dönüşe-
bildiğini” açıklamaktır.
Evrensel, genelgeçer ve değişmez değerler anlayışı, ancak belli bir
insan doğası düşüncesine/kabulüne dayanarak ileri sürülebilir. Bu nedenle
tarihselci/hermenutik felsefe, insanın doğasından değil, tarihselliğinden ha-
reket ettiği için (insan doğası ancak tarihte bulunabilir, kendini tarihte ortaya
Dostları ilə paylaş: |