Beni Asla Bırakma



Yüklə 1,25 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/17
tarix30.03.2022
ölçüsü1,25 Mb.
#84880
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17
Kazuo Ishiguro- Beni Asla Bırakma

Mine Haydaroğlu, Robert Kolej, Bennington College
(Felsefe) ve Simmons Graduate School of Library and
Information Science’tan mezun oldu. Kitap çevirileri: Sanat
Kitabı / 500 Sanatçı, 500 Sanat Eseri (Yem Yayın, 1997);
Mark Twain, Bir Cinayet, Bir Sır ve Bir Evlilik (YKY, 2003);
Brad Meltzer, Sıfır Oyunu (Remzi Kitabevi, 2006). Çeşitli
dergilerde çevirileri yayımlandı. 2001 yılından beri Yapı
Kredi Yayınları’nda Sanat Dünyamız dergisi ve kitap editörü
olarak çalışıyor.


Lorna ve Naomi için


İngiltere, 1990’ların sonları


Birinci Kısım


Birinci Bölüm
Benim adım Kathy H. Otuz bir yaşımdayım ve on bir
yıldan uzun süredir bakıcıyım. Biliyorum, kulağa çok uzun
bir zaman gibi geliyor, ama aslında sekiz ay daha, bu yıl
sonuna kadar çalışmamı istiyorlar. Böylece neredeyse on iki
yılım dolacak. Bu kadar uzun süredir bakıcı olmamın nedeni,
işimi harika yaptığımı düşünmeleri olmayabilir, bunu da
biliyorum. Sadece iki üç yıl çalıştıktan sonra bu işi bırakması
istenen çok başarılı bakıcılar var. Ayrıca, hiç işe yaramayıp da
on dört yıl boyunca çalışmış bir bakıcı da var bildiğim. Yani,
kendimi övmeye çalışmıyorum. Ama çalışmalarımdan
memnun olduklarını biliyorum, genelde ben de memnunum.
Benim bağışçılarım her zaman beklenenden daha fazlasını
başardılar, iyileşme süreçleri daha etkileyici oldu ve
neredeyse hiçbiri “sorunlu” kategorisine alınmadı, dördüncü
organ bağışından önce bile. Peki, galiba kendimle
övünüyorum şimdi. Ama işimi iyi yapmak benim için çok
önemli, özellikle de bağışçılarımın “sükûnet” içinde olmaları.
Onların yanında nasıl davranacağımı içgüdüsel olarak
öğrendim. Ne zaman yanlarında olmalıyım, ne zaman
rahatlatmalıyım, onları ne zaman yalnız bırakmalı, ne zaman
dinlemeli ve ne zaman omuz silkip kendilerini toplamalarını
söylemeliyim, biliyorum.


Her neyse, kendim için büyük iddialarda bulunmuyorum.
Şu anda benim kadar iyi çalışan, ama benim gördüğüm
takdirin yarısını almayan bakıcılar var. Onlardan biriyseniz,
kırgınlık hissedebileceğinizi anlıyorum; odam, arabam ve
hepsinden öte kime bakıp bakmayacağıma bizzat karar
veriyor olmamdan dolayı bana öfkeleniyor olabilirsiniz.
Ayrıca, ben Hailsham mezunuyum; tek başına bu bile bazen
insanların gerilmesine neden oluyor. Kathy H., diyorlar,
istediğini seçebiliyor ve hep kendi gibileri seçiyor:
Hailshamlıları ya da benzer ayrıcalıklı yerlerden gelenleri. O
kadar başarılı olmasına hiç şaşmamak lazım. Bu tür sözleri
çok duydum, eminim siz de sık sık duymuşsunuzdur ve belki
söylenenlerde bir doğruluk payı vardır. Ama seçme hakkı
olan ilk bakıcı ben değilim, eminim sonuncu da olmayacağım.
Hem aslında farklı bir sürü yerden gelen bağışçılara da
baktım ben. Bilin ki, işimi bitirdiğimde on iki yılım dolmuş
olacak, oysa sadece son altı yıldır seçmeme izin veriyorlar.
Hem neden seçmeme izin vermesinler? Bakıcılar makine
değil ki. Her bağışçı için elinizden geleni yapıyorsunuz; ama
sonuçta bütün bunlar yıpratıyor insanı. Sonsuz sabır ve
enerjiye sahip olamazsınız ki. Bu nedenle tabii ki seçme şansı
olunca, kendine benzeyeni seçer insan. Bu çok doğal. Eğer
bağışçılarıma bütün aşamalarda yakınlık hissetmeseydim, bu
kadar uzun süre devam edemezdim çalışmaya. Hem zaten,
seçmeye başlamasaydım, bunca yıl sonra Ruth ve Tommy ile
tekrar nasıl yakınlaşabilirdim?
Ama tabii ki bugünlerde eskiden tanıdığım bağışçıların
sayısı giderek azalıyor ve bu nedenle gerçekte çok fazla
seçemiyorum. Dediğim gibi, bağışçınızla daha derin bir
bağınız yoksa, iş çok zorlaşır. Bakıcı olmayı ileride özleyecek
olsam bile, yıl sonunda bu işi bırakmam doğru olacak.


Bu arada, Ruth benim seçtiğim üçüncü ya da dördüncü
bağışçıydı sadece. O dönemde ona atanmış başka bir bakıcı
vardı zaten ve onun bakıcılığını üstlenmek için cesaretimi
toplamam gerekti. Ama sonuçta başardım ve onu tekrar
gördüğüm an, Dover’daki şu nekahet merkezinde, aramızdaki
bütün farklılıklar –tamamen ortadan kalkmasa da– diğer
başka şeyler kadar önemli görünmedi gözüme: Hailsham’da
birlikte büyümüş olmamız, başka kimsenin bilmediği ya da
hatırlamadığı şeyleri bilmemiz daha önemliydi. Sanırım o
zamandan itibaren, bağışçılarımı geçmişte tanıdığım insanlar
arasından seçmeye başladım ve özellikle de, mümkün olan
her fırsatta, Hailsham’dan gelenleri seçtim.
Hailsham’ı geçmişe gömmeye çalıştığım dönemler oldu
geçen yıllarda; kendime geriye bakmamayı telkin ettiğim
zamanlar oldu. Sonra bir an geldi ki direnmeyi bıraktım.
Üçüncü yılımda baktığım bir bağışçının, Hailshamlı
olduğumu öğrendiği zaman verdiği tepki neden oldu buna.
Üçüncü bağışından yeni çıkmıştı, ameliyat iyi geçmemişti ve
hayatta kalamayacağını biliyordu sanırım. Nefes almakta çok
zorluk çekiyordu, ama bana doğru baktı ve dedi ki:
“Hailsham. Bahse girerim orası güzel bir yerdi.” Ertesi sabah,
onun zihnini dağıtmaya çalışırken, nerede büyüdüğünü
sordum. Dorset’te bir yerden söz etti ve bunu söylerken
kırmızı lekelerle dolu, şişmiş yüzünü bambaşka bir ifadeyle
buruşturdu. O zaman anladım ki kendi geçmişini hatırlamayı
hiç istemiyordu. Onun yerine, Hailsham hakkında bir şeyler
duymak istiyordu.
Bunun üzerine, sonraki beş altı gün boyunca, bilmek
istediği her şeyi anlattım ve yattığı yerde, bazen tatlı tatlı
gülümsedi. Bana büyük olayları ve küçük ayrıntıları
soruyordu. Gözetmenlerimizi sordu, her birimizin yatağı


altındaki koleksiyon sandıklarımızı, futbolu, İngiliz
beyzbolunu, ana binanın etrafından geçen, her köşe bucağı ve
gediği dolanan dar patikayı, ördekli göleti, yemekleri, sisli
sabahlarda Sanat Odası’ndan çayırların manzarasını... Bazen
bana aynı şeyleri tekrar anlattırırdı; daha bir gün önce
anlattıklarımı, sanki hiç duymamış gibi yeniden dinlemek
isterdi. “Spor binanız mı vardı?”, “En sevdiğin gözetmen
kimdi?” Başlarda tekrar tekrar sormasının nedenini ilaçlara
bağlıyordum, ama sonradan zihninin yeterince açık olduğunu
fark ettim. Hailsham’ı sadece duymak değil, hatırlamak
istiyordu; sanki kendi çocukluğu orada geçmiş gibi.
Tükenmesine az kaldığını biliyordu ve bu yüzden böyle
yapıyordu; bana bir şeyleri anlattırıyordu ki iyice sindirsin;
belki bu sayede, bütün o ilaçlar, acı ve bitkinlikle uykusuz
geçen gecelerde, benim anılarımla onunkiler birbirine
karışırdı. İşte o zaman anladım, gerçekten anladım ki, biz çok
şanslıydık; Tommy, Ruth, ben ve Hailsham’dan gelen diğer
herkes.
Şimdi şehir dışında araba sürerken, hâlâ bana Hailsham’ı
hatırlatan şeyler görüyorum. Sisli çayırların kenarından
geçerken ya da bir vadinin yamacından aşağı inerken, büyük
bir ev görürsem veya tepede düzenli sıralanmış kavak ağaçları
gözüme çarparsa, kendime diyorum ki: “Belki budur, işte!
Buldum sonunda! Burası gerçekten Hailsham!” Sonra bunun
imkânsız olduğunu hatırlıyorum ve arabayı sürmeye devam
ediyorum, düşüncelerim başka yerlere kayıyor. Özellikle de,
şu kulübeler. Ülkenin her bir yanında görüyorum onları;
küçük, beyaz, prefabrike binalar. Yan yana sıralı pencereleri
çok yüksekte, neredeyse saçakların altına sıkıştırılmış gibi.
1950 ve 60’lı yıllarda bunlardan çok sayıda inşa etmişler
sanırım, bizimkiler de o dönemde yapılmış olmalı. Ne zaman


bu binalardan birinin yanından geçsem, gözden kaybolana
kadar mutlaka bakıyorum ona, bu gidişle bir gün kaza
yapacağım herhalde, ama bakmaya devam ediyorum. Çok
olmadı, geçenlerde Worcestershire’da uzun ve boş bir yolda
gidiyordum, bir kriket sahasının yanında, aynı bizim
Hailsham’dakine benzer bir bina görür görmez, arabayı
döndürüp ikinci kez bakmaya gittim.
Spor binamızı çok severdik, belki de küçükken baktığımız
resimli kitaplardaki insanların sevimli küçük evlerini
hatırlattığı için. Küçükler’deyken, gözetmenlerimize bir
sonraki dersi her zamanki sınıfta değil de spor binasında
yapmaları için yalvardığımızı hatırlıyorum. Sonra Büyükler
2’deyken –bizler on iki on üç yaşındayken– spor binası en iyi
arkadaşlarımızla Hailsham’dan uzaklaşmak isteyince
saklandığımız yer oldu.
Bina, iki ayrı grubu birbirlerini rahatsız etmeden içine
alacak kadar büyüktü; yazın bir üçüncü grup da verandada
takılabiliyordu. Ama en iyisi, binada en yakın arkadaşlarla
birlikte yalnız kalmaktı, bu yüzden dalavereler çevriliyor,
kavga çıkıyordu. Gözetmenlerimiz bize hep uygarca
davranmamızı söylüyorlardı, ama teneffüslerde ya da serbest
saatlerde binada olma şansını yakalayabilmek için,
grubunuzda sağlam karakterlere sahip arkadaşlar olması
şarttı. Ben de öyle ezilip büzülen tiplerden değildim, ama
sanırım esas Ruth sayesinde oraya o kadar sık girebiliyorduk.
Çoğu kez sandalyelere ve banklara yayılır otururduk –beş
kişiydik, Jenny B. gelirse altı oluyorduk– ve bol bol dedikodu
yapardık. Sadece o binanın içine saklandığımızda böyle
konuşabiliyorduk; bizi sıkan şeylerden söz edebiliyor ya da
kahkahalara boğulabiliyor, şiddetli bir tartışmaya


tutuşabiliyorduk. En çok da, yakın arkadaşlarımızla konuşup
rahatlayabildiğimiz bir yerdi orası.
Şimdi aklıma gelen o gün, öğleden sonra, taburelerde ve
banklarda ayakta durarak, yüksek pencerelerin yanında
birikmiştik. Buradan Kuzey Oyun Sahası’nı rahatça
görebiliyorduk. Bizim sınıfımızdan ve Büyükler 3’ten
yaklaşık on iki oğlan futbol oynamak için toplanmıştı. Çok
güneşli, parlak bir gündü, ama daha önce yağmur yağmıştı
sanırım, çünkü otların çamurlu yüzeyinde güneşin nasıl
parladığını hatırlıyorum.
İçimizden birisi, seyrettiğimizi fazla belli etmememiz
gerektiğini söyledi, ama hiçbirimiz yerimizden kımıldamadık.
Sonra Ruth: “O hiçbir şeyden şüphelenmiyor,” dedi.
“Baksanıza şuna. Gerçekten hiçbir şeyin farkında değil.”
Bunu söylediği anda Ruth’a baktım ve yüzünde,
oğlanların Tommy’ye yapmak üzere oldukları şeyi
onaylamadığına dair bir işaret bulmaya çalıştım. Ama bir
saniye sonra Ruth kısa bir kahkaha koyuverdi ve: “Aptal!”
dedi.
Oğlanların yapmaya karar verdiği şeyin, Ruth’un ve
diğerlerinin gözünde çok uzak bir şey olduğunu anladım;
onlara göre onaylamamız ya da onaylamamamızın hiçbir
anlamı yoktu. O sırada pencerelerin kenarında toplanmıştık,
ama Tommy’nin bir kez daha aşağılanmasını görmekten
hoşlandığımız için değil, oğlanların son planını duyduğumuz
ve neler olacağını belli belirsiz merak ettiğimiz için. O
günlerde oğlanların kendi aralarında yaptığı şeyler bundan
daha derinlikli değildi. Ruth için, diğerlerine göre, bizimle hiç
ilgisi yoktu ve sanırım benim için de öyleydi.
Belki de yanlış hatırlıyorumdur. Belki o zaman bile –o
sırada sahada koşturan Tommy’nin yüzünde gruba tekrar


kabul edilmenin verdiği aleni mutluluğu görebiliyordum; çok
başarılı olduğu bu oyunu birazdan tekrar oynayabilecekti– bir
an içim sızlamış olabilir. Ama kesin hatırladığım şey,
Tommy’nin bir önceki ay Satışlar’dan aldığı ve çok
gururlandığı açık mavi polo gömleğiydi. Şöyle düşündüğümü
hatırlıyorum: “Gerçekten çok aptal, bu gömlekle futbol
oynayacak. Mahvolacak gömleği, o zaman kendini nasıl
hissedecek?” Yüksek sesle, belli birine seslenmeden dedim
ki: “Tommy gömleğini giymiş. En sevdiği polo gömleğini.”
Kimsenin beni duyduğunu sanmıyorum, çünkü hepsi
Laura’ya gülüyordu; grubumuzun palyaçosu, Tommy’nin
yüzünün koşarken, el sallarken, seslenirken, top keserken
aldığı ifadeleri taklit ediyordu. Diğer oğlanların hepsi sahada
ısınırken kasıtlı olarak ağır davranıyorlardı, oysa Tommy
heyecan içinde her an hızla koşmaya hazır gibiydi. Bu kez
sesimi daha da yükselterek, “Gömleğine bir şey olursa
hastalanır,” dedim. Bu sefer Ruth beni duydu, ama şaka
yaptığımı sandı sanırım, çünkü yarım ağız güldü, sonra
kendince alaycı bir laf attı ortaya.
Sonra oğlanlar topu tekmelemeyi bıraktılar, çamurun
ortasında bir sürü halinde durdular, adam seçme turunun
başlamasını beklerken göğüs kafesleri yavaş yavaş inip
kalkıyordu. Seçilen iki kaptan Büyükler 3’tendi, oysa herkes
Tommy’nin o yılki oyuncuların en iyisi olduğunu biliyordu.
İlk oyuncuyu kim seçecek diye yazı tura attılar, kazanan
oğlan oyuncuları gözden geçirmeye başladı.
Arkamda biri, “Şuna bakın,” dedi. “İlk seçilenin kendisi
olacağından ne kadar emin. Bir bakın şuna!”
O anda Tommy’de gerçekten komik bir yan vardı; evet,
dedirtiyordu insana, gerçekten bu kadar aptalsa, birazdan
başına gelecekleri hak ediyor. Öbür oğlanlar oyuncu


seçimiyle hiç ilgilenmiyor, kimin seçileceğini hiç
umursamıyor gibi davranıyorlardı. Bazıları aralarında sessizce
konuşuyor, kimisi ayakkabı bağlarını bağlıyor, kimi de
ayaklarını sürüyerek çamurun içinde yürüyordu. Ama
Tommy, sanki şimdi onun adı söylenecekmiş gibi, Büyükler
3’lü oğlanın yüzüne bakıyordu.
Laura oyuncu seçimi boyunca gösterisine devam ederek,
Tommy’nin yüzündeki değişen ifadelerin hepsini taklit etti;
baştaki heyecanlı, hevesli surat; dört oyuncunun seçilişinden
sonraki şaşırmış, endişeli ifade; neler döndüğünü anlamaya
başladığı andan itibaren yüzüne yansımaya başlayan acı ve
panik. Ama ben Laura’ya bakmayı bırakmıştım, çünkü
Tommy’yi izliyordum; kızın ne yaptığını diğerlerinin
gülmelerinden ve yüreklendirmelerinden anlıyordum. Tommy
tek başına kaldığında ve oğlanlar bıyık altından gülmeye
başladığında Ruth’un şöyle dediğini duydum:
“İşte geliyor. Bekleyin. Yedi saniye kaldı. Yedi, altı,
beş...”
Bire varamadı. Tommy öfkeyle haykırmaya başladı ve
oğlanlar da alenen gülüp kahkahalar atarak Güney Oyun
Sahası’na koştular. Tommy onların ardından birkaç adım attı;
kızgınlıkla onları kovalamaya mı başlayacaktı yoksa geride
bırakıldığı için panikle mi davranmıştı belli değildi. Her
neyse, kısa bir süre sonra olduğu yerde durdu, oğlanların
ardından öfkeyle baktı, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sonra
bağırıp çağırmaya başladı, ağzından anlaşılmaz hakaret ve
küfürlerden oluşan karmakarışık kelimeler dökülüyordu.
Daha önce birçok kez Tommy’nin öfke nöbetlerine şahit
olmuştuk, bu yüzden taburelerden indik ve odanın içine
dağıldık. Konuşacak başka bir konu bulmaya çalıştık, ama
arkadan Tommy’nin sürekli bağırıp çağıran sesi duyuluyordu;


ilk önce gözlerimizi devirip onu duymazdan, görmezden
gelmeye çalıştık, sonunda yeniden –on dakika önce
indiğimiz– pencerelere tırmandık.
Öbür oğlanlar gözden tamamen kaybolmuşlardı artık,
Tommy’nin lafları kimsenin kulağına ulaşmıyordu. Sadece
deliler gibi bağırıp çağırıyor, ellerini kollarını, bacaklarını
etrafa, göğe, rüzgâra, en yakın çit direğine savurup
duruyordu. Laura, “Belki de Shakespeare’den bir sahne
oynuyordur,” dedi. Bir başkası, Tommy’nin bağırırken bir
ayağını yerden kaldırdığına dikkat çekti; “İşeyen bir köpek
gibi,” dedi. Aslında ben de ayağını kaldırışını fark etmiştim,
ama benim özellikle dikkatimi çeken, ayağını her yere
vuruşunda baldırlarına sıçrayan çamurdu. Kıymetli gömleği
geldi aklıma yine, ama ne kadar kirlendiğini bulunduğum
yerden göremiyordum.
Ruth, “Galiba biraz acımasızlar ona karşı,” dedi. “Onu
hep kışkırtıyorlar. Ama kabahat kendisinde. Eğer sakin
davranmayı bilse, ona sataşmaktan vazgeçerler.”
Hannah, “Bence vazgeçmezler,” dedi. “Graham K. de
onun gibi sinirli, ama ona karşı tam tersine çok dikkatliler.
Tommy’ye bu kadar saldırmalarının nedeni tembelin teki
olması.”
Sonra herkes bir ağızdan konuşmaya başladı: Tommy asla
yaratıcı olmaya çalışmıyordu, İlkbahar Takası için hiçbir şey
hazırlamamıştı... Sanırım o sırada, hiçbirimiz dile getirmesek
bile, artık bir gözetmen gelsin ve Tommy’yi oradan alıp
götürsün istiyorduk. Tommy’yi kızdırmak için yapılan bu son
oyunda hiçbirimizin parmağı olmasa bile, seyirci koltuklarına
kurulduğumuz için suçluluk hissetmeye başlamıştık. Ama
ortalıkta gözetmen yoktu; bu yüzden Tommy’nin başına gelen
her şeyi neden hak ettiğine dair düşüncelerimizi birbirimize


anlatmaya başladık. Ruth saatine bakıp hâlâ vaktimiz
olmasına rağmen ana binaya dönmemiz gerektiğini
söylediğinde, kimse karşı çıkmadı.
Binadan çıktığımızda, Tommy bağırıp çağırmaya devam
ediyordu. Ev solumuzdaydı ve Tommy tam karşımızda,
ilerideki sahada olduğu için yanından geçmemize gerek
yoktu. Zaten diğer yöne bakıyordu ve bizi fark etmemiş
gibiydi. Yine de, arkadaşlarım sahanın kenarından ilerlemeye
başladığında yoldan sapıp Tommy’ye doğru yürümeye
başladım. Bu yaptığıma diğerleri şaşıracaktı, biliyordum, ama
yürümeye devam ettim; arkamdan Ruth’un beni geri dönmeye
çağıran telaşlı fısıltısını işitmeme rağmen.
Sanırım Tommy öfkeli anlarında rahatsız edilmeye alışık
değildi, çünkü beni fark edince ilk tepkisi bir saniye durup
bana bakmak ve hemen eskisi gibi bağırmaya devam etmek
oldu. Sanki bir Shakespeare oyuncusuydu gerçekten ve ben
de gösterinin ortasında sahneye, yanına çıkmıştım. “Tommy,
güzel gömleğini kirlettin,” dediğimde bile, beni duyduğuna
dair hiçbir ipucu vermedi.
Bunun üzerine elimi uzatıp koluna dokundum. Sonra
olanları diğerleri onun bilerek yaptığını düşünseler de, ben
kazayla olduğunu biliyorum. Elini kolunu öfkeyle sallayıp
dururken elimi uzattığımı görmemişti. Neyse, kolunu
savururken elimi itti, eli yanağıma çarptı. Hiç acımadı, ama
nefesim kesildi, arkamdaki kızların çoğunun da.
Nihayet o anda Tommy beni, diğerlerini ve kendisini,
sahanın ortasında nasıl davrandığını fark etti ve yüzüme aptal
aptal baktı.
Epey sert bir ses tonuyla, “Tommy,” dedim. “Gömleğin
çamur içinde.”


“Ne olmuş yani?” diye mırıldandı. Ama bunu söylerken
aşağı baktı, kahverengi lekeleri fark etti ve telaşla
bağırmaktan son anda alıkoydu kendini. Sonra polo
gömleğiyle ilgili hislerini bilmemden dolayı duyduğu hayreti
belli eden ifadeyi gördüm yüzünde.
“Kaygılanacak bir şey yok,” dedim, sessizlik onu
utandırmaya başlamadan. “Lekeler çıkar. Çıkmazsa Bayan
Jody’ye götürürsün.”
Gömleğini incelemeye devam etti, sonra homurdanarak:
“Seni hiç alakadar etmez zaten,” dedi.
Bu son sözü ettiğine hemen pişman olmuş gibi göründü
ve bana mahcup bir ifadeyle baktı, sanki onu rahatlatacak bir
söz söylememi bekliyordu. Ama bu kadarı artık bana
yetmişti; özellikle de kızların gözü önündeyken ve ana
binadaki pencerelerden dışarı bakan kim bilir kaç kişi bizi
görmüşken. Bu yüzden omuz silkip arkamı döndüm ve
arkadaşlarıma katıldım.
Ruth omzuma elini koydu ve birlikte yürüyüp uzaklaştık.
“En azından biraz sakinleşmesini sağladın,” dedi. “Sen iyi
misin? Çılgın hayvanın teki o.”


İkinci Bölüm
Aradan çok zaman geçti, bu yüzden bazı şeyleri yanlış
hatırlıyor olabilirim elbette, ama hatırladığım kadarıyla o gün
Tommy’nin yanına yaklaşmam, hayatımın o döneminde
geliştirmeye çalıştığım davranış biçiminin bir parçasıydı;
kendime sürekli yeni meydan okumalar yaratmamla ilgili bir
şeydi. Tommy birkaç gün sonra beni durdurup konuşana
kadar da, olup bitenler aklımdan çıkmıştı.
Sizin geldiğiniz yerde nasıldı bilmiyorum, ama
Hailsham’da bizim neredeyse her hafta bir tür tıbbi
muayeneden geçmemiz gerekiyordu; genellikle evin en üst
katında, 18. Oda’da, aksi Hemşire Trisha ya da bizim ona
verdiğimiz adla, Karga Surat tarafından muayene ediliyorduk.
O güneşli sabah, kalabalık bir grup halinde orta merdivenden
çıkıp ona muayene olmaya gidiyorduk, muayeneleri bitmiş bir
başka grup da aşağıya iniyordu. Merdivende sesler
yankılanırken, ben başım öne eğik, önümdekinin topuklarını
izleyerek yukarı tırmanıyordum ki yanı başımda bir ses
duydum: “Kath!”
Aşağı inen grubun içindeki Tommy, merdivenin ortasında
durmuştu. Yüzündeki kocaman gülümseme hemen sinirime
dokundu. Birkaç yıl önce olsaydı, belki karşımıza çıkması
hoşumuza giden birine böyle, onun bana baktığı gibi
bakardık. Ama artık on üç yaşındaydık ve şimdi toplum


içinde karşılaşan genç bir erkek ve kız gibi davranmalıydık.
İçimden, “Tommy, neden büyümüyorsun artık!” demek geldi,
ama durdurdum kendimi ve bunun yerine, “Tommy, yolu
tıkıyorsun. Ben de öyle,” dedim.
Arkasına baktı, gerçekten de neredeyse herkes durmak
zorunda kalmıştı. Bir an paniklemiş göründü, sonra tam
yanımdaki duvara yapışarak insanların yanından ancak
geçebileceği kadar yer açtı. Dedi ki: “Kath, her yerde seni
arıyordum. Özür dilemek istedim. Yani, gerçekten çok
üzgünüm. Geçen gün sana vurmak istememiştim. Bir kıza
vurmayı aklımdan bile geçirmem, hem bunu yapsaydım bile,
sana asla vurmak istemezdim. Gerçekten, gerçekten
üzgünüm.”
“Önemli değil. Bir kazaydı, hepsi bu.” Ona başımla selam
verdim ve ilerlemeye çalıştım. Ama Tommy neşeli bir sesle:
“Gömleğim artık tertemiz. Bütün lekeler çıktı,” dedi.
“İyi olmuş.”
“Acımadı değil mi? Sana vurduğumda?”
“Tabii ki acıdı. Kafam kırıldı. Beyin sarsıntısı geçirdim,
aklına ne gelirse geçirdim işte. Karga Surat bile fark edebilir.
Tabii yukarı çıkmayı başarabilirsem.”
“Cidden, Kath. Bana kötü hisler beslemiyorsun değil mi?
Çok, çok üzgünüm. Gerçekten.”
Sonunda ona gülümsedim ve ciddiyetle, “Bak, Tommy,
bir kazaydı ve yüzde yüz unutuldu. Seni bir nebze bile
suçlamıyorum,” dedim.
Hâlâ yeterince emin görünmüyordu, ama artık bazı büyük
öğrenciler onu arkadan itelemeye, yürümesini söylemeye
başlamışlardı. Bana çabucak gülümsedi ve küçük bir oğlana
dokunur gibi hafifçe omzuma dokundu. Merdivenden yukarı


tırmanmaya başladığımda arkamdan seslendiğini işittim:
“Görüşürüz Kath!”
Bu olay beni biraz utandırmıştı, neyse ki hiç dedikodu
çıkmadı ya da kimse bana sataşmadı, üstelik kabul etmeliyim
ki, merdivende karşılaşmasaydık, gelecek birkaç hafta
boyunca Tommy’nin yaşayacağı sorunlarla hiç
ilgilenmeyecektim.
Olaylardan bazılarını kendim de gördüm. Ama çoğunlukla
başkalarından duydum ve böyle zamanlarda daha fazla bilgi
almak için insanları sorguladım. Birkaç öfke nöbeti daha
geçirmişti. Mesela bir keresinde 14. Oda’daki iki sırayı
yerinden kaldırıp fırlattığı, üstlerindekileri dağıtıp yere
savurduğu söyleniyordu, o sırada sınıftakiler merdiven
sahanlığına kaçıp onun odadan çıkmaması için kapıya engel
dayamışlardı. Bir başka sefer de, futbol antrenmanı sırasında
Reggie D.’ye saldırmasını önlemek için Bay Christopher’ın
Tommy’nin kollarını sıkı sıkı tutması gerekmişti. Büyükler
2’deki oğlanlar sahaya koşmaya gittikleri zaman, koşu
Yüklə 1,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə