Beni Asla Bırakma



Yüklə 1,25 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə11/17
tarix30.03.2022
ölçüsü1,25 Mb.
#84880
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   17
Kazuo Ishiguro- Beni Asla Bırakma

göstereceğim demiyorum. Ama düşünüyorum da, yani, bunu
bir sır olarak saklamam için hiçbir sebep yok artık.”
Sonunda yüzüne bakıp gerçekten içimden gelerek
konuşmayı başardım: “Tommy, hiçbir neden yok, hiç neden
yok.” dedim. “Bunlar güzel. Gerçekten, gerçekten çok güzel.
Hatta asıl bunları burada saklaman gerçekten aptalca.”
Cevap vermedi, yüzünde bir gülümseme belirdi, sanki
kendisi hakkında yapılan bir şaka hoşuna gitmiş gibiydi. Onu
ne kadar mutlu ettiğimi anladım. Bundan sonra fazla
konuşmadık. Sanırım çok geçmeden Wellingtonlarını ayağına
geçirdi ve birlikte Kazevi’nden ayrıldık. Dediğim gibi, o
ilkbahar boyunca, teorisi hakkında Tommy’yle son kez o gün
konuştuk.
Yaz geldi, Kulübeler’e gelişimizin üzerinden tam bir yıl
geçmişti. Yeni bir grup öğrenci minibüsle Kulübeler’e geldi,
ama hiçbiri Hailshamlı değildi. Bu bir anlamda rahatlatıcıydı
bizim için: Sanırım hepimiz taze bir grup Hailshamlı
öğrencinin olayları daha da karmaşıklaştırmasından
endişeleniyorduk. Fakat en azından benim için, Hailshamlı
öğrencilerin ortaya çıkmaması, Hailsham’ın artık iyice
geçmişte kaldığını ve eski grubumuzla aramızdaki bağların
iyice zayıfladığını gösteriyordu. Bunun sebebi sadece Hannah
gibilerin Alice örneğini takip edip eğitime başlayacaklarından
söz etmesi değildi. Başkaları, mesela Laura, Hailshamlı
olmayan erkek arkadaşlar bulmuşlardı ve onlarla aramızda
eski bağlar olduğunu kolayca unutabiliyorduk.
Bir de Ruth’un Hailsham’la ilgili şeyleri unutmuş gibi rol
yapması vardı. Tamam, bunlar çoğunlukla ufak, önemsiz
şeylerdi, ama giderek daha çok sinirime dokunmaya


başlamışlardı. Mesela bir keresinde, Ruth, ben ve eskilerden
birkaç kişi, uzun bir kahvaltıdan sonra mutfaktaki masanın
etrafında oturuyorduk. Eskilerden biri akşam yatmadan önce
peynir yerse gece rahatsız olduğunu anlatıyordu, ben de
Ruth’a dönüp: “Bayan Geraldine de bize aynı şeyi söylerdi,
hatırlıyor musun?” dedim. Öylesine söylemiştim bunu ve
Ruth’un tek yapması gereken gülümsemek ya da başını
sallamaktı. Ama o bana ifadesiz bir suratla baktı, neden
bahsettiğimi hiç anlamamış gibiydi. Sonunda diğerlerine:
“Gözetmenlerimizden biri,” diye açıklama yaptığımda, Ruth
sanki ancak hatırlamış gibi kaşlarını çatıp başını salladı.
O sırada bir şey söylemedim, ama bir başka seferinde
tepkisiz kalmadım. Bir akşam, harabeye dönmüş otobüs
durağında oturuyorduk. İşte o zaman sinirlendim, çünkü bu
oyunu eskilerin önünde oynamak başka bir şeydi, ikimiz
yalnızken, kendi aramızda konuşurken oynamak başka bir
şey. Laf arasında, Hailsham’daki ravent tarhından göle giden
kestirme yolun bize yasak olmasından bahsetmiştim. Ruth
kafası karışmış gibi bir ifade takınınca, “Ruth, unutmuş olman
imkânsız,” dedim. “O yüzden, böyle davranmayı bırak.”
Belki ipleri bu kadar sert çekmeseydim –belki işi şakaya
vurup lafıma devam etseydim– ne kadar saçma davrandığını
fark eder ve gülerdi. Ama ona çıkıştığım için öfkeli gözlerle
bana baktı ve:
“Ne önemi var ki?” dedi. “Ravent tarhının bunlarla ne
alakası var? Ne anlatacaksan anlat.”
Geç oluyordu, yaz akşamı gözden kaybolmak üzereydi,
gök gürültülü sağnaktan sonra eski otobüs durağı küflü ve
nemliydi. Bu yüzden bunların niçin önemli olduğunu
açıklamaya kalkışmadım. Lafı uzatmadan tartıştığımız
konuya kaldığımız yerden devam ettiysem de, artık aramızda


bir gerginlik vardı ve bunun, elimizin altındaki zor konuyu
çözmekte bize faydası olmadı.
Ama o akşam ne hakkında konuştuğumuzu anlatmak için,
biraz gerilere gitmem gerek. Hatta birkaç hafta geriye
gitmeliyim, yazın ilk haftalarına. Eskilerden biriyle ilişkim
vardı, Lenny adlı bir oğlanla. Açıkçası seks ilişkisiydi. Ama o
aniden eğitimine başlamaya karar verdi ve gitti. Bu da beni
rahatsız etti ve o dönemde Ruth bana çok iyi davrandı, olayı
fazla büyütmeden bana gözkulak oldu, ne zaman
hüzünlensem beni neşelendirmek için yanımdaydı. Ayrıca
benim için küçük hoşluklar da yaptı; bana sandviç hazırlamak
ve temizlik sırası bendeyken yerime geçmek gibi.
Lenny gittikten iki hafta sonra, gece yarısı, ikimiz benim
çatıdaki odamda oturmuş, çay içip sohbet ediyorduk. Ruth
benim Lenny’yle ilgili şeylere gülmeye başlamamı sağlamıştı.
O kadar kötü bir oğlan değildi, ama Ruth’a onunla ilgili özel
şeyler anlatmaya başladığımda, sanki Lenny’nin yaptığı her
şey çok komikmiş gibi gelmeye başladı ve ikimiz güldük de
güldük. Sonra Ruth, yerde, köşede üst üste duran kasetlerimin
üzerinde parmağını dolaştırmaya başladı. Bunu dalgınca
yapıyor ve gülmeye devam ediyordu, ama daha sonra onun
kasetlere bilerek baktığından şüphelenmeye başladım; belki
günler önce fark etmişti, belki emin olmak için incelemişti,
belki kaseti “bulmak” için en iyi zamanı beklemişti. Yıllar
sonra bu konuyu Ruth’a çıtlattım ve benim neden
bahsettiğimi anlamadı, yani belki de yanılmışımdır. Her
neyse, o gece ne zaman zavallı Lenny’yle ilgili küçük bir
detaydan söz etsem ikimiz de kahkahalara boğuluyorduk,
derken aniden fiş prizden çekilmiş gibi oldu. Ruth halımın
üstünde yanlamasına yatıyor, loş ışıkta kasetlerin sırtlarındaki
isimlere bakıyordu. Sonra Judy Bridgewater kaseti elinin


içinde belirdi. Bana sonsuzmuş gibi gelen bir sessizlikten
sonra:
“Bu ne zamandan beri var sende?” diye sordu.
Olabildiğince yansız bir tavırla, o gün Ruth diğerleriyle
birlikteyken Tommy’yle kaseti bulduğumuzu anlattım. Kaseti
incelemeye devam etti ve:
“Yani bunu Tommy senin için buldu,” dedi.
“Hayır, ben buldum. Önce ben gördüm.”
“İkiniz de bana bir şey söylemediniz.” Omuz silkti. “En
azından, söyledinizse bile ben duymadım.”
“Norfolk hakkında söylenenler gerçek,” dedim.
“Gerçekten de İngiltere’nin kayıp köşesi, yani.”
Birden Ruth’un bu göndermeyi hatırlamama numarası
yapacağı aklıma geldi, ama o düşünceli bir ifadeyle başını
salladı.
“O sırada hatırlamalıydım,” dedi. “Belki kırmızı eşarbımı
bulurdum.”
İkimiz de güldük ve huzursuzluk geçti gitti sanki. Ama
Ruth’un hiçbir şey söylemeden kaseti yerine koyması, olayın
henüz bitmediğini düşündürdü bana.
Bundan sonra, konuşmamıza yeni keşfinin ışığında Ruth
mu yön verdi, yoksa sohbetimiz zaten o yönde gidiyordu da
Ruth lafları istediği yöne çekebileceğini mi sandı,
bilmiyorum. Yeniden Lenny’den söz etmeye –özellikle de
nasıl seviştiğine dair detaylardan– ve yine gülmeye başladık.
Bu esnada, Ruth nihayet kaseti bulduğu ve bu olayı
büyütmediği için içim rahatlamıştı sanırım, bu yüzden
gerektiği kadar dikkatli davranmıyordum. Çünkü çok
geçmeden, Lenny’ye değil, Tommy’ye gülmeye başladık.
Başta iyi niyetliydik, Tommy’den şefkatle söz ediyorduk her


ikimiz de. Ama sonra onun hayvan çizimlerine gülmeye
başladık.
Dediğim gibi, Ruth lafı bilerek mi buraya getirdi,
bilmiyorum. Dürüst olmam gerekirse, hayvan resimlerinden
ilk söz eden o muydu, bundan bile emin değilim. Ama
konuyu açtığımız andan itibaren, ben de en az onun kadar çok
gülmeye başladım; resimlerden birindeki hayvancık don
giymiş gibiydi, bir diğerini çizerken yolda ezilmiş bir
kirpiden esinlenmişti belli ki. Sanırım o konuşma sırasında
hayvan resimlerinin güzel olduğunu, onları yapmakta çok
başarılı olduğunu söylemem gerekirdi. Ama bunu yapmadım.
Bir nedeni kasetti, açıkçası Ruth’un resimleri ve taşıdıkları
başka anlamları ciddiye almamasından da memnundum.
Sanırım gecenin sonunda nihayet ayrılırken, birbirimize her
zamankinden daha yakın hissediyorduk. Odamdan çıkmadan
önce yanağıma dokundu ve: “Moralini hep yüksek tutman çok
iyi bir şey, Kathy,” dedi.
Bu nedenle birkaç gün sonra kilisenin avlusunda olanlara
hazırlıklı değildim. O yaz Ruth, Kulübeler’den yaklaşık yarım
mil uzaklıkta harika bir eski kilise keşfetmişti. Yıkık dökük
kilisenin arka tarafındaki bakımsız bahçede, otlara karışmış
çok eski mezar taşları vardı. Yabani bitkiler her yanı
kaplamıştı, ama gerçekten sakin, huzurlu bir yerdi, Ruth
okumak için çoğunlukla oraya gidiyor, arkadaki demir
parmaklıkların yanındaki büyük söğüt ağacının altındaki
banka oturup kitabını okuyordu. Başlarda bu gelişme pek
hoşuma gitmemişti, bir yaz önce Kulübeler’in önündeki
çimlerde hep birlikte otururduk. Yine de, yürüyüşlerim
sırasında yolum oraya düşerse, Ruth’un büyük olasılıkla
orada olduğunu bilir, alçak ahşap kapıdan geçip yabani
çalılıklar arasından, mezarların yanından yürürdüm. O gün


öğleden sonra, hava ılık ve sakindi. Mezar taşlarındaki
isimleri okuyarak dalgın dalgın yürürken, söğüt ağacının
altında sadece Ruth’un değil, Tommy’nin de oturduğunu
gördüm.
Tommy bir ayağını bankın paslı kolçağına dayamış, kas
esnetme egzersizi yaparken Ruth bankın üstünde oturuyor,
konuşuyorlardı. Öyle çok önemli bir şeyden konuşuyor gibi
görünmüyorlardı, ben de yanlarına gitmekte hiç tereddüt
etmedim. Belki beni selamlayış biçimlerinden bir şeylerin ters
gittiğini anlamalıydım, ama belirgin bir tavırla
karşılaşmadığıma eminim. Onlara anlatmaya can attığım bir
dedikodu duymuştum –yeni gelenlerden biri hakkında– ve
böylece bir müddet konuştum durdum, onlar sadece başlarını
salladılar ve kısa sorular sordular. Bir müddet sonra bir
şeylerin yolunda gitmediğini fark ettim ve durup:
“Konuşmanızı mı böldüm?” diye sorarken bile, yine şakayla
karışık konuşuyordum.
Ama sonra Ruth şunları söyledi: “Tommy bana büyük
teorisini anlatıyordu. Sana zaten anlatmış. Çok uzun zaman
önce. Ama şimdi lütfedip benimle de paylaşıyor,” dedi.
Tommy derin bir nefes aldı, tam bir şey söyleyecekken
Ruth yapmacık bir fısıltıyla: “Tommy’nin Büyük Galeri
Teorisi!” dedi.
Sonra ikisi birden bana baktılar, sanki şimdi her şey
benim kontrolümdeydi ve biraz sonra neler olacağı bana
bağlıydı.
“Kötü bir teori değil,” dedim. “Doğru da olabilir,
bilemiyorum. Sen ne diyorsun Ruth?”
“Bu Tatlı Oğlan’ın ağzından almak için çok uğraşmak
zorunda kaldım. Bana anlatmayı pek istemiyordun, değil mi


balım peteğim? Ancak ben zorlayınca, bütün bu sanat
eserlerinin ardında neler yattığını anlattı.”
Tommy suratını asarak, “Sadece o nedenle resim
yapmıyorum,” dedi. Ayağı hâlâ bankın kolçağına dayalıydı ve
esneme hareketlerini yapmaya devam ediyordu. “Tek
dediğim, eğer Galeri hakkındaki teorim doğruysa, o zaman
hayvan resimlerimi oraya koymaya çalışa...”
“Tommy, tatlım, arkadaşımızın önünde kendini küçük
düşürme. Yalnızken yapabilirsin, sorun olmaz. Ama sevgili
Kathy’mizin önünde yapma.”
“Neden bir şaka gibi algılanıyor anlamıyorum,” dedi
Tommy. “En az başkalarınınki kadar iyi bir teori.”
“Benim tatlı, bal şekerim, insanların komik bulacakları,
teorin değil ki! Teorini benimseyebilirler, bu çok doğru. Ama
senin şu küçük hayvan resimlerini Madam’a gösterme
fikrin...” Ruth gülümsedi ve başını iki yana salladı.
Tommy hiçbir şey söylemedi ve esneme hareketlerini
yapmaya devam etti. Onu savunmak istedim ve Ruth’u fazla
kızdırmadan Tommy’nin kendisini daha iyi hissetmesini
sağlayacak doğru cümleleri arıyordum ki, Ruth söyleceğini
söyledi. O sırada da kötü bir hava esti, ama kilise avlusundaki
o günün yankılarının nerelere kadar uzanacağını asla tahmin
edemezdim. Ruth şöyle dedi:
“Sadece ben değilim, tatlım. Kathy de senin hayvan
resimlerini saçma buluyor.”
Yapmak istediğim ilk şey inkâr etmek, sonra da sadece
gülmekti. Ama Ruth’un konuşmasında otoriter bir hava vardı
ve onun sözlerinin gerisinde bir şeyler olması gerektiğini
anlayacak kadar iyi tanıyorduk birbirimizi. Böylece sesimi
çıkarmadım, ama zihnim delicesine geçmişi taradı ve Ruth’la


elimizde çay bardaklarıyla odamda konuştuğumuz geceyi
hatırlayınca, dehşet içinde kaldım. Sonra Ruth konuştu:
“İnsanlar senin şu küçük hayvan resimlerini şaka gibi
gördükleri sürece sorun yok,” dedi. “Ama sakın onlara ciddi
olduğunu gösterme. Lütfen.”
Tommy şimdi durmuş, sorgulayan gözlerle bana
bakıyordu. Birden tekrar bir çocuğa dönüşmüştü, maskesi
yoktu ve gözlerinde çok karanlık, sıkıntılı bir şey
görebiliyordum.
Ruth devam etti: “Bak Tommy, anlamalısın,” dedi.
“Kathy’yle benim sana gülmemiz hiç önemli değil. Çünkü
sadece biziz sonuçta. Ama lütfen, başkalarını bu işe
karıştırma.”
O dakikaları tekrar tekrar düşündüm. Söyleyecek bir
şeyler bulmam gerekirdi. Tommy büyük olasılıkla bana
inanmayacak olsa bile, inkâr etmeliydim. Her şeyi açıkça
anlatmaya çalışmak da çok zor olurdu. Ama bir şeyler
yapabilirdim. Ruth’a karşı çıkabilirdim, onun olayları
çarpıttığını söyleyebilirdim. Gülmüş olsam bile, onun ima
ettiği anlamda gülmediğimi anlatabilirdim. Hatta Ruth’un
gözleri önünde Tommy’yi kucaklayabilirdim. Bu çok daha
sonraları, yıllar sonra aklıma gelen bir şey, ama sanırım o
sırada nasıl biri olduğumu ve birlikte nasıl bir üçlü
oluşturduğumuzu düşünürsek, gerçekçi bir seçenek değildi.
Ama onu kucaklamam işe yarayabilirdi, çünkü sözler bizi
daha da aşağılara çekerdi.
Ama ne bir şey söyledim, ne bir şey yaptım. Bunun bir
nedeni, Ruth’un böyle bir oyun oynamasının yarattığı
şaşkınlıktı. İçimi yorgunluğun kapladığını hatırlıyorum,
gözlerimin önündeki karmaşa karşısında bir tür bitkinliğin
pençesine düşmüştüm. Beyniniz yorgunken bir matematik


problemini çözmeye çalışmak gibiydi, bir çözüm olduğunu
bilirsiniz, ama onu bulmaya harcayacak enerjiniz yoktur,
içimde bir şey vazgeçti. Bir ses: “Tamam, bırak en kötüsünü
düşünsün. Bırak öyle düşünsün, bırak,” diyordu. Sanırım
Tommy’ye de bu vazgeçiş ifadesiyle baktım: “Evet doğru,
başka ne bekliyordun ki?” dermiş gibi. Çok net hatırlıyorum,
Tommy’nin yüzünde beliren öfke bir an için kayboldu, bana
hayretle bakmaya başladı, sanki parmaklığın üzerinde birden
karşısına çıkmış, ender bulunan bir kelebeğe bakıyordu.
Gözyaşlarına boğulacağımı ya da kendimi kaybedip
bağırıp çağırmaya başlayacağımı sandım diyemem, ama
dönüp gitmeye karar verdim. Aynı gün öğleden sonra bile,
böyle çekip gitmemin kötü bir hata olduğunu anladım. Tek
söyleyebileceğim şu; o anda beni en çok korkutan şey,
ikisinden birinin önce davranıp çekip gitmesi ve diğeriyle
yalnız kalmaktı. Neden bilmiyorum, ama aramızdan yalnızca
bir kişi öfkeyle çekip gidebilirmiş gibi geldi bana ve giden
ben olayım istedim. Bu nedenle arkamı döndüm ve geldiğim
yönden geriye, sert adımlarla yürüdüm. Mezarların yanından,
alçak ahşap kapıdan geçtim ve birkaç dakika boyunca zafer
kazanmış gibi hissettim kendimi. Sanki ikisi baş başa
kaldıkları için, hak ettikleri bir kaderin bedelini ödüyorlarmış
gibi geldi bana.


On Yedinci Bölüm
Dediğim gibi, kilise avlusundaki o küçük karşılaşmamızın
ne kadar önemli olduğunu ancak çok uzun süre sonra –
Külübeler’den ayrıldıktan çok sonra– anladım. Evet,
üzülmüştüm. Ama bu olayın, önceki küçük
tartışmalarımızdan daha farklı olduğunu düşünmemiştim. O
zamana dek iç içe geçmiş olan hayatlarımızın böyle bir olay
yüzünden çözülüp kopacağı hiç aklıma gelmemişti.
Ama sanırım, gerçek şu ki, o sıralarda bizi birbirimizden
ayırmaya çalışan güçlü gelgitler vardı ve ayrılığın
tamamlanması için böyle bir şeyin olması gerekiyordu. Bunu
o sırada anlamış olsaydık –kim bilir?– belki birbirimize daha
sıkı sarılırdık.
Bir kere, giderek daha çok sayıda öğrenci bakıcı olmak
üzere Kulübeler’den ayrılıyordu ve bizim eski Hailsham
grubumuz arasında da bunun takip edilmesi gereken doğal
süreç olduğu duygusu yayılmaktaydı. Hâlâ bitirmemiz
gereken makalelerimiz vardı, ama eğitime gitmeyi seçersek
bunları bitirmemiz gerekmediğini biliyorduk. Kulübeler’deki
ilk günlerimizde, yazılarımızı bitirmemek, aklımıza bile
getirmeyeceğimiz bir şeydi. Ama Hailsham’dan uzaklaştıkça
yazılarımız da giderek daha önemsiz görünmeye başladı. O
sırada şöyle bir fikrim vardı –ve büyük olasılıkla haklıydım–:
yazılarımızın önemli olduğu düşüncesi gücünü yitirdikçe, biz


Hailshamlı öğrencileri birbirimize bağlayan şeyler azalacaktı.
Bu nedenle, okuma yapma ve not alma konusundaki
enerjimizi canlı tutmaya çalıştım. Ama gözetmenlerimizi bir
daha görmeyeceğimizi anladıkça ve çok sayıda öğrenci
hayatını başka biçimlerde sürdürmeye başlayınca, bu bana
kayıp bir amaç olarak görünmeye başladı.
Her neyse, kilise avlusundaki konuşmamızdan sonraki
günlerde, o olayı geçmişte bırakabilmek için elimden geleni
yaptım. Hem Ruth’a hem de Tommy’ye sanki aramızda özel
bir şey geçmemiş gibi davrandım, onlar da aynısını yaptı.
Ama artık hep bir şey vardı, sadece onlarla benim aramda da
değil. Her ne kadar bir çift olduklarını etrafa göstermeye
devam etseler de –ayrılırken birbirlerinin dirseklerine hafifçe
vuruyorlardı–, onları, artık eskisi kadar yakın olmadıklarını
anlayacak kadar tanıyordum.
Tabii ki kendimi kötü hissettim, özellikle de Tommy’nin
hayvan çizimleri hakkında. Ama yanına gidip üzgün
olduğumu söylemekle, gerçekte neler olduğunu anlatmakla
çözülebilecek kadar basit değildi her şey. Bir iki yıl, hatta
birkaç ay öncesine kadar her şey bu kadar basit olabilirdi.
Tommy’yle sorunu konuşup durumu düzeltebilirdik. Ama
nedense, oradaki ikinci yazımızda, her şey çok farklıydı.
Belki de Lenny’yle ilişkim yüzünden, bilemiyorum. Her
neyse, Tommy’yle konuşmak artık eskisi kadar kolay değildi.
En azından görünüşte eskisi gibiydik, ama hayvan
resimlerinden ya da kilise avlusunda olanlardan asla söz
etmedik.
Ruth’la o eski otobüs durağında yaptığımız konuşmadan,
Hailsham’daki ravent tarlasını hatırlamadığı için ona
kızmamdan kısa süre önce, durum böyleydi işte. Dediğim
gibi, o kadar ciddi bir konuşmanın arasında sorun çıkmasaydı,


bu denli öfkelenmezdim herhalde. Tamam, esas önemli
konuyu çoktan konuşmuştuk, ama rahatlamaya çalışıyor
olsak, tartışma bir sohbete dönüşmüş olsa bile, aslında hâlâ
aramızdaki durumu toparlamaya çalışıyorduk ve o anki
ilişkimizde böyle sahte tavırlara yer yoktu.
Olaylar şöyle gelişti. Tommy’yle arama bir şey girmişti
ama Ruth’la ilişkim bozulmamıştı –ya da en azından ben öyle
düşünmüştüm– ve kilise avlusunda olanları Ruth’la konuşma
zamanının geldiğini düşündüm. Gök gürültülü, sağanak
yağmurlu yaz günlerinden biriydi, nemli havaya rağmen dört
duvar arasına kapanmıştık. Akşamüstü hava açınca, hoş,
pembe gün batımı sırasında biraz hava almak için dışarı
çıkmayı önerdim Ruth’a. Vadinin kıyısına uzanan dik bir
patika keşfetmiştim, patikanın yola vardığı yerde de eski bir
otobüs durağı vardı. Buraya yıllardır otobüs gelmiyordu,
durak işareti yerinden kaldırılmıştı, durağın arkasındaki
duvarda, bir zamanlar üzerinde otobüs saatlerini gösteren
afişin asılı olduğu işaret levhasının sadece çerçevesi kalmıştı.
Ama durağın kendisi –bir yanı vadideki tarlalara açılan,
sevgiyle inşa edilmiş ahşap bir baraka– hâlâ ayakta, bankı bile
yerli yerindeydi. İşte Ruth’la biraz dinlenip nefes almak için
oraya oturmuş, kirişlerdeki örümcek ağlarını ve dışardaki yaz
akşamını seyrediyorduk. Ona: “Biliyor musun Ruth, bence
geçen gün olanları aramızda çözmeye çalışmalıyız,” dedim.
Uzlaştırıcı bir sesle konuşmuştum, Ruth da aynı biçimde
cevap verdi. Üçümüzün aptalca şeyler yüzünden tartışmasının
ahmaklık olduğunu söyledi. Daha önce yaptığımız başka
tartışmaları hatırlattı ve onlar hakkında biraz güldük. Ama
Ruth’un olanların üzerine toprak serpip geçmişe gömmesini
istemiyordum, bu yüzden tavırlarımla meydan okumamaya
özen göstererek:


“Ruth, biliyor musun, bazen çiftlerin olayları dışarıdan
bakan biri kadar net göremediğini düşünüyorum. Ama sadece
bazen,” dedim.
Başıyla onayladı. “Sanırım haklısın.”
“İşinize karışmak istemiyorum. Ama bazen, sadece son
zamanlarda, Tommy’nin oldukça üzgün olduğunu görüyorum.
Biliyorsun. Senin daha önce söylediğin ve yaptığın şeylerden
dolayı.”
Ruth’un öfkeleneceğinden endişelenmiştim, ama başını
salladı ve içini çekti. “Sanırım haklısın,” dedi sonunda. “Ben
de son zamanlarda böyle düşünüyorum.”
“O halde belki de bu konuyu açmamalıydım. Durumun
farkında olduğunu bilmeliydim. Benim üstüme vazife değil.”
“Ama öyle, Kathy. Sen bizden birisin, bu yüzden ilişkimiz
seni her zaman ilgilendirir. Haklısın, aramız iyi değil. Ne
demek istediğini anlıyorum. O günkü olay, hayvan
resimleriyle ilgili olan. İyi olmadı. Ona üzgün olduğumu
söyledim.”
“Konuştuğunuza sevindim. Bunu bilmiyordum.”
Ruth, bankın üzerindeki kıvrılmış, kuru ahşap tabakaları
koparmakla meşguldü ve tamamen bu işe dalmış
görünüyordu. Sonra şöyle dedi:
“Bak Kathy, Tommy hakkında konuşmamız iyi oldu. Sana
bir şey söylemek istiyordum, ama nasıl ya da ne zaman
söyleyeceğimi bilemedim. Kathy, bana kızmayacağına söz
ver.”
Ona baktım ve: “Şu tişörtler hakkında konuşmadığın
sürece kızmam,” dedim.
“Hayır, cidden. Fazla kızmayacağına söz ver bana. Çünkü
sana bunu söylemeliyim. Daha fazla sessiz kalırsam, kendimi
hiç affedemem.”


“Tamam, söyle nedir?”
“Kathy, bir süredir düşünüyorum. Sen aptal değilsin ve
Tommy’yle benim belki sonsuza kadar birlikte
olamayacağımızı görebiliyorsun. Bir trajedi değil bu. Bir
zamanlar birbirimiz için uygunduk. Her zaman böyle devam
eder mi, kim bilir? Şimdi de bazı dedikodular var, birbirlerini
sevdiklerini, gerçekten uyumlu olduklarını kanıtlayabilen
çiftlerin erteleme alması hakkında dedikodular. Tamam, bak,
Kathy, şunu demek istiyorum. Tommy’yle benim birlikte
olmamaya karar vermemiz durumunda neler olabileceğini
düşünmen son derece doğal. Ayrılmak üzere değiliz, beni
yanlış anlama. Ama bunu düşünmüş olman son derece doğal
bir şey. Bak Kathy, anlaman gereken şu ki, Tommy sana o
gözle bakmıyor. Seni gerçekten, gerçekten çok seviyor, harika
biri olduğunu düşünüyor. Ama seni öyle, yani gerçek bir kız
arkadaş gibi görmediğini biliyorum. Ayrıca...” Ruth
duraksadı, sonra içini çekti. “Ayrıca Tommy nasıldır bilirsin.
Pireyi deve yapabilir.”
Ona gözlerimi diktim. “Ne demek istiyorsun?”
“Ne demek istediğimi biliyor olman lazım. Tommy
hoşlanmaz... yani bilirsin, onunla bununla birlikte olmuş
kızlardan. Öyle biridir Tommy. Üzgünüm Kathy, ama bunu
sana anlatmam gerektiğini düşündüm.”
Bir süre düşündüm ve sonra: “Bu tür şeyleri bilmek her
zaman iyidir,” dedim.
Ruth’un koluma dokunduğunu hissettim. “Beni yanlış
anlamayacağını biliyordum,” dedi. “Ama bilmen gereken şu
ki, Tommy seni yere göğe sığdıramıyor. Gerçekten öyle.”
Konuyu değiştirmek istedim, ama bir an için zihnim
boşaldı. Sanırım Ruth da bunu fark etti, çünkü kollarını
gererek esnedi ve: “Araba kullanmasını öğrenirsem üçümüzü


değişik bir yere götüreceğim,” dedi. “Dartmoor’a mesela.
Üçümüzü. Belki Laura ve Hannah’yı da alırız. Bütün o
bataklıkları falan görmeyi çok isterim.”
Sonraki birkaç dakika boyunca, böyle bir yolculuğa
çıksaydık neler yapacağımızdan konuştuk. Nerede
kalacağımızı sordum, Ruth büyük bir çadır ödünç alacağımızı
söyledi. Öyle yerlerde rüzgârın çok şiddetli esip geceleyin
çadırımızı rahatça uçurabileceğinden söz ettim. Bu
konuştuklarımızın hiçbirini ciddiye almadık. Ama
konuşmanın bu noktasında Hailsham’da Küçükler’deyken
Bayan Geraldine’le göl kenarında yaptığımız pikniği
hatırladım. Daha önce birlikte pişirdiğimiz keki getirmesi için
James B. ana binaya gönderilmişti, ama keki taşırken aniden
esen sert rüzgâr kekin en üst katını uçurup götürmüş, ravent
tarlasına düşürmüştü. Ruth bu olayı güçlükle hatırladığını
söyledi, ben de onun hafızasını tazelemek için:
“Başı derde girdi, çünkü ravent tarlasından geçtiği
anlaşıldı,” diye açıkladım.
Bunun üzerine Ruth bana baktı ve: “Neden? Bunun nesi
yanlış ki?” dedi.
Söyleyiş biçimi o kadar sahteydi ki, bunu herhangi biri
bile görebilirdi. Sinirlenerek iç çektim ve:
“Ruth, bana bunu yapma,” dedim. “Unutmuş olamazsın.
O yol bize yasaktı, bunu biliyorsun.”
Belki birden çok sert konuşmuştum. Her neyse, Ruth geri
çekilmedi. Hiç hatırlamamış gibi davranmaya devam etti, bu
da beni daha çok sinirlendirdi. O zaman bana çıkıştı:
“Bunun ne önemi var ki zaten? Ravent tarlasının
konumuzla ne alakası var? Ne demek istiyorsan açıkça
söyle.”


Bundan sonra sanırım eskisi gibi, arkadaşça konuşmaya
başladık. Çok geçmeden de, yarı karanlıkta, geldiğimiz
patikadan Kulübeler’e geri yürüdük. Ama aramızdaki gerilim
tam olarak düzelmedi ve Kara Ambar’ın önünde birbirimize
iyi akşamlar derken, her zaman yaptığımız gibi birbirimizin
kol ve omzuna dokunmadık. Fazla zaman geçmeden kararımı
verdim ve bunu yaptıktan sonra da hiç tereddüt etmedim. Bir
sabah kalktım ve Keffers’a bakıcı eğitimine başlamak
istediğimi söyledim. İnsanı şaşırtacak kadar kolay oldu.
Wellingtonları çamur içinde, avluda yürüyor, elinde bir boru
parçası taşıyarak kendi kendine homurdanıyordu. Yanına
gidip söyledim. Bana sanki şömine odunu istemek için
rahatsız etmişim gibi baktı. Sonra, o gün öğleden sonra bazı
formları doldurmak için gelip kendisini görmem gerektiğini
mırıldandı. Bu kadar kolay oldu işte.
Ondan sonra olayların rayına girmesi biraz zaman aldı ve
birdenbire her şeyi –Kulübeler’i, oradaki herkesi– farklı
gözlerle görmeye başladım. Artık ayrılanlardan biriydim ve
kısa sürede herkes bunu öğrendi. Belki Ruth oturup
geleceğimle ilgili uzun uzun konuşacağımızı düşünmüştü,
belki fikrimi değiştirebileceğini düşünmüştü. Ama onunla
arama mesafe koydum, aynı şekilde Tommy’yle de.
Kulübeler’de bir daha doğru dürüst konuşmadık ve bir de
baktım ki veda etme zamanı gelmiş.


Üçüncü Kısım


On Sekizinci Bölüm
Bakıcı olmak büyük ölçüde uydu bana. En iyi
özelliklerimi ortaya çıkardığını söylemek bile mümkün. Ama
bazı insanlar bu işe hiç uygun değil ve onlar için her şey
gerçek bir mücadeleye dönüşüyor. Olumlu bir tutumla
çalışmaya başlayabilirler, ama bir süre sonra acı ve kaygıyla
baş başa geçecek günler gelir. Eninde sonunda bir organ
bağışçısı hayatta kalmayı başaramaz; hatta belki ikinci
bağışıdır ve komplikasyon beklenmiyordur. Bir organ
bağışçısı bu şekilde, ansızın tükendiği zaman, hemşirelerin
söyledikleri hiçbir şeyi değiştirmez, adresinize gönderilen ve
elinizden geleni yaptığınızdan emin olduklarını bildirdikleri
mektup da öyle. En azından bir süre için, moraliniz bozulur.
Bazılarımız bununla baş etmeyi çabuk öğreniriz. Ama bazıları
–mesela Laura– asla.
Bir de şu yalnızlık meselesi var. Kalabalık gruplar içinde
büyümüşsünüzdür, bildiğiniz yaşam biçimi budur ve aniden
bir bakıcı olursunuz. Kendi başınıza saatler geçirir, arabanızla
ülkeyi merkezden merkeze, hastaneden hastaneye
dolaşırsınız. Bir gece uyuduğunuz yerlerde kaygılarınızı
anlatabileceğiniz, birlikte gülebileceğiniz kimse yoktur.
Sadece arada bir tanıdığınız bir öğrenciye rastlarsınız –eski
günlerden hatırladığınız bir organ bağışçısı ya da bir bakıcı–,
ama asla yeterli zamanınız yoktur. Ya aceleniz vardır ya da


kimseyle konuşacak mecaliniz kalmamıştır. Çok geçmeden
uzun çalışma saatleri, yolculuklar, bölünmüş uykularınız
varlığınıza sızar ve bir parçanız haline gelir; öyle ki, herkes
duruşunuzda, bakışınızda, halinizde tavrınızda bunların
etkisini görebilir.
Bütün bunlara karşı bağışıklık kazandığımı
söylemiyorum, ama böyle yaşamayı öğrendim. Oysa bazı
bakıcıların tavırları onları ele verir. Sadece yapılması
gerekenleri yapar, bir gün durdurulup organ bağışçısı
olacakları günün geldiğinin söylenmesini beklerler. Çoğunun
hastaneye girdikleri anda “sinmeleri” de bana çok dokunur.
Beyaz önlüklülere ne söyleyeceklerini bilemez, bağışçıları
adına konuşmayı beceremezler bir türlü. Bunalmalarına ve
işler kötü gittiğinde kendilerini suçlamalarına şaşmamak
lazım. Ben baş belası olmamaya çalışıyorum, ama yeri
geldiğinde sesimi duyurmayı öğrendim. İşler çok kötü giderse
tabii ki ben de öfkeleniyorum, ama en azından yapabileceğim
her şeyi yaptığımı düşünüyorum ve gerçeklerden
kaçmıyorum.
Aslında yalnızlığı bile sevmeyi öğrendim. Tabii bu, bütün
işlerim bitip yıl sonu geldiğinde birileriyle arkadaşlık etmeyi
iple çekmediğim anlamına gelmez. Ama küçük arabama
binince, birkaç saat boyunca sadece yollar, geniş, gri gökyüzü
ve hayallerimle baş başa kalmayı seviyorum. Küçük bir
şehirde birkaç dakika boş vaktim kalırsa, dükkânların
vitrinlerine bakmaktan hoşlanıyorum. Burada, tek odalı
dairemde dört tane masa lambam var. Her biri farklı renkte
ama tasarımları aynı; bükülebilen boyunlarını istediğim
şekilde eğebilirim. Böyle bir lamba daha bulmak için dükkân
vitrinlerini dolaşabilirim; satın almak için değil, evimdekilerle
kıyaslamak için.


Bazen kendi kendime vakit geçirmeye o kadar dalıyorum
ki, tesadüfen tanıdık birine rastlarsam küçük bir şok
yaşıyorum ve uyum sağlamam biraz vakit alıyor. Benzin
istasyonunun yakınındaki rüzgârlı araba parkına doğru
yürürken Laura’ya rastlayınca da böyle oldu. Park etmiş
arabalardan birinin sürücü koltuğuna oturmuş, boş gözlerle
yola bakıyordu. En son yedi yıl önce Kulübeler’de görüşmüş
olmamıza rağmen, bir an için onu görmezden gelip yanından
geçmeyi düşündüm. Tuhaf bir tepki olurdu, kabul ediyorum,
Laura en yakın arkadaşlarımdan biriydi sonuçta. Dediğim
gibi, belki de hayal dünyamdan çıkarılmak hoşuma
gitmemişti. Ama aynı zamanda, onu arabanın içine öylece
çökmüş otururken görünce, biraz önce anlattığım bakıcılardan
birine dönüşmüş olduğunu hemen anladım ve bir an için onun
hakkında daha fazla şey öğrenmek istemedim.
Ama tabii ki yanına gittim. Diğer arabalardan uzağa park
ettiği steyşın arabasına doğru yürürken buz gibi rüzgâr
esiyordu. Laura’nın üzerinde biçimsiz mavi bir anorak vardı
ve eskisine göre çok kısa olan saçları alnına yapışmıştı.
Penceresini tıklattığımda beni o kadar zaman sonra tekrar
gördüğü için hiç şaşırmadı. Sanki orada oturmuş, beni değilse
bile okuldan tanıdığı başka birini bekliyordu. Ben aniden
çıkageldiğimde, ilk düşüncesi, “Nihayet!” gibi bir şeydi sanki.
Çünkü iç çekerken omuzlarının kalkıp indiğini gördüm, sonra
hiç uzatmadan arabanın kapısını açmak üzere eğildi.
Yaklaşık yirmi dakika kadar konuştuk: Mümkün olan son
dakikaya kadar yanından ayrılmadım. Çoğunlukla onun
hakkında konuştuk, ne kadar tükendiğini, bağışçılarından
birinin ne kadar zorlu olduğunu, şu hemşireden bu doktordan
ne kadar nefret ettiğini anlattı. Onda eski Laura’nın ışıltısını
görmek istedim; muzip gülümsemesini, sivri laflarını... Ama


hiçbiri gerçekleşmedi. Eskisinden çok daha hızlı konuşuyordu
ve beni gördüğü için memnun olduğunu belli etmesine
rağmen, ben değil de başkası da gelmiş olsa onun için fark
etmeyeceği izlenimini edindim, tek istediği konuşacak
birisiydi.
Belki her ikimiz de eski günlerden söz etmenin tehlikeli
olduğunu düşünüyorduk, çünkü uzun süre geçmişten
konuşmaktan kaçındık. Ama sonunda kendimizi Ruth
hakkında konuşurken bulduk. Laura, Ruth’la birkaç yıl önce
bir klinikte karşılaşmıştı. O sırada Ruth hâlâ bakıcılık
yapıyordu. Ona Ruth’la ilgili sorular sormaya başladım ama
Laura o kadar ağzı sıkı davrandı ki, sonunda:
“Bak, onunla bir şeyler hakkında konuşmuş olmalısın,”
dedim.
Laura derin derin iç geçirdi: “Nasıldır bilirsin,” dedi.
“İkimizin de acelesi vardı.” Sonra ekledi: “Her neyse,
Kulübeler’den ayrılırken aramız çok iyi değildi zaten, belki
de bu yüzden karşılaşınca o kadar mutlu olmadık.”
“Senin de onunla bozuştuğunu bilmiyordum,” dedim.
Omzunu silkti. “Öyle büyük bir sorun yoktu. Ruth’un o
zamanlar nasıl olduğunu hatırlarsın. Üstelik sen gittikten
sonra daha da kötüleşti. Biliyorsun, insanlara sürekli ne
yapmaları gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden yoluna
çıkmıyordum. Hepsi bu. Öyle büyük bir kavga filan etmedik.
Sen de o zamandan beri görmedin mi Ruth’u?”
“Hayır, tuhaftır ama hiç görmedim. Uzaktan bile
görmedim.”
“Evet, gerçekten tuhaf. Birbirimize daha çok rastlarız
sanmıştık. Hannah’yı birkaç kez gördüm. Michael H.’yi de
öyle.” Sonra: “Bir söylenti duydum,” dedi. “Ruth’un ilk


bağışı çok kötü geçmiş diyorlar. Sadece bir söylenti, ama
birden fazla kez duydum.”
“Ben de öyle duydum,” dedim.
“Zavallı Ruth.”
Bir süre sessiz kaldık. Sonra Laura: “Duyduğum doğru
mu Kathy? Artık senin bağışçılarını seçmene izin mi
veriyorlar?” dedi.
Bazı insanların yaptığı gibi suçlayıcı bir şekilde
sormamıştı, bu nedenle başımla onayladım ve: “Ama her
seferinde değil,” dedim. “Birkaç bağışçıya iyi baktım, bu
yüzden arada bir fikrimi söylememe izin veriyorlar.”
Laura, “O zaman neden Ruth’un bakıcısı olmuyorsun?”
diye sordu.
Omuz silktim. “Bunu ben de düşündüm. Ama iyi bir fikir
olduğundan emin değilim.”
Laura şaşırmış göründü. “Ama sen ve Ruth o kadar
yakındınız ki.”
“Evet, sanırım öyleydik. Ama aynı durumdayız, Laura.
Ayrılırken biz de pek yakın arkadaş değildik.”
“Ama bu geçmişte kaldı. Ruth kötü zamanlar geçirdi.
Bakıcılarıyla da sorunları olduğunu duydum. Bakıcılarını
sürekli değiştirmek zorunda kalmışlar.”
“Şaşırmıyorum gerçekten,” dedim. “Ruth’un bakıcısı
olmak nasıldır, düşünebiliyor musun?”
Laura güldü ve bir an için gözlerinde beliren ışıltıyı
görünce sivri bir espiri yapacağını sandım. Derken gördüğüm
ışık söndü ve Laura bitkinlikle yerinde oturmaya devam etti.
Bir süre daha Laura’nın sorunlarından; özellikle de ona
kafayı takmış olduğu söylenen bir hemşireden söz ettik. Sonra
gitme vaktim geldi, kapıya uzandım, bir sonraki
karşılaşmamızda daha çok konuşmamız gerektiğini söyledim.


Ama ikimiz de henüz sözü edilmeyen bir şeyin varlığının
farkındaydık ve sanırım bu şekilde ayrılmamızın doğru
olmadığını hissettik. Gerçekten de, o sırada zihinlerimiz
tamamen aynı frekansta çalışıyordu, şimdi bundan eminim.
Sonra Laura konuştu:
“Çok tuhaf,” dedi. “Hepsinin geçmişte kaldığını
düşünmek.”
Oturduğum koltukta dönüp ona baktım. “Evet, gerçekten
tuhaf,” dedim. “Artık orada olmadığına gerçekten
inanamıyorum.”
“Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum.”
Aramızdaki bu alışveriş, yani nihayet Hailsham’ın
kapanmasından söz etmemiz, aniden bizi birbirimize
yakınlaştırdı ve kucaklaştık. Spontane bir kucaklaşmaydı,
birbirimizi rahatlatmak için değil, bir şekilde Hailsham’ın
varlığını tasdik etmek, her ikimizin anılarında yaşadığını
onaylamak için kucaklaşmıştık. Sonra aceleyle arabama
döndüm.
Hailsham’ın kapanacağına dair söylentileri, ilk kez, Laura
ile otoparkta karşılaşmamızdan bir bir buçuk yıl önce
duymuştum. Bir bağışçı ya da bakıcıyla konuşurken, sanki
benim detayları bilmem gerekiyormuş gibi konuyu açarlardı.
“Sen Hailsham’da büyümüştün değil mi? Peki, söylenenler
gerçek mi?” Bu tür sözler ederlerdi. Derken bir gün
Suffolk’taki bir klinikten çıkarken, bir alt devremden Roger
C.’ye rastladım. Bana, söylentilerin yüzde yüz doğru
olduğunu söyledi. Hailsham her an kapanabilirdi, ana bina ve
arazi de bir otel zincirine satılacaktı. Bunu bana anlattığında
verdiğim ilk tepkiyi hatırlıyorum. “Ama öğrencilere ne
olacak?” dedim. Roger sadece hâlâ orada okuyan
öğrencilerden, gözetmenlerine bağlı olan küçüklerden


bahsettiğimi sanmıştı besbelli, sıkıntılı bir ifade oluştu
yüzünde ve onların ülkenin birçok yerindeki başka evlere
dağıtılacağını tahmin ettiğini anlatmaya başladı, o evlerden
bazıları Hailsham’a hiç benzemiyordu üstelik. Ama benim
bahsettiğim konu bu değildi elbette. Ben bizlerden, benimle
birlikte büyüyen ve şimdi ülkeye dağılmış olan öğrencilerden,
bağışçı ve bakıcılardan bahsediyordum; birbirinden artık
ayrılmış olan, ama hepsi geldiği yere bir şekilde hâlâ bağlı
olan öğrencilerden.
Aynı gece, iki günlük uykusuzluktan sonra nihayet
uyumaya çalışırken, birkaç gün önce başıma gelen bir olayı
düşünmeye başladım. Kuzey Galler’deki bir sahil
kasabasındaydım. Bütün sabah yağan yağmur öğle
yemeğinden sonra durmuş ve biraz güneş açmıştı. Sahil
kenarındaki uzun ve düz gezi yolundan arabamı bıraktığım
yere dönüyordum. Etrafta hemen hiç kimse yoktu, ıslak
kaldırım taşlarından oluşan kesintisiz bir hat önümde
uzanıyordu. Bir müddet sonra bir kamyonet yanaştı, belki
yirmi metre kadar önümde durdu ve içinden bir palyaço çıktı.
Kamyonetin arka kapağını açtı ve bir kucak dolusu, yaklaşık
bir düzine kadar helyum gazıyla dolu balon çıkardı, sonra
balonlar elinde eğildi ve kamyonetin içinde bir şey aramaya
başladı. Daha yakınlaşınca, balonların hepsinin kendine özgü
yüzleri ve kulakları olduğunu gördüm, küçük bir kabileye
benziyor, sahiplerinin başının üzerinde havada sallanıp
duruyorlardı.
Sonra palyaço doğruldu, kamyonetin kapısını kapattı ve
benim yürüdüğüm yönde ilerlemeye başladı. Bir elinde küçük
bir bavul, diğerinde balonlar vardı. Sahil yolu uzun ve düzdü,
onun peşinden saatlerce yürüdüm gibi geldi bana. Bazen
kendimi tuhaf hissettim, hatta palyaço dönüp bana bir şey


söyleyecek sandım. Ama zaten gitmem gereken yol üstünde
olduğumuz için yapabileceğim başka bir şey yoktu. Böylece
palyaço önde, ben arkada yürümeye devam ettik, sabahtan
beri ıslak olan ıssız kaldırımda yürüdük, yürüdük ve bütün bu
süre zarfında balonlar hoplayarak aşağıya, bana doğru
sırıtmaya devam etti. Arada bir adamın yumruğunu
görüyordum, balonların iplerini düzgünce, sıkı sıkı
kavramıştı. Yine de, iplerden birinin kopup tek bir balonun
bulutlu gökyüzüne uçacağından endişe edip durdum.
Roger’la konuştuktan sonra gece uyuyamadım, hep o
balonları gördüm hayalimde. Hailsham’ın kapanmasını
düşündüm ve bunun, birinin elinde bir makasla gelip adamın
yumruğunun tam üstünde birbirine karışan ipleri kesmesine
benzediğine karar verdim. Bu bir kez gerçekleştikten sonra,
balonların kime ait olduğunun artık bir anlamı kalmazdı.
Roger, Hailsham’la ilgili haberi anlatırken, okulun
kapanmasının bizim gibiler için artık pek fark
yaratmayacağını söylemişti. Ve bazı açılardan haklı olabilirdi.
Ama orada artık her şeyin eskisi gibi devam etmeyeceğini
düşünmek, mesela Bayan Geraldine gibi gözetmenlerin
Kuzey Oyun Sahası’nda üçüncü sınıflara liderlik
etmeyeceğini düşünmek, sinir bozucuydu.
Roger’la konuştuktan sonraki aylarda, Hailsham’ın
kapanması ve bunun bütün yan anlamları üzerine çok
düşündüm. Sonra sanırım yavaş yavaş fark ettim ki, yapmak
istediğim birçok şey için bol bol zamanım olduğunu
düşünmem hataydı, artık çabuk hareket etmem gerekiyordu,
yoksa onlardan yakında tamamen vazgeçmek zorunda
kalabilirdim. Paniğe kapıldığımı söyleyemem. Ama
Hailsham’ın kapanması her şeyi değiştirmiş gibiydi. Bu
yüzden, Laura’nın o gün Ruth’un bakıcısı olmamla ilgili


söyledikleri beni çok etkiledi, oysa o sırada Laura’ya çok
soğuk davranmıştım. Sanki bir parçam o kararı çoktan
vermişti ve Laura’nın sözleri sadece bu kararı örten perdeyi
kaldırmıştı.
Ruth’un Dover’daki nekahet merkezine –duvarları beyaz
fayansla kaplı modern binaya–, Laura’yla konuşmamızdan
sadece birkaç hafta sonra gittim. Ruth’un ilk organ bağışının
üzerinden iki ay geçmişti ve Laura’nın dediği gibi, operasyon
iyi geçmemişti. Odasına girdiğimde üstünde geceliğiyle
yatağının kenarında oturuyordu ve bana tatlı tatlı gülümsedi.
Beni kucaklamak için ayağa kalktı ama hemen çöktü yeniden.
Bana her zamankinden iyi göründüğümü, saç modelimin çok
yakıştığını söyledi. Ben de ona güzel şeyler söyledim ve
yaklaşık yarım saat boyunca, bir arada olmaktan ikimiz de
çok mutlu olduk. Türlü şeyler hakkında konuştuk –Hailsham,
Kulübeler, o zamandan beri yaptıklarımız– ve sanki sonsuza
kadar konuşabilirmişiz gibi geldi. Yani, umut verici bir
başlangıç oldu, tahmin ettiğimden çok daha iyiydi.
Yine de, o ilk görüşmemizde, ayrılışımız hakkında hiçbir
şey söylemedik. Belki en baştan bu konuya girişseydik
olaylar farklı gelişirdi, kim bilir? Fakat bu konuyu es geçtik
ve bir müddet başka şeylerden konuştuktan sonra, ikimiz de
sanki hiçbir şey olmamış gibi davranma konusunda hemfikir
olduğumuzu anladık.
İlk buluşmamız oldukça iyi geçmişti denebilir. Ama
resmen Ruth’un bakıcısı olduktan ve onu düzenli bir şekilde
görmeye başladıktan sonra, bir şeylerin yolunda gitmediği
hissi artmaya başladı. Her hafta en az iki üç gün, öğleden
sonraları elimde madensuyu ve en sevdiği bisküvilerle onu
ziyaret etmeye başladım. Her şey harika olmalıydı, ama


başlangıçta tam tersi oldu. Konuşmaya, tamamen masumane
bir şeyler hakkında konuşmaya başlıyor, ama hiçbir neden
olmaksızın susuveriyorduk. Ya da sohbeti sürdürebilsek bile,
konuşmamız uzadıkça giderek daha yapmacık ve tutuk bir hal
alıyordu.
Derken bir öğleden sonra, odasına gitmek için koridorda
yürürken, kapısının tam karşısındaki duş odasında birinin
sesini duydum. Ruth’un duşta olduğunu düşünüp odasına
girdim ve onu beklemeye başladım, bir taraftan da
pencereden dışarı bakıyor, damları ve çatı katlarını
seyrediyordum. Beş dakika geçti ve Ruth bir havluya sarınmış
halde içeri girdi. Adil davranayım, beni daha bir saat kadar
beklemiyordu ve sanırım duştan sonra sadece bir havluya
sarılı haldeyken herkes kendisini oldukça savunmasız
hisseder. Yine de, beni gördüğü anda yüzünde beliren panik
ifadesine çok şaşırdım. Bunu biraz açıklamam gerek. Tabii ki,
biraz şaşırmasını bekliyordum. Ama şu var ki, beni görüp kim
olduğumu algıladığında, bir saniye ya da belki daha fazla süre
için, bana korkuyla olmasa bile, sakınarak baktı. Sanki benim
ona bir şey yapmamı beklemiş, beklemiş ve şimdi de zamanın
geldiğini düşünmüştü.
O bakış bir an sonra kayboldu ve her zamanki gibi
sohbete devam ettik, ama bu olay ikimizi de sarsmıştı.
Ruth’un bana güvenmediğini anladım ve görebildiğim
kadarıyla, kendisi de bu olaya dek bunun farkına varmamıştı.
Her durumda, o günden sonra ilişkimiz daha da kötüleşti.
Sanki bir şeyi dışarı vurmuştuk ve bırakın havayı
temizlemeyi, aramıza giren olayların daha da çok farkına
varmamıza neden olmuştu. Durum öyle bir hal aldı ki, onu
görmeye gittiğimde önce birkaç dakika boyunca arabamda
oturup kendimi mücadeleye hazırlamaya çalışıyordum.


Özellikle bir randevumuzun ardından, yapılması gereken her
kontrol işlemini buz gibi bir sessizlik içinde yaptıktan sonra
sadece ve yine sessizlik içinde oturduğumuz zaman, bu işin
yürümediğini, Ruth’un bakıcılığını yapmayı bırakmam
gerektiğini rapor etmeye karar verdim. Ama sonra her şey
yine değişti ve buna da tekne neden oldu.
Bu işlerin nasıl yürüdüğünü Tanrı bilir. Bazen bir şaka,
bazen bir söylenti söz konusudur. Merkezden merkeze dolaşır,
birkaç gün içinde bütün ülkeye yayılır ve aniden her bağışçı
aynı şey hakkında konuşmaya başlar. Bu kez, bir tekne
hakkında konuşuluyordu. Başlangıçta tekneyi, Kuzey
Galler’deki bağışçılarımın ikisinden duymuştum. Birkaç gün
sonra Ruth da bana aynı şeyden söz etmeye başladı.
Konuşacak bir konu bulmamıza çok sevinmiştim ve devam
etmesi için cesaretlendirdim.
“Üst kattaki oğlan,” dedi, “onun bakıcısı tekneyi
gerçekten gidip görmüş. Yoldan çok uzakta olmadığını
söylüyor, bu sayede herkes fazla uğraşmak zorunda kalmadan
gidip görebiliyormuş. Bu tekne orada öylece duruyormuş,
bataklıkların arasında sıkışıp kalmış.”
“Oraya nasıl gelmiş?” diye sordum.
“Nereden bileyim? Belki sahibi kurtulmak istemiştir
ondan. Ya da belki her yeri sular bastığında akıntıya kapılmış
ve oraya vurup kalmıştır. Kim bilir? Eski bir balıkçı teknesi
olduğu söyleniyor. Fırtına çıktığında iki denizcinin
sığışabileceği bir küçük kabini varmış.”
Onu ziyarete geldiğim sonraki birkaç seferde, konuyu hep
tekneye getirmeyi başardı. Derken bir gün öğleden sonra,
bana merkezdeki bağışçılardan birinin, bakıcısı tarafından


tekneyi görmeye götürüldüğünü anlatmaya başladı. Ben de
ona:
“Bak, o kadar yakın değil, biliyorsun,” dedim. “Arabayla
bir, hatta bir buçuk saat uzakta.”
“Bir şey ima etmeye çalışmıyordum. İlgilenmen gereken
başka bağışçılar olduğunu biliyorum.”
“Ama sen tekneyi görmek istiyorsun. Bu tekneyi görmek
istiyorsun, değil mi Ruth?”
“Sanırım evet. Sanırım istiyorum. Her günüm burada
geçiyor. Evet, öyle bir şey görmek hoşuma giderdi.”
“Peki sence,” –bunu yumuşak bir sesle, ciddiyetle
söyledim– “oraya arabayla gitmişken Tommy’yi de ziyaret
etmeli miyiz? Onun kaldığı merkez bu tekneye çok yakın
olduğuna göre?”
Başta Ruth ne düşündüğünü hiç belli etmedi. “Sanırım
bunu düşünebiliriz,” dedi. Sonra güldü ve ekledi: “İnan bana,
Kathy, tekneden bahsetmemin tek nedeni bu değildi. Tekneyi
de görmek istiyorum. Bunca zamandır hastaneler arasında
mekik dokuyorum. Sonra da buraya tıkıldım kaldım. Bu tür
şeyler artık eskisinden çok daha fazla önem taşıyor. Ama
doğru, biliyordum. Tommy’nin Kingsfield merkezinde
olduğunu biliyordum.”
“Onu görmek istediğine emin misin?”
Hiç tereddüt etmeden: “Evet,” dedi. Doğrudan gözlerimin
içine baktı. “Evet, istiyorum.” Sonra alçak sesle: “O çocuğu
çok uzun süredir görmedim,” dedi. “Kulübeler’den beri.”
Sonra, nihayet, Tommy hakkında konuştuk. Olayların
üstüne çok gitmedik ve zaten bildiğimden fazlasını
öğrenemedim. Ama nihayet Tommy hakkında konuşmak bizi
rahatlattı. Ruth, sonbaharda, benden kısa süre sonra


Kulübeler’den ayrıldığı sırada, artık Tommy’yle
birbirlerinden uzaklaşmış olduklarını anlattı.
“Eğitim almak için farklı yerlere gideceğimizden dolayı,”
dedi, “ayrılmak gereksiz göründü. Bu nedenle ben eğitime
gidene kadar birlikteydik.”
O cümleden sonra, ikimiz de daha fazla bir şey
söylemedik.
Tekneyi görmeye gitmek hakkındaki bu ilk
konuşmamızda, ona kesin bir cevap vermedim. Ama sonraki
iki hafta boyunca Ruth tekneden bahsetmeyi sürdürdü ve nasıl
olduysa, planlarımız giderek kesinleşti. Sonunda bir tanıdık
aracılığıyla Tommy’nin bakıcısına mesaj gönderdim ve
Tommy bizi görmek istemediğini bildirmediği sürece,
önümüzdeki hafta içinde bir gün Kingsfield’e geleceğimizi
söyledim.


On Dokuzuncu Bölüm
Kingsfield’e yolum düşmemişti, bu yüzden Ruth’la yolda
birkaç kez haritaya bakmak zorunda kaldık ve buna rağmen
biraz geciktik. Kingsfield, en iyi nekahet merkezlerinden biri
değildi ve şimdi benim için özel bir anlamı olmasa, ziyaret
etmek isteyeceğim yerlerden biri de olmazdı. Sapa bir
yerdedir, ulaşması zordur ama buna rağmen oraya varınca
gerçek anlamda huzur ve sükûnet hissedemezsiniz. Çitlerin
diğer tarafındaki geniş yollarda işleyen trafiği hep işitirsiniz
ve binayı hiçbir zaman gerektiği şekilde bitirmedikleri
düşüncesi kaplar içinizi. Bağışçıların odalarına çoğunlukla
tekerlekli sandalyeyle ulaşamazsınız ya da çok havasız veya
cereyanlıdırlar. Yeterli sayıda banyo yoktur ve olanları da
temiz tutması zordur, üstelik kışın banyolar çok soğuktur ve
bağışçı odalarından genellikle çok uzaktadır. Kısacası
Kingsfield, Ruth’un Dover’daki parlak seramiklerle kaplı,
kolunu çevirince sıkı sıkı kapanan çift camlı pencerelerle dolu
merkeziyle yarışamaz.
Daha sonra, Kingsfield benim yakından tanıdığım ve
değer verdiğim bir yere dönüştükten sonra, idari binalardan
birinde, binanın bir nekahet merkezine dönüştürülmeden
önceki halini, sıradan aileler için kamp yeri olarak
kullanıldığı dönemdeki halini gösteren çerçeveli, siyah beyaz
bir fotoğraf buldum. Bu fotoğraf olasılıkla 1950’lerin sonunda


ya da 60’ların başında çekilmişti ve mutlu insanların –
çocuklar, anneler ve babalar– içinde yüzüp harika vakit
geçirdiği, dikdörtgen şeklinde büyük bir havuzu gösteriyordu.
Havuzun çevresi beton kaplıydı ama insanlar şezlonglarını
kurmuş ve deniz havlularını sermiş, gölgede oturabilmek için
şemsiyelerini açmışlardı. Fotoğrafı ilk gördüğümde,
günümüzde bağışçıların “meydan” adını taktıkları yere –
merkeze gelince arabayla girdiğiniz ilk yer– baktığımı fark
etmem epey zaman aldı. Havuz elbette doldurulmuş artık,
ama ana hatları hâlâ belli ve tramplenin metal çerçevesi de
hâlâ bir kenarda duruyor; binanın yarım kalmışlığının güzel
bir örneği. O metal çerçevenin ne olduğunu ve neden burada
olduğunu ancak fotoğrafı gördükten sonra anladım ve
bugünlerde, onu her gördüğümde gözümün önüne o
tramplenden atlayıp betona çakılan bir yüzücü geliyor.
Fotoğrafta, havuzun üç kıyısı boyunca uzanan iki katlı,
sığınağa benzer beyaz yapıları görmeseydim, meydanı
tanımayabilirdim. Bunlar ailelerin yazlık daireleriydi sanırım,
tahminimce içleri çok değişmiş olmalıydı, ama dış cepheleri
hemen hemen aynı görünüyor. Sanırım bugünün meydanı, bir
zamanların havuzundan çok da farklı değil. Hâlâ mekânın
sosyalleşme merkezi; bağışçılar biraz hava almak ve çene
çalmak için odalarından çıkıp oraya gelirler. Meydanda birkaç
tane ahşap piknik bankı var ama –özellikle güneş çok
yakarken ya da yağmur yağarken–, bağışçılar eski tramplenin
arkasında kalan eğlence salonunun çıkıntılı çatısının altında
toplanmayı tercih ederler.
O gün öğleden sonra Ruth’la Kingsfield’e vardığımızda
hava kapalı ve biraz da serindi. Arabayla meydana
girdiğimizde, görünürde o çatının altında dikilen beş altı
kişiden başka kimse yoktu. Arabayı eski havuzun olduğu


yerde –tabii orada eskiden ne olduğunu o sırada
bilmiyordum– durdurduğumda, gruptan biri diğerlerinden
ayrıldı ve bize doğru geldi. Gelen Tommy’di. Üzerinde
solmuş, yeşil bir eşofman üstü vardı ve onu son gördüğümden
bu yana beş altı kilo almış görünüyordu.
Ruth bir an panikledi. “Şimdi ne yapıyoruz?” dedi.
“Arabadan mı çıkıyoruz? Hayır, hayır, dışarı çıkmayalım.
Kımıldama, kımıldama.”
Ne yapmayı düşünüyordum bilmiyorum, ama Ruth bunu
söyleyince nedense fazla düşünmeden arabadan dışarı çıktım.
Ruth olduğu yerde kaldı, bu yüzden Tommy bize
yaklaştığında önce beni gördü ve ilk beni kucakladı. Üzerine,
tanımlayamadığım bir ilaç kokusu sinmişti. Sonra, birbirimize
henüz bir şey söylememiş olmamıza rağmen her ikimiz de
Ruth’un bizi arabadan seyrettiğini hissettik ve birbirimizden
uzaklaştık.
Arabanın ön camında gökyüzü yansıyordu, o nedenle
Ruth’u pek iyi göremiyordum, ama ciddi, neredeyse donmuş
bir ifadeyle baktığı izlenimini edindim, sanki Tommy ve ben
seyretmekte olduğu bir tiyatro oyunundaki oyunculardık.
Bakışında bir tuhaflık vardı, bu beni rahatsız etti. Sonra
Tommy yanımdan ayrılıp arabaya doğru yürüdü. Arka kapıyı
açtı, içeri girip arka koltuğa oturdu seyretme sırası bana geldi;
arabanın içinde konuşmalarını, sonra kibarca yanaktan
öpüşmelerini izledim.
Meydanın karşısında, çatının altındaki bağışçılar da bizi
seyrediyorlardı, onlara düşmanca hisler beslemesem de,
aniden oradan çabucak çekip gitmek istedim. Ama Tommy ve
Ruth baş başa biraz daha zaman geçirsinler diye, arabaya
girmekte acele etmedim.


Dar ve virajlı yollarda gittik önce. Sonra belirgin
özellikleri olmayan kırlık bir alana çıktık ve neredeyse
bomboş yol boyunca ilerlemeye devam ettik. Tekneye
yolculuğumuzun o bölümünden hatırladığım şeyler: Uzun
süre sonra bütün o griliğin içinden güneşin ilk kez
parıldamaya başlaması ve ne zaman yanımda oturan Ruth’a
baksam gülümsüyor olması. Nelerden konuştuğumuza
gelince, belleğim, birbirimizi zaten düzenli olarak
görüyormuşuz gibi davrandığımızı hatırlatıyor, tam
karşımızdaki şeyler dışında bir şey hakkında konuşmaya
ihtiyacımız yoktu. Tommy’ye tekneyi görüp görmediğini
sordum, bana hayır dedi, görmemişti, ama merkezdeki
bağışçıların birçoğu görmüştü. Onun da önüne birkaç fırsat
çıkmış, ama o bunları değerlendirmemişti.
“Gitmek istemiyor değildim aslında,” dedi, arka
koltuklardan öne doğru eğilip. “Ama durumum uygun değildi
gerçekten. Bir keresinde gidecektim, birkaç kişi ve onların
bakıcılarıyla birlikte, ama biraz kanamam vardı ve
gidemedim. Çok zaman önceydi bu. Artık o tür sorunlar
yaşamıyorum.”
Bir süre sonra, boş kırlık arazide ilerlemeye devam
ederken, Ruth koltuğunda iyice arkaya dönüp doğrudan
Tommy’ye bakmaya başladı ve öyle durmaya devam etti.
Yüzünde hâlâ o küçük gülümseme vardı ama hiçbir şey
söylemiyordu, aynadan Tommy’nin açıkça rahatsız olduğunu
görebiliyordum. Camdan dışarı bakıyor, tekrar Ruth’a
dönüyor, sonra yüzünü tekrar cama çeviriyordu. Bir müddet
sonra, Ruth bakışlarını Tommy’nin üzerinden ayırmadan,
tanıdığı biri hakkında kopuk bir anekdot anlatmaya başladı.
Kaldığı merkezdeki bir başka bağışçı hakkında, hiçbir şey
bilmediğimiz biri hakkında konuşuyordu. Bütün bu süre


içinde, o nazik gülümsemesi yüzünden hiç eksilmeden
Tommy’ye bakmaya devam etti. Belki onun bu hikâyesinden
sıkılmaya başladığımdan ya da Tommy’ye yardımcı olmak
istediğimden, bir süre sonra sözünü kestim:
“Evet, tamam, onunla ilgili her detayı duymak zorunda
değiliz.”
Bunu kötülük olsun diye söylemedim ve gerçekten başka
bir niyetim yoktu. Ama Ruth konuşmasını kesmeden önce,
ben daha cümlemi bitirmeden, Tommy aniden kahkahaya
benzer bir ses, bir tür patlama sesi, daha önce hiç duymadığım
bir gürültü çıkardı.
“Ben de aynı şeyi söylemek üzereydim. Ne anlattığını bile
bilmiyorum.”
Yola bakıyordum, o yüzden bana mı yoksa Ruth’a mı
hitap ettiğini bilemiyordum. Her durumda, Ruth konuşmayı
bıraktı ve koltuğunda yavaşça, tekrar önüne döndü. Özellikle
üzülmüş görünmüyordu, ama gülümsemesi yok olmuştu,
gözleri de uzaklara, ilerideki gökyüzünde bir yerlere dalmıştı.
Ama dürüst olmalıyım; aslında ben o sırada Ruth’u
düşünmüyordum. Yüreğim hop etmişti, çünkü tek bir vuruşla,
anlaştığımızı gösteren o küçük kahkahayla, Tommy’yle onca
yıl sonra tekrar yakınlaştığımızı hissetmiştim.
Kingsfield’den yola çıktıktan yaklaşık yirmi dakika sonra
aradığımız sapağı buldum. Dar, kavisli ve çalılıklarla
gölgelenmiş bir yola girdik, bir grup çınarın yanına park ettik.
Koruluğun başladığı yere kadar önde yürüdüm, ama sonra
ağaçlar arasında üç farklı patikayla karşılaşınca durup
yanımda getirdiğim yol tarifine bakmak zorunda kaldım. Notu
veren kişinin el yazısını okumaya çalışırken, aniden Ruth ve
Tommy’nin arkamda durduklarını hissettim, hiç konuşmadan,
çocuklar gibi yol gösterilmesini bekliyorlardı.


Koruluğa girdik, orada yürümek oldukça kolay olmasına
rağmen Ruth’un nefes almakta zorlanmaya başladığını fark
ettim. Tommy ise, tam tersine hiçbir sıkıntı yaşamıyor
gibiydi, ama yürürken hafifçe topallıyordu. Sonra dikenli
tellerden bir çite vardık; teller eğilmiş, bükülmüş ve paslıydı;
sarkıyordu.
Ruth endişeyle, “Ah, olamaz,” dedi. Sonra bana dönüp:
“Bu konuda bir şey söylememiştin. Dikenli tellerden hiç
bahsetmedin!” dedi.
“Fazla zor olmayacak,” dedim. “Altından geçebiliriz.
Sadece birbirimize yardım etmemiz gerekecek.”
Ama Ruth gerçekten bozulmuştu ve yerinden
kımıldamadı. Sonra, Ruth ayakta nefes nefese, omuzları inip
kalkarak beklerken, Tommy ilk kez o an Ruth’un ne kadar
zayıf olduğunu fark etmiş göründü. Belki daha önce fark
etmiş, ama bunu kabullenmemişti. Ruth’a birkaç saniye uzun
uzun baktı. Sanırım sonra şöyle oldu –tabii bundan emin
olamam–; ikimiz de, yani Tommy ve ben, arabada olanları,
Ruth’a karşı nasıl birlikte tavır aldığımızı hatırladık. Ve aynı
anda neredeyse içgüdüsel olarak ikimiz birden yanına gittik.
Ben koluna girdim, Tommy öbür yanından dirseğini tuttu ve
birlikte dikenli tellere doğru yürüdük.
Çiti aşacağım zaman Ruth’un kolunu bıraktım. Sonra
telleri olabildiğince kaldırdım ve Tommy’yle beraber,
altından geçmesine yardım ettik. Sonuçta Ruth için o kadar
zor olmadı: Daha çok kendine güveniyle ilgili bir sorundu ve
biz yanında olunca korkusu geçti. Hatta çitin öbür yanında,
Tommy’nin geçmesine yardım etmek için, benimle birlikte
telleri kaldırdı. Tommy rahatça geçti ve Ruth ona:
“Sorun böyle eğilmek. Bazen o kadar iyi beceremiyorum
bunu,” dedi.


Tommy mahcup görünüyordu, biraz önce olandan dolayı
mı utandı, yoksa arabada birlikte Ruth’un üzerine gitmemizi
mi hatırladı diye merak ettim. Başıyla önümüzdeki ağaçları
işaret etti ve:
“Sanırım bu yoldan gitmeliyiz. Doğru mu, Kath?” diye
sordu.
Elimdeki kâğıda baktım ve tekrar yol göstermeye
başladım. Koruluğun içinde ilerledikçe hava adeta karardı ve
zemin giderek bataklığa benzemeye başladı.
Ruth’un gülerek Tommy’ye: “Umarım kaybolmayız,”
dediğini duydum, ama ileride açık bir alan görüyordum.
Düşünmeye vakit bulunca, arabada olanlardan niçin o kadar
rahatsız olduğumu anladım. Sorun, sadece Ruth’un üstüne
gitmiş olmamız değildi. Onun bu tavrımızı karşılayış
biçimiydi. Eskiden, böyle bir durumda bize karşılık
vermemesi düşünülemezdi bile. Bunu anladığım anda
durdum, Ruth’la Tommy’nin bana yetişmelerini bekledim ve
kolumu Ruth’un omzuna attım.
Bu çok duygusal bir hareket gibi görünmedi bana, bir
bakıcının yapabileceği bir şeydi, çünkü şimdi Ruth’un
yürüyüşünde gerçekten bir sorun vardı. Onun hâlâ ne kadar
zayıf olduğunu tahmin edemediğimi düşündüm. Nefes
almakta giderek daha çok zorlanıyor ve birlikte yürürken
bazen üstüme yıkılacak gibi oluyordu. Derken ağaçların
arasından ve açıklıktan geçtik, artık tekneyi görebiliyorduk.
Aslında bir açıklığa çıkmamıştık, seyrek ağaçlı koruluk
sona ermişti ve şimdi önümüzde bataklık bir arazi vardı.
Solgun gökyüzü göz alabildiğine uzanıyor, araziyi bölen su
birikintilerinde yansıyordu. Belli ki çok uzak olmayan bir
zamana dek koru buralara kadar yayılıyordu, çünkü toprağın
içinden hayalet gibi, yerden en fazla birkaç karış yükseklikte


ölü ağaç gövdeleri çıkıyordu. Ölü ağaçların ötesinde, altmış
metre kadar ileride tekne duruyordu, soluk güneşin altında
bataklıklara saplanıp kalmıştı.
Ruth: “Ah, tam da arkadaşımın anlattığı gibi,” dedi.
“Gerçekten çok güzel.”
Sessizlikle çevrilmiştik, tekneye doğru yürümeye
başladığımızda ayakkabılarımızdan gıcırtılar yükseliyordu.
Bir müddet sonra ayaklarım öbek öbek otların arasına
gömülmeye başlayınca: “Tamam, buraya kadar,” dedim.
Arkamdan gelenler hiç karşı çıkmadı ve omzumun
üzerinden arkama baktığımda, Tommy’nin yine Ruth’u
kolundan tuttuğunu gördüm. Ama belli ki sadece sarsılmadan
yürümesini sağlamak içindi. En yakındaki ölü ağaç gövdesine
kadar, toprağın daha sert olduğu yerlere basarak uzun
adımlarla yürüdüm ve dengemi bulmak için ona tutundum.
Tommy ve Ruth da beni örnek alarak bir başka ağaç
gövdesine, solumda, biraz arkamda kalan içi oyuk ve
benimkinden daha zayıf bir ağaç gövdesine yürüdüler, yanına
çömeldiler. Sonra birlikte kıyıya oturmuş tekneye baktık.
Boyasının çatlamış olduğunu, küçük kabinin ahşap
çerçevelerinin dökülmekte olduğunu görebiliyordum. Bir
zamanlar gökyüzü mavisine boyanmıştı ama şimdi göğün
altında neredeyse beyaz görünüyordu.
“Acaba oraya nasıl geldi?” dedim. Sesimi onlara
duyurmak için yükseltmiştim ve yankılanacağını sanmıştım,
ama ses şaşırtacak kadar yakından, sanki halı kaplı bir odanın
içindeymişim gibi yakından geldi.
Sonra arkamda Tommy’yi duydum: “Hailsham belki artık
buraya benziyordur. Sizce?”
“Neden buraya benzesin?” Ruth gerçekten anlamamış
gibiydi. “Sırf kapandı diye bataklığa benzeyecek değil ya.”


“Herhalde haklısın. Yanlış söyledim. Ama artık
Hailsham’ı burası gibi hayal ediyorum. Mantık aramayın.
Hatta burada gördüklerim kafamdaki görüntüye oldukça
uyuyor. Ama teknesiz tabii. Buraya benzeseydi, pek fena
olmazdı.”
Ruth, “Bu çok tuhaf,” dedi. “Çünkü geçen sabah rüyamda
14. Oda’daydım. Hailsham’ın kapandığını biliyordum, ama
işte oradaydım, 14. Oda’da. Pencereden dışarı bakıyordum,
her yer sular altında kalmıştı. Dev bir göl gibiydi. Penceremin
altında bir sürü çöp, boş içecek kartonları falan akıntıya
kapılmış sürükleniyordu. Ama panik ya da benzer bir şey
hissetmedim. Hoş ve sakindi, aynı burası gibi. Tehlike
olmadığını biliyordum. Sadece kapandığı için o hale gelmişti,
bunun farkındaydım.”
Tommy, “Biliyor musunuz,” dedi. “Meg B. bir süre bizim
merkezdeydi. Sonra ayrıldı, üçüncü organ bağışı için kuzeyde
bir yere gitti. Ameliyatının nasıl geçtiğine dair hiçbir şey
duymadım. Siz bir şeyler duydunuz mu?”
Başımı iki yana salladım, Ruth’dan hiç ses çıkmayınca
dönüp ona baktım. Önce hâlâ tekneye baktığını sandım, ama
sonra bakışlarının çok uzağa, tırmanmakta olan bir uçağın
arkasından uzayan dumana odaklandığını gördüm. Sonra
konuştu:
“Size duyduğum bir şeyi anlatacağım,” dedi. “Chrissie
hakkında duyduğum bir şey. İkinci bağışından sonra tükenmiş
o.”
Tommy, “Ben de öyle duydum,” dedi. “Doğru duymuş
olmalıyız. Çok yazık. Üstelik sadece ikinci bağışından sonra.
Benim başıma gelmediğine memnunum.”
Ruth, “Bence bize söylediklerinden çok daha sık böyle
oluyor,” dedi. “Şuradaki bakıcıma soralım. Büyük olasılıkla


bu gerçeği biliyor. Ama bir şey söylemiyor.”
Tekrar tekneye bakıp, “Öyle büyük bir komplo yok,”
dedim. “Bazen oluyor. Chrissie’nin böyle çabuk tükenmesi
üzücü. Ama bu sık olan bir şey değil. Bugünlerde gerçekten
çok dikkatliler.”
Ruth yine, “Bahse girerim bize anlattıklarından çok daha
sık oluyor,” dedi. “Organ bağışları arasında bizi sürekli başka
yerlere taşımalarının bir nedeni de bu.”
“Bir keresinde Rodney’ye rastladım,” dedim.
“Chrissie’nin tükenmesi üzerinden çok zaman geçmemişti.
Onu Kuzey Galler’deki bir klinikte gördüm. Durumu fena
değildi.”
Ruth, “Ama eminim Chrissie için içi parçalanmıştır,”
dedi. Sonra Tommy’ye, “Bize olanların yarısını bile
anlatmıyorlar, anlamadın mı?”
“Aslında,” dedim, “Rodney, Chrissie konusunda çok kötü
hissetmiyordu. Şüphesiz çok üzülmüştü, ama iyiydi. Zaten
birkaç yıldır birbirlerini görmemişler. Chrissie’nin kafasını
takmayacağını düşündüğünü söyledi. Sanırım o daha iyi
bilir.”
Ruth, “Niçin o daha iyi bilirmiş?” dedi. “Chrissie’nin
neler hissettiğini nasıl olur da bilebilir? Ne istediğini nasıl
bilecek? Masanın üstünde yatıp hayata tutunmaya çalışan o
değildi. Nereden bilecekmiş?”
Bu öfke eski Ruth’u hatırlatıyordu, dönüp ona bakmama
neden oldu. Belki de sadece gözleri parlıyordu, ama bana çok
sert ve aksi bir ifadeyle bakıyordu.
Tommy, “İkinci bağışta tükenmek iyi bir şey değil,” dedi.
“İyi olamaz.”
Ruth, “Rodney’nin kafayı takmadığına inanamam,” dedi.
“Onunla sadece bir iki dakika konuştun. Bu kadarcık


konuşmayla her şeyi nasıl anlayabilirsin?”
“Evet,” dedi Tommy. “Ama eğer Kathy’nin dediği gibi
zaten ayrıldılarsa...”
Ruth onun sözünü kesti. “Bu hiçbir şeyi değiştirmez,”
dedi. “Bazı açılardan her şeyi daha da kötüleştirmiş olabilir.”
“Rodney’nin durumunda çok insan gördüm,” dedim.
“Böyle şeyleri kaldırabiliyorlar, bunu başarıyorlar.”
Ruth, “Nereden biliyorsun?” dedi. “Nasıl bilebilirsin? Sen
hâlâ bir bakıcısın.”
“Bakıcı olduğum için çok şey görüyorum. Fazlasıyla hem
de.”
Bir an ikimiz de Tommy’ye baktık, ama o tekneyi
seyrediyordu. Sonra konuştu:
“Benim kaldığım merkezde bir adam vardı,” dedi. “İkinci
bağışından çıkamayacağından korkuyordu hep. Bunu
hissettiğini söylüyordu. Ama her şey yolunda gitti.
Geçenlerde üçüncü bağışından çıktı ve durumu çok iyi.” Bir
eliyle gözlerine siper aldı. “Ben bakıcı olarak pek iyi
değildim. Hatta araba kullanmayı bile öğrenmedim. Sanırım
bu yüzden ilk bağışıma bu kadar erken çağrıldım. Böyle
olmaması gerektiğini biliyorum, ama oldu işte. Buna kafamı o
kadar takmadım gerçekten. Oldukça iyi bir bağışçıyım, ama
berbat bir bakıcıydım.”
Bir süre kimse konuşmadı. Sonra Ruth daha da alçak bir
sesle cevap verdi:
“Sanırım ben oldukça iyi bir bakıcıydım. Ama beş yıl
benim için yeterli oldu. Senin gibiydim Tommy. Bağışçı
olduğumda, artık buna oldukça hazırdım. Doğru geldi bana.
Zaten bunu yapmamız bekleniyor, değil mi?”
Cevap vermemi bekliyor muydu, emin değildim. Bunu,
lafı bir yere çekmeye çalışmadan söylediği belliydi ve bu


cümleyi alışkanlıktan söylemiş olma ihtimali çok yüksekti; bu
tür şeyleri bağışçılar her zaman söyler. İkisine tekrar dönüp
baktığımda, Tommy hâlâ eliyle gözlerine siper alıyordu.
“Teknenin daha yakınına gidemememiz çok yazık,” dedi.
“Daha kuru bir günde belki tekrar gelebiliriz.”
Ruth yumuşak bir sesle, “Tekneyi gördüğümüze
sevindim,” dedi. “Gerçekten çok güzel. Ama sanırım artık
gitmek istiyorum. Rüzgâr oldukça sert esiyor.”
Tommy, “En azından görmüş olduk,” dedi.
Arabaya dönerken, gelişimizdekinden çok daha rahatça
sohbet ettik. Ruth ve Tommy merkezleriyle ilgili bazı şeyleri
karşılaştırdılar; yemek, havlular, bu tür şeylerden konuştular.
Ben de sürekli konuşmaya dâhil edildim, çünkü diğer
merkezler hakkında sorular sordular, şu veya bu normal midir
dediler. Ruth’un yürümesi artık düzelmişti ve dikenli tellere
geldiğimizde telleri kaldırdığım zaman hiç tereddüt etmedi.
Arabaya bindik, Tommy yine arka koltuğa geçti. Bir süre
keyfimiz yerindeydi. Şimdi geriye baktığımda, belki de bir
şeylerin açıkça söylenmediğini hissediyorduk diye
düşünüyorum, ama daha sonra olanları hatırladığım için böyle
düşünüyor olabilirim.
Olayın başlangıcı, biraz önce olanların tekrarıydı sanki.
Uzun ve neredeyse boş yola geri dönmüştük, Ruth yanından
geçtiğimiz bir afiş hakkında bir şeyler söyledi. Afiş neydi
şimdi hatırlamıyorum bile, yol kenarına konan o kocaman
reklam posterlerinden biriydi sadece. Yorumu kendi kendine
konuşur gibi yapmıştı, belli ki fazla anlam yüklememişti.
Şöyle bir şey söyledi: “Aman Tanrım, şuna bakın. Yeni bir
şey ortaya çıkarmak için en azından biraz uğraşıyorlar
sanırsın.”


Ama Tommy arkadan, “Aslında ben beğendim.
Gazetelerde de basıldı. Bence başarılı,” dedi.
Belki yine o hissi, Tommy’yle yine yakınlaştığımızı
hissetmek istedim. Çünkü tekneye yürüyüşümüz ne kadar iyi
geçmiş olursa olsun, o ilk kucaklaşmamızdan ve arabanın
içindeki o anımızdan başka ortak paylaşımımız olmamıştı.
Her neyse, kendimi şöyle derken buldum:
“Aslında ben de beğendim. Bu afişleri yapmak,
düşündüğümüzden çok daha fazla emek gerektiriyor.”
“Doğru,” dedi Tommy. “Birinden duydum, o afişleri
yapmak haftalar, hatta aylar alıyormuş. İnsanlar bazen
geceleri de çalışıyor, en doğrusunu yapana kadar tekrar tekrar
üstünden geçiyorlarmış.”
“Yanından geçip giderken eleştirmek kolay,” dedim.
“Dünyadaki en kolay şey,” dedi Tommy
Ruth hiçbir şey söylemedi ve önümüzde uzanan boş yola
bakmaya devam etti. Sonra ben:
“Afişlerden konuştuğumuza göre,” dedim, “gelirken bir
tanesini fark etmiştim. Birazdan yine görürüz. Bizim
tarafımızda olacak. Birazdan karşımıza çıkacak.”
Tommy, “Neyin afişi?” dedi.
“Göreceksiniz. Birazdan karşımıza çıkacak.”
Yanımda oturan Ruth’a baktım. Gözlerinde öfke yoktu,
sadece bitkin görünüyordu. Hatta afiş birazdan göründüğünde
bütün söylediklerimiz ona zararsız bile gelebilir, afiş bize
Hailsham’ı hatırlatan bir şey olabilirdi. Bütün bunları onun
yüzünde görebiliyordum, tek bir ifadede yoğunlaşmamıştı,
yüzü sürekli değişiyordu sanki. Bütün bu zaman süresince,
bakışları yola kitlenmişti.
Arabayı yavaşlatıp kenara çektim, kenardaki çalılıklara
girdim.


Tommy, “Neden durduk, Kath?” diye sordu.
“Çünkü en iyi buradan görebiliriz. Yakınlaşırsak, fazla
yukarı bakmak gerekir.”
Arkamızda Tommy’nin daha iyi görebilmek için yerinde
kıpırdandığını duyabiliyordum. Ruth kımıldamadı, onun afişe
baktığından bile emin değilim.
“Peki, tamamen aynısı değil,” dedim bir an sonra, “ama
bana öbürünü hatırlattı. Açık ofis, akıllı, gülen insanlar.”
Ruth sessiz kalmaya devam etti, ama Tommy arkadan:
“Anladım şimdi. O gün gittiğimiz yere benziyor,” dedi.
“Sadece o kadarla kalmıyor,” dedim. “O ilana da çok
benziyor. Yerde gördüğümüz ilana. Hatırladın mı, Ruth?”
Alçak sesle, “Pek hatırlayamadım,” dedi.
“Ah, haydi. Hatırlıyorsun tabii. Yolda bir broşür
bulmuştuk. Su birikintisinin yanında. Seni çok etkilemişti.
Hatırlamıyor numarası yapma.”
“Sanıyorum hatırlıyorum.” Ruth’un sesi artık neredeyse
bir fısıltı gibi çıkıyordu. Yanımızdan bir kamyon geçti.
Arabamızın sallanmasına neden oldu ve birkaç saniyeliğine
afişin önünü de kapadı. Ruth başını eğdi, sanki kamyonun
afişteki resmi tamamen ortadan kaldıracağını umuyordu. Afiş
tekrar görüş alanımıza girdiğinde başını kaldırmadı.
“Çok tuhaf,” dedim. “Şimdi hepsini hatırlıyorum.
Hakkında ne kadar çok konuşuyordun, hatırladın mı? Bir gün
buna benzer bir ofiste çalışacağını söylerdin.”
Tommy, “Evet, oraya bu nedenle gitmiştik,” dedi, sanki
ikinci kez düşündüğünde aklına gelmiş gibi. “Norfolk’a senin
olası modelini görmek için gitmiştik. Ofiste çalışıyordu.”
Ruth’a, “Bazen keşke daha çok araştırsaydım diye
düşündüğün oluyor mu?” dedim. “Tamam, aramızda, bir
ofiste çalışan ilk kişi sen olurdun. Duyduğumuz kadarıyla


böyle bir şey yapan ilk kişi sen olurdun. Ama bunu
yapabilirdin. Başarsaydın ne olurdu diye düşünüyor musun
bazen?”
“Nasıl yapabilirdim ki?” Ruth’un sesi artık neredeyse
duyulmuyordu. “Bir zamanlar hayalini kurdum, o kadar.”
“Ama en azından araştırabilirdin. Ne biliyorsun, belki
bırakırlardı seni.”
Tommy, “Evet, Ruth,” dedi. “Belki de denemeliydin en
azından. O kadar konuştuktan sonra. Bence Kath doğru
söylüyor.”
“Ben bundan sürekli bahsedip durmadım, Tommy. En
azından böyle yaptığımı hatırlamıyorum.”
“Ama Tommy haklı. En azından denemeliydin. Böyle bir
afiş gördüğünde, bir zamanlar istediğin şeyi hatırlayabilir ve
en azından araştırabilirdin...”
“Nasıl araştıracaktım?” Ruth’un sesi ilk kez sertleşti, ama
sonra içini çekti ve tekrar başını eğdi. Sonra Tommy:
“Özel muamele görebileceğinden söz ediyordun hep. Hiç
belli olmazdı, bu olabilirdi. En azından sormalıydın.”
Ruth, “Tamam,” dedi. “Araştırmam gerekirdi diyorsunuz.
Bunu nasıl yapacaktım? Nereye gidecektim? Araştırmam için
bir yol yoktu.”
“Ama Tommy haklı,” dedim, “eğer özel biri olduğuna
inanıyorsan, en azından sorman gerekir. Madam’a gidip
sormalıydın.”
Bunu söyler söylemez –Madam’ın adını andığım anda–
hata yaptığımı anladım. Ruth başını kaldırıp bana baktı ve
yüzünde zafer gibi bir şeyin parladığını gördüm. Bazen
filmlerde görürsünüz, birisi elindeki silahı başka birine
yöneltir ve ona bir şeyler yaptırır. Sonra aniden bir karışıklık,
bir boğuşma olur ve silah öbürünün eline geçer ve bu ikinci


kişi birincisine gözlerinde bir ışıltıyla bakar, talihine
inanamıyormuş gibi bir ifadeyle, intikam zamanı gelmiştir
çünkü. Evet, Ruth artık bana böyle bakıyordu, ertelemeyle
ilgili hiçbir şey söylememiş olmama rağmen, Madam’dan
bahsetmiştim ve artık yeni bir aşamaya geçtiğimizi
biliyordum.
Ruth paniklediğimi fark etti ve oturduğu yerde doğrulup
yüzünü bana döndü. Bu yüzden saldırısına kendimi
hazırladım, bana ne söylerse söylesin artık her şeyin farklı
olduğunu kendime hatırlattım, geçmişte yaptığı gibi her şeyi
kendi yoluna çekemezdi artık. Kendime bunları
tekrarlıyordum ve bu yüzden konuştuğu zaman gafil
avlandım.
“Kathy,” dedi. “Beni affetmeni gerçekten beklemiyorum.
Affetmesen de haklısın zaten. Ama yine de affetmeni
istiyorum beni.”
Bu söyledikleri beni o kadar şaşırttı ki, şaşkınlıkla şöyle
diyebildim sadece:
“Neyi affedecekmişim?”
“Beni niye mi affedeceksin? Bir kere, sana içindeki
dürtülerle ilgili sürekli yalan söyledim. Geçmişte bana bazen
herkesle birlikte olabilecekmiş gibi hissettiğini anlatırdın.”
Arkamızda Tommy yine kıpırdandı, ama Ruth şimdi öne
eğilmiş, doğrudan yüzüme bakıyordu, sanki Tommy arabada
bizle beraber değilmiş gibi.
“O hislerin seni ne kadar kaygılandırdığını biliyorum,”
dedi. “Sana anlatmalıydım. Benim de aynı şeyleri
hissettiğimi, tam da senin anlattığın gibi şeyler hissettiğimi
söylemeliydim. Şimdi bütün bunları anlıyorsun, biliyorum.
Ama o sıralarda bilmiyordun ve sana anlatmam gerekirdi.
Tommy’yle birlikte olsam da kendimi bazen başkalarıyla


yatmaktan alıkoyamadığımı anlatmalıydım sana.
Kulübeler’deyken en az üç kişiyle daha yaptım.”
Bunu söylerken Tommy’nin tarafına bakmıyordu. Ama
onu görmezden gelmeye çalıştığından değil, bana ulaşmaya
öyle konsantre olmuştu ki, başka her şey bulanıklaşmıştı.
“Sana bir iki kez neredeyse anlatacaktım,” diye devam
etti. “Ama bunu yapmadım. O zaman bile o dönemde bir gün
geriye bakıp beni suçlayacağının farkındaydım. Ama yine de
sana hiçbir şey söylemedim. Beni affetmen için hiçbir neden
yok, ama şimdi sana sormak istiyorum, çünkü...” Aniden
sustu.
“Çünkü neden?” diye sordum.
Güldü ve, “Çünkü bir nedeni yok,” dedi. “Beni affetmeni
isterdim, ama bunu senden beklemiyorum. Her neyse, aslında
bu, olanların yarısı bile, ufacık bir parçası bile değil. Esas
konu şu ki, Tommy’yle seni birbirinizden uzak tuttum ben.”
Sesi yine alçaldı, neredeyse fısıltıya dönüştü. “Bu, yaptığım
en kötü şeydi.”
Biraz döndü ve ilk kez Tommy’nin bakışlarına karşılık
verdi. Sonra neredeyse hemen tekrar bana baktı, ama sanki
şimdi ikimizle birden konuşuyordu.
“Yaptığım en kötü şey buydu,” dedi yine. “Beni bu
konuda affetmeni bile istemiyorum. Tanrım, bunu kaç kez
içimden söyledim, şimdi gerçekten söylediğime
inanamıyorum. Siz ikiniz birlikte olmalıydınız. Bunu
görmemişim gibi rol yapamam. Tabii ki farkındaydım, daha
ilk günlerden beri. Ama sizi ayırdım ben. Beni affetmenizi
beklemiyorum. Şu anda yapmaya çalıştığım bu değil. Şimdi
her şeyin doğrusu olsun istiyorum. Bozduğum şeyleri
düzeltmek istiyorum.”


Tommy, “Yani nasıl, Ruth?” diye sordu. “Düzeltmek
derken neyi kastediyorsun?” Sesi yumuşaktı, çocuksu bir
merak içindeydi. Sanırım bu yüzden ağlamaya başladım.
Ruth, “Bak dinle Kathy,” dedi. “Sen ve Tommy, birlikte
erteleme almayı denemelisiniz. İkiniz için böyle bir şans
olmalı. Gerçek bir şans.”
Bir elini uzattı ve omzuma koydu, ama onu sertçe ittim ve
gözyaşlarım arasında ona baktım.
“Bunun için artık çok geç. Çok, çok geç.”
“Çok geç değil. Kathy, dinle beni. Çok geç değil. Tamam,
Tommy iki organ bağışı yaptı. Bunun bir şeyleri
değiştireceğini kim söylüyor?”
“Bütün bunlar için artık çok geç.” Tekrar hıçkırarak
ağlamaya başladım. “Bunu şimdi düşünmek bile aptallık.
Senin o ofiste çalışmak istemen gibi aptalca bir şey. Bütün
bunları geride bıraktık.”
Ruth başını sallıyordu. “Çok geç değil. Tommy, sen söyle
ona.”
Direksiyona yaslanmıştım, bu yüzden Tommy’yi hiç
görmüyordum. Tuhaf, şaşkın bir sesle mırıldanıyordu, ama ne
dediği anlaşılmıyordu.
“Bakın,” dedi Ruth. “İkiniz de beni dinleyin. Bu geziye
birlikte çıkalım istedim, çünkü şimdi söylediklerimi içimden
atmak istiyordum. Ama ayrıca size bir şeyi geri vermek de
istedim.” Deminden beri anorağının ceplerini karıştırıyordu
ve aradığını bulup elindeki buruşmuş kâğıt parçasını uzattı.
“Tommy, şunu al. İyi sakla. Sonra Kathy fikrini
değiştirdiğinde, kullanın.”
Tommy koltukların arasından uzandı ve kâğıdı aldı.
“Teşekkürler Ruth,” dedi, sanki çikolata ikram edilmiş gibi.
Birkaç saniye sonra: “Nedir bu? Anlamıyorum,” dedi.


“Madam’ın adresi. Biraz önce bana söylediğiniz gibi, en
azından denemeniz gerek.”
Tommy, “Nasıl buldun bunu?” diye sordu.
“Kolay olmadı. Uzun süre uğraştım ve riskli denemeler
yaptım. Ama sonunda buldum ve bunu ikiniz için yaptım.
Şimdi Madam’ı bulmaya çalışma sırası size geldi.”
Artık ağlamayı bırakmıştım, arabayı çalıştırdım. “Yeter bu
kadar,” dedim. “Tommy’yi geri götürmemiz gerekiyor. Sonra
biz de dönmeliyiz.”
“Ama ikiniz de bu konuyu düşüneceksiniz, değil mi?”
“Şu anda sadece geri dönmek istiyorum,” dedim.
“Tommy, adresi kaybetmezsin değil mi? Kathy fikrini
değiştirir belki.”
“Saklayacağım,” dedi Tommy. Sonra öncekinden bile
daha ciddi bir tavırla, “Teşekkürler Ruth,” diye ekledi.
“Tekneyi gördük,” dedim. “Artık geri dönmeliyiz.
Dover’a dönmek en az iki saat sürer.”
Arabayı tekrar yola çıkardım. Hatırladığım kadarıyla,
Kingsfield’e dönüş yolunda fazla konuşmadık. Meydana
ulaştığımızda, çatının altına sığınmış küçük bir grup bağışçı
gördük. Arabayla meydanı döndükten sonra Tommy’yi
bıraktım. Ruth ya da ben onu kucaklamaya ya da öpmeye
kalkmadık, ama bağışçı arkadaşlarının yanına yürürken durdu
ve bize el sallayıp gülümsedi. Tuhaf gelebilir, ama Ruth’un
kaldığı merkeze dönüş yolculuğumuzda, biraz önce
olanlardan hiç söz etmedik. Bunun bir nedeni Ruth’un çok
yorulmuş olmasıydı; yol kenarındaki son konuşma canını
çıkarmış gibiydi. Ama bunun yanı sıra, sanırım ikimiz de bir
gün için yeterince ciddi konuştuğumuzu düşünüyorduk ve
tekrar konuşmaya girişirsek bir şeyler yanlış gitmeye
başlayabilirdi. Eve dönüş yolunda Ruth’un neler hissettiğini


bilmiyorum, ama ben, bütün o güçlü duygular yerine
oturduğunda, gece olmaya başlayıp yoldaki bütün lambalar
yandığında, kendimi fena hissetmiyordum. Sanki uzun
zamandır sırtımda taşıdığım bir yükten kurtulmuştum, her şey
düzelmemişti ama daha iyi bir yere açılan bir kapı
aralanmıştı. Kendimi çok iyi hissediyordum demiyorum.
Üçümüz arasında geçen her şey çok hassas geliyordu bana,
oldukça gergindim, ama bu bütünüyle kötü bir gerginlik
değildi.
Tommy’nin iyi göründüğünü belirtmek ve kaç kilo
aldığını merak ettiğimizi söylemek haricinde, onun hakkında
konuşmadık bile. Sonra yolculuğumuzun geri kalanını
çoğunlukla yolu seyrederek, sessizlik içinde geçirdik.
Bu yolculuğun ne kadar büyük bir değişiklik yarattığını,
ancak aradan birkaç gün geçtikten sonra anladım. Ruth’la
aramdaki bütün o savunmacı ve şüpheci davranışlar uçup
gitti, bir zamanlar birbirimiz için ne kadar önemli
olduğumuzu hatırladık. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıydı.
Yaz geliyordu ve Ruth’un sağlığı fena değildi, akşamları ona
bisküvi ve madensuyu getirdiğimde pencerenin önünde yan
yana oturur, damların üstünden güneşin batışını seyreder ve
Hailsham, Kulübeler ya da aklımıza ne gelirse onun hakkında
konuşurduk. Tabii şimdi Ruth’u düşündüğümde, artık
yaşamıyor olması beni üzüyor, ama birlikte geçirdiğimiz
dönem için şükran duyuyorum.
Yine de doğru dürüst konuşmadığımız bir konu vardı: O
gün yolun kenarında bize söyledikleri. Sadece Ruth arada bir
o konuyu ima ederdi. Şöyle bir şey söylerdi örneğin:
“Tommy’nin bakıcılığını üstlenme konusunda biraz daha
düşündün mü? Biliyorsun, istersen bunu ayarlayabilirsin.”


Sonunda bu fikir, benim Tommy’nin bakıcısı olmam
düşüncesi, diğer her şeyin önüne geçti. Ona bu konuyu
düşündüğümü ve benim bile böyle bir şeyi ayarlamamın o
kadar kolay olmadığını söylerdim. Sonra genellikle konuyu
kapatırdık. Ama Ruth’un bunu hep düşündüğünü biliyordum
ve bu nedenle bir gün, onu gördüğüm son gün, artık
konuşamıyor olsa bile, benden bunu yapmamı istediğini
biliyorum.
İkinci organ bağışından üç gün sonra, sabahın erken
saatlerinde, nihayet odasına girmeme izin verdiler. Odada tek
başınaydı ve onun için yapılabilecek her şeyi yapmışlardı.
Doktorların, koordinatörün, hemşirelerin hal ve tavırlarından,
başaramayacağını düşündükleri belli oluyordu. Hastane
yatağında, loş ışıkta yatan Ruth’a bakar bakmaz, pek çok
bağışçıda gördüğüm ve bildiğim ifadeyi onun yüzünde de
okudum. Sanki kendi gözleriyle, bedeninde acıyan farklı
farklı yerleri kontrol ediyordu; endişeli bir bakıcının ülkenin
farklı yerlerindeki birkaç bağışçı arasında koşturup durması
gibi. O sırada bilinci hâlâ kesinlikle yerindeydi, ama metal
yatağının yanında dururken, ona ulaşmam imkânsızdı. Yine
de bir sandalye çekip yanına oturdum ve elini iki elimin
arasına alarak, bedeni acıyla kasılıp büzüldüğü zaman, elini
sıktım.
İzin verdikleri sürece yanında oturdum, üç saat, belki daha
fazla. Ama dediğim gibi, bütün o süre boyunca benden
uzakta, kendi içindeydi. Sadece bir kere, acıdan bedenini hiç
normal görünmeyen bir şekilde büzdüğünde –ona daha fazla
ağrı kesici vermelerini istemek için hemşireleri çağırmak
üzereydim–, sadece birkaç saniyeliğine –daha fazla değil–
bana baktı ve kim olduğumu kesinlikle bildiğini anladım.
Bağışçıların korkunç bir savaş verirken bazen ulaştıkları, her


şeyin açık seçik göründüğü berraklık anlarından biriydi. Bana
baktı ve konuşmamasına rağmen o bakışın ne anlama
geldiğini anladım. Bu nedenle ona: “Merak etme, bunu
yapacağım Ruth. En kısa sürede Tommy’nin bakıcısı
olacağım,” dedim. Bunları mırıldanarak söyledim, çünkü beni
duyamayacağını düşünüyordum, bağırarak söylesem bile.
Ama umuyorum ki, bakışlarımızın birbirine kitlendiği o
birkaç saniye içinde, ben nasıl onun ifadesini okuyabildiysem,
o da benimkini okuyabilmiştir. Sonra o an geçti ve Ruth yine
uzaklara gitti. Tabii ki hiçbir zaman emin olamayacağım, ama
anladığını sanıyorum. Anlamadıysa bile, şimdi fark ediyorum
ki, benim bir gün Tommy’nin bakıcısı olacağımı hep
biliyordu, benden bile önce. Ve ikimizin, tıpkı o gün bize
arabada söylediği gibi “deneyeceğimizi” de biliyordu.


Yirminci Bölüm
Tekneyi görmeye gittiğimiz günden neredeyse tam bir yıl
sonra, Tommy’nin bakıcısı oldum. Tommy’nin üçüncü organ
bağışının üzerinden fazla zaman geçmemişti ve oldukça hızlı
iyileşiyor olsa da, hâlâ dinlenmek için zamana ihtiyacı vardı.
Olaylar öyle gelişti ki, ilişkimizde yeni bir aşamaya geçmek
için iyi bir döneme denk geldik. Çok geçmeden, Kingsfield’e
alışmaya, hatta orayı sevmeye başlamıştım.
Kingsfield’deki bağışçıların çoğu, üçüncü organ
bağışlarından sonra kendilerine ait odalara geçerler.
Tommy’ye de merkezdeki en büyük odalardan birini
vermişlerdi. Sonraları bazı insanlar bu odayı ona benim
ayarladığımı sandılar, ama durum bu değildi; talihi yaver
gitmişti o kadar. Zaten o kadar da harika bir oda değildi.
Sanırım binanın tatil kampı olduğu günlerde banyoymuş,
çünkü tek penceresinde buzlu cam vardı ve pencere tavana
epey yakındı. Ancak bir sandalyenin üstüne çıkıp pencereyi
tutarak dışarı bakabiliyordunuz, o zaman bile sık bir çalılıktan
başka bir şey görülmüyordu. L şeklinde bir odaydı, yani içine
her zamanki yatak, sandalye ve dolabın dışında, kapağı açılır
bir okul sırası da sığdırılabiliyordu. Daha sonra anlatacağım
üzere, bu sıra gerçek bir ikramiye olduğunu kanıtladı.
Kingsfield’deki o dönemle ilgili yanlış bir izlenim
bırakmak istemiyorum. Çoğunlukla gerçekten huzurluydu,


neredeyse kırlardaki gibi ideal bir sükûnet vardı. Genelde
öğle yemeğinden sonra gelirdim ve Tommy’yi dar yatağına
uzanmış halde bulurdum. Her zaman giyinik olurdu, çünkü
“bir hasta”ya benzemek istemiyordu. Sandalyeye oturur ve
ona yanımda getirdiğim çeşitli kitaplardan bölümler okurdum,
mesela Odysseia ve Binbir Gece Masalları’ndan. Ya da
sadece konuşurduk, bazen eski güzel günler, bazen de başka
şeyler hakkında. Öğleden sonra uykuya dalardı, o zaman ben
de onun okul sırasına oturup birikmiş raporlarımı yazardım.
Gerçekten inanılmazdı, yıllar eriyip gitmişti sanki;
birbirimizin yanında o kadar rahattık ki.
Yine de hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı besbelliydi.
Öncelikle, Tommy ve ben sonunda sevişmeye başlamıştık.
Birlikte olmaya başlamadan önce Tommy seks hakkında ne
düşünüyordu bilmiyorum. Sonuçta, hâlâ nekahet
dönemindeydi ve belki de aklına gelen ilk şey seks değildi.
Onu zorlamak istemiyordum, ama birlikte olmaya
başlamışken bunu sürekli ertelersek, ilişkimizin doğal bir
parçası olarak görmemiz giderek zorlaşırdı. Sanırım bir diğer
düşüncem de şuydu; planlarımız Ruth’un istediği şekilde
ilerlerse ve erteleme için başvurursak, hiç sevişmemiş olmak
bizim için bir dezavantaj yaratabilirdi. Yani, bunu mutlaka
bize soracaklardır diye düşünmüyordum. Esas kaygım,
aramızdaki yakınlığı gösterirken bunun eksikliğinin fark
edilmesiydi.
Böylece bir gün o odada, isterse kabul edip isterse
reddedebileceği şekilde harekete geçmeye karar verdim. Her
zamanki gibi yatağına uzanmış, ben ona kitap okurken tavanı
seyrediyordu. Okumayı bitirdiğimde yatağın kenarına
oturdum ve elimi tişörtünün altına soktum. Az sonra elimi
aşağı kaydırdım ve sertleşmesi epey zaman alsa da,


yaptığımdan mutlu olduğunu hemen anladım. O ilk
seferimizde dikiş yerlerine dikkat etmemiz gerekiyordu ve
birbirimizi yıllardır tanıyor olduğumuz halde hiç sevişmemiş
olduğumuz için, kendimizi bırakmadan önce bir ara aşamaya
ihtiyacımız vardı. Bu yüzden bir süre ellerimle okşadım onu
ve o da bana dokunmak için hiçbir hamle yapmadan yattı, sesi
bile çıkmıyordu, sadece huzurlu görünüyordu.
Ama o ilk seferde bile, bunun bir başlangıç, geçtiğimiz bir
kapı olduğuna dair hissimizin yanı sıra, bir şey daha vardı.
Uzun süre bunu kabullenmek istemedim, hatta
kabullendiğimde bile, diğer bütün acılar ve ağrılar gibi bunun
da geçeceğine kendimi inandırmaya çalıştım. Demek
istediğim şu: En başından itibaren, Tommy’nin halinde hüznü
hatırlatan bir şey vardı, sanki: “Evet, bunu yaptığımız için
memnunum. Ama bu kadar geç başlamamız ne kadar yazık!”
der gibiydi.
Sonraki günlerde de, tam anlamıyla seviştiğimizde ve
bundan gerçekten mutlu olduğumuzda, aynı rahatsız edici
duygu hep oradaydı. Bu duyguyu uzaklaştırmak için her şeyi
yaptım. Her fırsatta sevişmemizi sağladım, böylece her şey
çıldırtıcı bir bulanıklıkla kaplanacak ve başka hiçbir şeye yer
kalmayacaktı. Eğer o üstteyse, dizlerimi kaldırabildiğimce
kaldırıyordum, başka bir pozisyonda sevişiyorsak, kendisini
daha iyi hissetmesini, daha tutkulu sevişmesini sağlayacak her
şeyi söylüyor, her şeyi yapıyordum, ama o duygu yine de
tamamen yok olmadı.
Belki de o odayla ilgili bir şeydi, güneş ışığı buzlu
camdan içeri sızarken, mevsimlerden yaz bile olsa sonbahar
ışığına benziyordu. Belki de o duygunun yitmemesinin
sebebi, dışardan gelen seslerin, yeşillikler içinde romanlar ve
şiirler hakkında tartışan öğrencilerden değil, merkezde


dolanıp günlük işlerini yapan bağışçılardan gelmesiydi. Ya da
bazen keyifle seviştikten sonra birbirimizin kollarında
yatarken, aklımıza biraz önce yaptıklarımızdan parçalar
gelirken, Tommy’nin şuna benzer bir şey demesiydi:
“Eskiden kolaylıkla iki kez arka arkaya yapabiliyordum. Ama
artık yapamıyorum.” Sonra o his öne çıkardı ve Tommy ne
zaman böyle şeyler söylese, elimi onun ağzının üstüne
koyardım, sükûnet içinde öylece yatmaya devam edebilelim
diye. Eminim Tommy de aynısını hissediyordu, çünkü böyle
anlarda birbirimize daha sıkı sarılırdık, sanki böylece o hissi
uzaklaştırabiliyorduk.
Onun merkezine gelişimden sonraki birkaç hafta boyunca,
Madam’dan ya da o gün Ruth’la arabada konuştuklarımızdan
hiç söz etmedik. Ama onun bakıcısı olmam, oraya vakit
kaybetmek için gelmediğimi hatırlatan bir gerçekti. Tabii,
Tommy’nin hayvan çizimleri de öyle.
Yıllar içinde Tommy’nin resimlerini sık sık
düşünmüştüm, hatta tekneyi görmeye gittiğimiz gün bile ona
sormak istemiştim. Hâlâ çiziyor muydu? Kulübeler’de
yaptıklarını saklamış mıydı? Ama geçmişte resimler
yüzünden olanlar, sormama engel olmuştu.
Sonra bir gün, bakıcılığını üstlendikten belki bir ay sonra
odasına girdim ve onu masasının başında dikkatle, neredeyse
başını kâğıda yapıştırmış halde, çizim yaparken gördüm.
Kapıyı tıklattığımda içeri girmemi söylemişti, ama ben odaya
girince ne kâğıttan başını kaldırdı ne de durdu. Bakışlarından,
onun o hayali yaratıklarından birini çizdiğini anladım.
Kapının eşiğinde durdum, içeri girip girmemeye karar
veremedim, ama az sonra başım kaldırdı ve defterini kapadı,
yıllar önce Keffers’tan aldığı siyah kapaklı defterlerin tıpatıp


aynısı olduğunu fark ettim. O zaman içeri girdim ve tamamen
farklı bir konudan konuşmaya başladık, bir müddet sonra
defterini kaldırdı, ikimiz de ondan bahsetmedik. Daha
sonraları odasına girdiğimde, defterini masanın üstünde ya da
yastığın yanına atılmış şekilde buldum.
Derken bir gün odasında, kontrollere başlamadan önce
birkaç dakika boş zamanımız varken, davranışlarında bir
gariplik hissettim; bana sevişmek istediğini düşündürten bir
utangaçlık ve heyecan vardı tavırlarında. Ama sonra:
“Kath, bana düşünceni söylemeni istiyorum. Dürüstçe
söyle bana,” dedi.
Masasının çekmecesinden siyah defteri çıkardı ve bana bir
tür kurbağaya ait üç farklı eskiz gösterdi; uzun bir kuyruğu
olduğu için sanki yarısı yavru halde kalmış bir kurbağaydı, en
azından, defteri elinizde tutup biraz uzaktan baktığınızda
böyle görünüyordu. Yakından bakınca, her bir eskiz minicik
ayrıntılardan oluşmuş bir kütle gibiydi, yıllar önce gördüğüm
yaratıklara çok benziyordu.
“Şu ikisini metalden yapılmışlar gibi çizdim,” dedi. “Bak,
yüzeyleri parlak. Ama şuradaki plastiktenmiş gibi olsun
istedim. Görüyor musun? Kabarcıklar var üzerinde. Şimdi
tam bir çizim yapmak istiyorum, çok iyi bir çizim, ama karar
veremiyorum. Kath, bana açıkça söyle, ne düşünüyorsun?”
Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o
anda çok güçlü hislere boğulduğum. Kulübeler’deyken
çizimleri yüzünden olanları artık geçmişte bıraktığımızı
gösteriyordu bu davranışıyla; çok rahatladım, şükran
hisleriyle doldum ve çok memnun oldum. Ama hayvanların
neden tekrar ortaya çıktıklarının ve Tommy’nin görünürde
sıradan sorusunun arkasında yatan bütün o olasılıkların
farkındaydım. En azından, bana unutmadığını gösterdiğinin


farkındaydım. O konuyu neredeyse hiç konuşmamış
olmamıza rağmen, bana halinden memnun olmadığını
gösteriyordu, hazırlıkların kendine düşen bölümünü yerine
getirmekle meşguldü.
Ama o kendine has kurbağalara bakarken hissettiklerim
sadece bunlar değildi. Çünkü o duygu yine ortaya çıkmıştı,
önce belli belirsiz, arka plandaydı, ama sürekli büyüyordu;
öyle ki bir süre sonra tek düşünebildiğim buydu. Kendimi
durduramıyordum, o sayfalara baktıkça, ne kadar
uzaklaşmaya çalışsam da sürekli aklıma geliyordu.
Tommy’nin çizimlerini artık eski günlerdeki kadar taze
bulmuyordum. Tamam, pek çok açıdan bu kurbağalar
Kulübeler’deyken yaptıklarına benziyordu, ama bir şey
kesinlikle eksikti, fazla uğraşılarak yapılmışlardı, sanki kopya
edilmişlerdi. Bu yüzden o his kapladı yine içimi, ne kadar
kurtulmaya çalışsam da: Bütün bunları yapmakta çok
gecikmiştik; geç kalmıştık, şimdi düşündüğümüz ve
planladığımız şeyler artık çok saçmaydı, hatta suçtu.
Şimdi bunları tekrar düşündüğümde, planlarımızı
konuşmakta neden o kadar yavaş davrandığımızın başka bir
nedeni olabileceği aklıma geliyor. Kingsfield’deki diğer
bağışçıların erteleme ya da buna benzer şeyleri duymadıkları
kesindi. Biz de büyük olasılıkla utanıyorduk, her ne kadar
bunu dışarı vurmasak da, sanki utanç verici bir sırrı
paylaşıyorduk. Hatta planlarımızı başkaları duyarsa
olacaklardan korkuyorduk.
Ama dediğim gibi, Kingsfield’deki dönem hakkında
kasvetli bir resim çizmek istemiyorum. Çoğu zaman, özellikle
de Tommy bana çizimleri hakkında fikrimi sorduktan sonra,
geçmişten hiçbir gölge kalmamıştı üzerimizde ve gerçekten
birbirimize yakınlaşmıştık. Bana çizimleri hakkında ne


düşündüğümü bir daha sormamasına karşın, onları önümde
yapmaktan mutluluk duyuyordu. Günlerimizi çoğunlukla
böyle geçiriyorduk; ben yatakta yüksek sesle kitap okurken,
Tommy masa başında çizim yapıyordu.
Belki her şey çok daha uzun bir süre böyle devam etseydi,
günlerimizi sohbet ederek, sevişerek, yüksek sesle okuyup
çizerek geçirseydik şikâyet etmezdik. Ama yaz sona ermek
üzereydi, Tommy giderek kuvvetleniyor ve dördüncü organ
bağışına çağrılması ihtimali giderek artıyordu. Planlarımızı
erteleme şansımız azalmıştı.
Benim için olağandışı yoğunlukta bir dönemdi, neredeyse
bir hafta boyunca Kingsfield’e gidememiştim. O sabah
erkenden merkeze varmıştım, bardaktan boşanırcasına
yağmur yağdığını hatırlıyorum. Tommy’nin odası neredeyse
kapkaranlıktı, penceresinin önündeki oluktan akan suların sesi
odayı doldurmuştu. Bağışçı arkadaşlarıyla beraber kahvaltıya
inmiş, ama sonra tekrar yukarı çıkmıştı ve şimdi yatağında
oturuyor, hiçbir şey yapmadan boş boş etrafına bakıyordu.
Yorgunluktan tükenmiş bir vaziyetteydim –uzun zamandır
doğru dürüst uyuyamamıştım– ve onun dar yatağına attım
kendimi, onu duvara doğru iteledim. Birkaç saniye öylece
yattım, eğer Tommy ayak parmaklarıyla dizlerimi dürtüyor
olmasa, oracıkta uyuyakalabilirdim. Nihayet doğruldum,
yatakta yanına oturdum ve:
“Dün Madam’ı gördüm, Tommy,” dedim. “Onunla
konuşmadım, ama gördüm onu.”
Bana hiçbir şey söylemeden baktı.
“Evine girerken gördüm onu. Ruth haklıydı. Adres doğru,
kapı numarası doğru, her şey doğru.”


Sonra ona bir gün önce güney sahilinde olduğumu,
öğleden sonra Littlehampton’a gittiğimi ve geçen iki
gidişimdeki gibi deniz kenarındaki uzun yolda yürüdüğümü,
“Dalgaların Tepesi” ve “Deniz Manzarası” gibi isimleri olan
teraslı evlerin yanından geçtiğimi, telefon kulübesinin
yanındaki banka oturduğumu anlattım. Orada oturup
beklemiştim –daha önce yaptığım gibi–, gözlerimi sokağın
üstündeki o evden ayırmadan.
“Hafiyelik gibi bir şey yaptım. Önceki seferlerde orada
yarım saatten fazla oturmuştum ve hiçbir şey, kesinlikle hiçbir
şey olmamıştı, ama içimden bir ses bana bu sefer şansımın
yaver gideceğini söyledi.”
O kadar yorulmuştum ki, neredeyse oracıkta, bankın
üstünde uyuyakalacaktım. Ama sonra başımı kaldırdım ve işte
Madam oradaydı, sokakta bana doğru yürüyordu.
“Gerçekten ödüm koptu,” dedim. “Çünkü aynıydı, hiç
değişmemişti. Belki yüzü biraz yaşlanmıştı. Ama onun
dışında, hiçbir fark yoktu. Hatta elbisesi bile aynıydı. Şu şık,
gri döpiyesini giymişti.”
“Aynı elbise olamaz.”
“Bilmiyorum. Aynısı gibiydi.”
“Yani onunla konuşmaya çalışmadın mı?”
“Tabii ki hayır, seni şaşkın. Adım adım ilerlemek lazım.
Bize pek iyi davrandığı söylenemez, hatırlasana.”
Bana hiç bakmadan karşı kaldırımdan geçtiğini anlattım.
Bir an için, gözlediğim kapının yanından geçip gideceğini
düşündüğümü söyledim, Ruth’un yanlış adres verdiğini
sanmıştım. Ama Madam aniden kapının önünde durdu, bir iki
adımda kapıdan içeri girdi ve gözden kayboldu.
Konuşmamı bitirince, Tommy bir müddet sessiz kaldı.
Sonra:


“Başının derde girmeyeceğinden emin misin? Gitmemen
gereken yerlere gittiğin için?”
“Niçin bu kadar yorgunum sanıyorsun? Her şeyi yerli
yerine oturtmak için her saat çalışıyorum. Ama en azından
bulduk onu.”
Dışarda yağmurun gürültüsü devam ediyordu. Tommy
döndü ve başını omzuma koydu.
Yumuşak bir tonla: “Ruth bizim için iyi bir şey yaptı,”
dedi. “İyi iş çıkardı.”
“Evet, iyi iş çıkardı. Ama şimdi sıra bizde.”
“Peki planımız nedir Kath? Bir planımız var mı?”
“Sadece oraya gideceğiz. Oraya gidip kadına soracağız.
Gelecek hafta, seni laboratuvar sonuçlarını almaya
götürdüğümde. Bütün gün dışarda olman için izin alacağım.
Dönüş yolunda Littlehampton’a gidebiliriz.”
Tommy içini çekti ve başını omzuma daha çok bastırdı.
Biri bizi görseydi onun pek hevesli olmadığını düşünebilirdi,
ama ben neler hissettiğini biliyordum. Erteleme almak, Galeri
hakkındaki teori; bunlara o kadar uzun süredir kafa
yoruyorduk ki. Şimdi aniden, zamanı gelmişti. Kesinlikle
korkutucuydu.
Bir süre sonra: “Eğer erteleme alırsak...” dedi. “Erteleme
aldık diyelim. Bize üç sene, kendimize ait üç sene verdiler
diyelim. Tam olarak ne yapacağız? Ne demek istediğimi
anlıyor musun, Kath? Nereye gideceğiz? Burada kalamayız,
burası merkez.”
“Bilmiyorum, Tommy. Belki bize tekrar Kulübeler’e
gitmemizi söylerler. Ama başka bir yer olsa daha iyi olur.
Beyaz Konak belki. Ya da başka bir yer vardır. Bizim gibi
insanlar için ayrı bir yer. Bakalım Madam ne diyecek?
Beklemekten başka yapacak bir şey yok.”


Birkaç dakika daha sessizce yattık, yağmuru dinledik. Bir
noktada onu ayağımla dürtmeye başladım, onun biraz önce
bana yaptığı gibi. Bir süre sonra o da bana aynı şekilde cevap
verdi ve ayaklarımı yataktan dışarı itti.
“Gerçekten gideceksek, hangi resimleri götüreceğimize
karar vermemiz lazım,” dedi. “Yani, biliyorsun, en iyilerini
seçelim. Belki altı ya da yedi tanesini. Çok dikkatli
seçmeliyiz.”
“Peki,” dedim. Sonra ayağa kalktım ve kollarımı iki yana
açıp gerindim. “Belki daha fazlasını alırız. On beş ya da yirmi
tane. Evet, gidip onu görelim. Bize ne yapabilir ki? Gidip
konuşalım Madam’la.”


Yirmi Birinci Bölüm
Gitmeden önce, zihnimde günlerce şöyle bir sahne
canlandırdım: Tommy’yle ikimiz o kapının önünde
duruyoruz, zili çalmak için cesaretimizi toplamaya
çalışıyoruz, sonra kalbimiz güm güm atarak orada beklemek
zorunda kalıyoruz. Ama gerçekte şansımız yaver gitti ve bu
mücadeleyi vermek zorunda kalmadık.
O sırada şansımızın yaver gitmesine gerçekten ihtiyacımız
vardı, çünkü günümüz iyi geçmemişti. Araba yolda
bozulmuştu ve Tommy’nin laboratuvar testlerine bir saat geç
kalmıştık. Sonra klinikteki bir karışıklık yüzünden Tommy üç
testi yeniden yaptırmak zorunda kaldı. Bu da başının
dönmesine neden oldu; öyle ki, sonunda öğleden sonra
Littlehampton’a doğru yola çıktığımızda onu araba tuttu ve
biraz yürüyüp açılsın diye ikide bir arabayı durdurmamız
gerekti.
Sonuçta, saat altıdan biraz önce kasabaya vardık. Arabayı
bingo salonunun arkasına park ettik, Tommy’nin defterlerini
koyduğumuz spor çantasını bagajdan çıkardık ve şehir
merkezine doğru yürümeye başladık. Hava güzeldi, dükkânlar
kapanıyor olmasına karşın bir sürü insan barların önünde
sohbet edip içki içiyordu. Yürüdükçe Tommy kendini daha iyi
hissetmeye başladı ve sonunda testler yüzünden öğle
yemeğini atladığını hatırladı. Bizi bekleyen olaylarla


yüzleşmeden önce bir şeyler yemesi gerektiğini söyledi. Bu
yüzden ayaküstü atıştırabileceğimiz bir sandviççi arıyorduk
ki, aniden kolumu yakaladı. O kadar sertçe asıldı ki, kriz
geçiriyor sandım. Ama sonra kulağıma eğilip alçak sesle:
“Bu o, Kath. Bak. Kuaförün önünden geçiyor,” dedi.
Gerçekten de Madam karşı kaldırımdaydı, daha önce
gördüklerimize tıpatıp benzeyen gri takımı vardı üstünde.
Madam’ı uygun bir mesafeden izlemeye başladık, önce
yayalara ayrılmış yolda, sonra neredeyse bomboş olan ana
caddede. Sanırım ikimiz de Ruth’un olası modelini takip
ettiğimiz günü hatırladık. Ama bu sefer olaylar daha basit
gelişti, çünkü kısa süre sonra Madam’ın ardından uzun sahil
yoluna çıktık.
Yol tamamen düz olduğu ve batan güneşin son demleriyle
aydınlandığı için, Madam’ın bir nokta kadar küçülene dek
uzaklaşmasına izin verdik. Buna rağmen, onu kaybetmemiz
söz konusu değildi. Gerçekten de, topuk seslerini hâlâ
duyuyorduk, Tommy’nin bacağına çarpan çantasından çıkan
ses de ona bir cevap gibiydi.
Uzunca bir süre böyle ilerlemeye devam ettik, birbirinin
tıpkısı sıra sıra evlerin önünden geçtik. Sonra karşı
kaldırımdaki evler bitti, onların yerini düz, boş bir arazi aldı,
çalılıkların ötesinde, sahil boyunca uzanan plaj kabinlerinin
damlarını görebiliyorduk. Deniz görünmüyordu, ama
kocaman gökyüzü ve martıların çığlıkları sayesinde orada
olduğu anlaşılıyordu.
Bizim tarafımızdaki evler hiç değişmiyordu, bir süre sonra
Tommy’ye:
“Az kaldı,” dedim. “Şu ilerdeki bankı görüyor musun?
Benim oturduğum bank o. Ev de onun hemen karşısında.”


Bunu söyleyene kadar Tommy oldukça sakindi. Ama
şimdi etkilenmişti ve çok daha hızlı yürümeye başladı, sanki
kadına yetişmek istiyordu. Madam’la aramızda başka hiç
kimse yoktu ve Tommy arayı kapadıkça, onu kolundan tutup
yavaşlatmak zorunda kaldım. Bütün yol boyunca kadının
dönüp bizi göreceğinden korktum, ama böyle bir şey olmadı
ve sonunda o küçük bahçe kapısının önüne geldi. Çantasından
anahtarlarını çıkarmak için evinin kapısı önünde durakladı.
Biz de orada, kapının yanında durmuş kadına bakıyorduk.
Hâlâ bize doğru dönmemişti, onun bizi çoktan fark ettiğini ve
bilerek görmezden geldiğini düşündüm. Tommy’nin de ona
seslenmek üzere olduğunu hissettim ve bunun yanlış bir şey
olacağına karar verdim. Bu nedenle bahçe kapısının önünden
seslendim, hızla ve hiç tereddüt etmeden.
Kibarca: “Pardon, bakar mısınız?” dedim sadece, ama
kadın sanki ona bir şey fırlatmışım gibi ani bir hareketle
döndü. Bizi gördüğü anda bir ürperti kapladı içimi, yıllar önce
ana binanın önünde yolunu kestiğimizde hissettiğim
ürpertinin aynısıydı. Buz gibi bakıyordu, yüzü de
hatırladığımdan çok daha sert göründü. Bizi o anda tanıdı mı
bilmiyorum, ama hiç kuşkum yok ki, gördüğü anda ne

Yüklə 1,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə