Beni Asla Bırakma



Yüklə 1,25 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/17
tarix30.03.2022
ölçüsü1,25 Mb.
#84880
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   17
Kazuo Ishiguro- Beni Asla Bırakma

Daniel Deronda’yı okurken, Ruth dolaşa dolaşa gelip yanıma
oturdu. Kitabımın kapağına baktı ve kendi kendine başını
salladı. Bir dakika kadar sonra, tam da beklediğim gibi, bana
Daniel Deronda’nın konusunu anlatmaya başladı. O ana dek
kendimi çok iyi hissediyordum ve Ruth’u görünce
sevinmiştim, ama şimdi sinirlerim bozulmuştu. Aynı şeyi
bana bir iki kez daha yapmıştı, başkalarına da yaptığını
görmüştüm. Bir kere, tavrında bir şey vardı; önemsemezmiş
ama içtenlikle söylüyormuş gibi bir tavırla konuşuyor,
insanlardan yardımcı olduğu için müteşekkir olmalarını
bekliyordu sanki. Tamam, o sıralarda bile, bu davranışın
arkasında neyin yattığının farkındaydım. O ilk aylarda,


Kulübeler’e ne kadar yerleştiğimizi –ne kadar iyi
dayanabildiğimizi– okuduğumuz kitap sayısıyla ölçüyorduk.
Kulağa garip geliyor, ama işte, biz Hailsham’dan gelenler
kendi aramızda böyle bir fikir geliştirmiştik. Bu düşüncemiz
bilerek bulanık bırakılmıştı, hatta Hailsham’da seksle nasıl
baş ettiysek, ona benzer bir yol geliştirmiştik. Bir sürü kitabı
okuduğumuzu ima ederek dolaşır, birisi diyelim Savaş ve
Barış’tan bahsettiğinde sanki okumuş gibi başımızı sallar,
birbirimizin iddiaları konusunda mantık yürütmezdik. Şunu
hatırlayın lütfen, Kulübeler’e geldiğimizden beri sürekli
birarada olduğumuza göre, herhangi birimizin diğerleri fark
etmeden Savaş ve Barış’ı okuması mümkün değildi. Ama
tıpkı Hailsham’da seks konusunda olduğu gibi, aramızda dile
getirilmemiş bir anlaşmamız vardı, başımızı alıp gittiğimiz,
bu kitapları okuduğumuz gizemli bir boyutun var olmasına
izin vermiştik.
Dediğim gibi, hepimizin bir dereceye kadar kapıldığı
küçük bir oyundu bu. Böyle bile olsa, Ruth oyunu herkesten
ileri götürmüştü. Her kitabı önceden okumuş gibi
davranıyordu. Okumakta ne kadar üstün olduğunu
göstermenin yolunun da, insanlara henüz okumakta oldukları
kitapların konusunu anlatmak olduğunu sanıyordu. Bu
nedenle, Daniel Derorıda’nın konusunu anlatmaya
başladığında, hikâyeyi çok sevmemiş olmama rağmen
birdenbire kitabı kapatıp ayağa kalktım ve şöyle dedim:
“Ruth, kaç zamandır sana söylemek istiyordum. Neden
hoşça kal derken Tommy’nin koluna vuruyorsun? Ne demek
istediğimi anlıyorsun, değil mi?”
Tabii bilmediğini iddia etti, sabırla neden bahsettiğimi
anlattım. Ruth beni dinledi, sonra omuz silkti.


“Böyle yaptığımın farkında değildim. Farkında olmadan
kapmış olmalıyım o hareketi.”
Birkaç ay önce olsa üstüne varmazdım, belki de konuyu
hiç açmamış olurdum. Ama o gün bastırmaya devam ettim,
yaptığı hareketin televizyondan kopyalanmış olduğunu
açıkladım. “Kopyalamaya değer bir şey değil,” dedim.
“Normal hayatta insanlar böyle davranmıyorlar, sen öyle
sansan bile.”
Ruth’un kızdığını ama nasıl cevap vereceğini bilemediğini
görebiliyordum. Başını çevirdi ve yine omuz silkti. “Ne
olmuş yani?” dedi. “Büyük bir olay değil ki, çoğumuz
yapıyoruz bunu.”
“Yani Chrissie ve Rodney yapıyorlar demek istiyorsun.”
Bunu söyler söylemez hata yaptığımı anladım, bu
ikisinden söz etmeden önce Ruth’u köşeye sıkıştırmıştım ama
şimdi kurtulmuştu. Tıpkı satrançta olduğu gibi: Bir hareket
yaparsınız ve elinizi çeker çekmez yaptığınız hatayı
görürsünüz, paniklersiniz ama felaketin boyutlarını henüz
bilmiyorsunuzdur. Tabii ki, Ruth’un gözlerinin ışıldamaya
başladığını fark ettim. Tekrar konuştuğunda sesi tamamen
farklı çıktı.
“Demek böyle? Demek zavallı küçük Kathy’yi kızdıran
bu. Ruth artık ona yeterince ilgi göstermiyor. Ruth’un yeni
büyük arkadaşları var ve küçük bebek kardeşle artık o kadar
çok oynanmıyor...”
“Kes şunu. Her neyse, gerçek aileler böyle davranmaz.
Sen bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun.”
“Ah evet, Kathy gerçek aileler konusunda bir uzman.
Özür dilerim. Ama sorun bu, öyle değil mi? Hâlâ böyle
düşünüyorsun. Biz Hailshamlılar, hep bir arada kalmalıyız,


küçük bir grup olup hiçbir zaman yeni arkadaşlar
edinmemeliyiz.”
“Asla böyle bir şey söylemedim. Sadece Chrissie ve
Rodney’den bahsediyorum. Aptalca görünüyor, ama sen
onların her yaptığını kopya ediyorsun.”
“Ama ben haklıyım, değil mi?” diye devam etti Ruth.
“Kızdın, çünkü ben hayatıma devam etmeyi başardım, yeni
arkadaşlar edindim. Eskilerin bir kısmı senin adını bile
bilmiyor, ama onları suçlayabilir misin? Sen Hailshamlı
olmadığı takdirde kimseyle konuşmuyorsun. Ama her dakika
elini tutmamı bekleyemezsin benden. Neredeyse iki aydır
buradayız.”
Oltaya düşmedim, bunun yerine: “Beni boş ver,
Hailsham’ı da boş ver,” dedim. “Ama Tommy’yi sürekli zor
durumda bırakıyorsun. Seni izledim, sadece bu hafta birkaç
kez yaptın bunu. Onu çaresiz durumda bırakıyorsun, tek
başına, sanki yedek parçaymış gibi. Bu adil değil. Sen ve
Tommy bir çift sayılıyorsunuz. Bu durumda senin onu
kollaman gerekir.”
“Haklısın Kathy, biz bir çiftiz, dediğin gibi. İlla karışman
gerekiyorsa, durumu sana anlatayım. Biz bu konuda konuştuk
ve aramızda anlaştık. Tommy bazen Chrissie ve Rodney’le
birlikte bir şeyler yapmak istemezse, bu onun seçimidir. Ben
ona hazır olmadığı hiçbir şeyi zorla yaptırmayacağım. Ama
biz aramızda anlaştık, o da beni kısıtlamayacak. İlgilendiğin
için sağ ol tabii.” Sonra oldukça farklı bir ses tonuyla ekledi:
“Şimdi düşündüm de, sen de bazı eskilerle arkadaş olmakta o
kadar yavaş davranmadın aslında.”
Beni dikkatle inceledi, sonra sanki: “Hâlâ arkadaşız, değil
mi?” der gibi kahkaha attı. Ama ben onun bu son


söylediğinde gülecek hiçbir şey bulamadım. Kitabımı aldım
ve tek söz söylemeden çekip gittim.


On Birinci Bölüm
Ruth’un söylediklerinden niçin bu kadar rahatsız
olduğumu anlatayım. Kulübeler’deki o ilk aylar,
arkadaşlığımız açısından tuhaf bir zamandı. Bir sürü küçük
şey yüzünden tartışıyor, ama aynı zamanda içimizi her
zamankinden daha fazla döküyorduk birbirimize. Özellikle de
ikimiz konuşuyorduk, yatmadan kısa süre önce, genellikle
benim Kara Ambar’ın üzerindeki odamda. Işıklar
söndürüldükten sonra yaptığımız bu sohbetler yüzünden
sabahları akşamdan kalma gibi hissediyorduk kendimizi. Her
neyse, şu var ki, gün içinde birbirimizden ne kadar
uzaklaşırsak uzaklaşalım, uyku zamanı geldiğinde Ruth’la
birlikte yatağıma oturur, sıcak içeceklerimizi yudumlarken
sanki aramıza hiçbir şey girmemiş gibi birbirimize içimizi
dökerdik. Bu yürekten konuşmalarımızı sağlayan şeyse –o
dönemde arkadaş kalmamızı sağlayan şey de diyebilirsiniz–
ne anlatırsak anlatalım saygıyla karşılanacağını bilmemizdi:
Birbirimize duyduğumuz güvene sadık kalıyorduk; ne kadar
tartışırsak tartışalım, söylediklerimizi asla birbirimize karşı
kullanmayacaktık. Tamam, bu hiçbir zaman açıkça
söylenmedi, ama dediğim gibi, kesinlikle aramızda bir
anlaşma vardı ve o gün Daniel Deronda konusu açılana kadar,
ikimiz de anlaşmamızı bozacak hiçbir şey yapmamıştık. Bu
nedenle, Ruth benim eskilerle arkadaş olmakta hiç yavaş


davranmadığımı söyleyince sadece kızmamıştım, bu bana
göre bir ihanetti. Çünkü ne demek istediği kesinlikle belliydi;
bir gün ona seksle ilgili bir şey söylemiş, özel bir olayı sadece
ona anlatmıştım.
Tahmin edebileceğiniz üzere, Kulübeler’de seks
Hailsham’daki seksten çok farklıydı. Çok daha doğrudandı
her şey, daha “yetişkince”ydi. Kimin kimle ne yaptığı
hakkında dedikodular dolaşmıyor, ortalıkta kıkırdanmıyordu.
İki öğrencinin seviştiği öğrenilince hemen onların bir çift olup
olmayacakları konusunda spekülasyon yapılmıyordu. Ayrıca
bir gün yeni bir çift ortaya çıkarsa, sanki büyük bir olaymış
gibi hemen tartışılmaya başlanmıyordu. Durumu sessizce
kabul ediyordunuz ve ondan sonra birinden söz ettiğinizde
diğerinin adını da söylüyordunuz: “Chrissie ve Rodney” ya da
“Ruth ve Tommy” gibi. Birisi sizinle sevişmek istediğinde,
doğrudan soruyordu. Bir oğlan yanınıza gelip geceyi
geçirmek için odasına davet ediyordu sizi, “değişiklik olsun”
diye, öylesine bir şeymiş, çok önemli değilmiş gibi. Bazen bir
çift olmak amacıyla yapıyordu bunu oğlanlar, bazen de tek
gecelik bir ilişki için.
Tavırlar çok daha olgundu diyebilirim. Şimdi dönüp
baktığımda Kulübeler’deki seks yaşantısı biraz fazla işlevsel
gibi görünüyor. Belki de bundan dolayı dedikodu ve gizlilik
ortadan kalkmıştı. Ya da belki hava çok soğuk olduğu için.
Kulübeler’deki cinselliği hatırladığımda, zifiri karanlıkta,
buz gibi odalarda, genelde kat kat battaniye altında
yapıldığını hatırlıyorum. Hatta battaniyeler çoğu kez
battaniye bile değildi, gerçekten tuhaf, rastgele şeylerdi; eski
perdeler, hatta kilim parçaları. Bazen o kadar soğuk oluyordu
ki ne bulursanız üstünüze yığıyordunuz ve bunların altında
sevişirken üzerinizde dağ gibi yorgan döşek zıplıyordu,


bundan dolayı çoğu zaman oğlanla mı yoksa bütün o eşyalarla
mı seviştiğinizi anlamıyordunuz.
Her neyse, demek istediğim şu ki, Kulübeler’e geldikten
sonra birkaç kez tek gecelik ilişkiler yaşamıştım. Bunu
planlamamıştım. Acele etmek istemiyordum, dikkatle
seçtiğim biriyle, belki de bir çift olmayı tercih ederdim. Daha
önce hiç sevgilim olmamıştı, özellikle Ruth ve Tommy’yi bir
süre izledikten sonra, ben de birini bulmayı denemeye karar
vermiştim. Dediğim gibi, planım böyleydi ve tek gecelik
ilişkilerim devam ettikçe bunlardan rahatsız oldum. Bundan
dolayı, o gece Ruth’a açılmaya karar verdim.
Birçok açıdan olağan bir gece sohbetiydi. Çay
fincanlarımızı doldurup odama gelmiş, yatakta yan yana
oturuyorduk. Kulübeler’deki oğlanlardan ve hangisinin bana
uygun olduğundan konuştuk. Ruth tam formundaydı:
Destekleyici, komik, duyarlı, akıllıydı. Bu nedenle ona tek
gecelik ilişkilerimi anlatmaya karar verdim. Bunların aslında
isteğim dışında gerçekleştiğini anlattım; sevişince çocuk
sahibi olmamız mümkün olmasa da, seksin duygularımı tıpkı
Bayan Emily’nin söylediği gibi etkilediğini anlattım. Sonra,
“Ruth, sana bir şey sormak istiyordum,” dedim. “Mutlaka
sevişmen gereken anlar oluyor mu? Kim olursa olsun fark
etmez dediğin zamanlar?”
Ruth omuz silkti, sonra, “Benim bir ilişkim var. Sevişmek
istediğim zaman Tommy’yle yapıyorum bunu,” dedi.
“Öyledir tabii. Belki sadece ben böyleyim. Belki bende
yanlış bir şey vardır, alt tarafımda. Belki gerçekten, gerçekten
yapmak zorundayımdır.”
“Bu çok garip Kathy.” Bana kaygıyla bakmaya başladı, bu
da daha fazla endişelenmeme neden oldu.
“Yani sen hiç böyle hissetmiyor musun?”


Yine omuz silkti. “Herkesle yapacak kadar değil.
Söylediğin çok acayip bir şey, Kathy. Belki zamanla diner.”
“Bazen uzun süre bir şey olmuyor. Sonra aniden başlıyor.
İlk seferinde böyle oldu. Beni öpüp okşamaya başladı ama
üstümden çekilmesini istiyordum. Sonra aniden başladı.
Gerçekten sevişmek zorundaydım.”
Ruth başını salladı. “Çok garip. Ama geçer herhalde.
Burada yediklerimizle filan alakalıdır belki.”
Bana pek yardımcı olamamıştı ama anlayışlı davranmıştı,
konuşmamızın ardından kendimi biraz daha iyi hissetmeye
başladım. Bu yüzden, o gün kırda yaptığımız tartışmanın
ortasında bu konuyu açması beni çok sarstı. Tamam, bizi
duyacak kimse yoktu, ama böyle olsa bile, yaptığında hiç
doğru olmayan bir şey vardı. Kulübeler’deki ilk aylarda
arkadaşlığımız sağlam bir biçimde devam etmişti, en azından
benim açımdan; çünkü ben iki farklı Ruth olduğunu
düşünüyordum, bunu kabullenmiştim. Ruthlardan biri sürekli
eskileri etkilemeye çalışıyordu; onun havasını bozacağımızı
düşündüğü anda beni, Tommy’yi, kim olursa olsun hepimizi
unutuyordu. Her gün havalara giren, rol yapan bu Ruth’dan
hiç memnun değildim; dirseğin altına hafifçe vurma
hareketini yapan Ruth’dan. Ama gün bitimlerinde üst kattaki
küçük odamda yanıma oturup yatağımın üstüne bacaklarını
uzatan, buharı tüten fincanı elinde benimle sohbet eden Ruth
Hailshamlıydı ve gün boyunca neler olursa olsun, böyle yan
yana oturduğumuzda, ilişkimize kaldığımız yerden devam
edebiliyorduk. Kırdaki o güne kadar, bu iki Ruth’un bir araya
gelmeyeceği konusunda emindim; yatmadan önce sırlarımı
paylaştığım Ruth’a kesinlikle güvenebilirdim. İşte bu yüzden,
benim “eskilerden en azından biriyle arkadaş olmakta hiç de


yavaş hareket etmediğimi” söylediğinde çok kızdım. Bu
nedenle, kitabımı kaptığım gibi yanından ayrıldım.
Fakat şimdi düşündüğümde, olanları Ruth’un açısından
görebiliyorum. Örneğin, aramızdaki anlaşmayı önce benim
bozduğumu düşünmüş olabilir, o küçük saldırısı sadece bir
karşılık olabilir. O zamanlar bunu hiç düşünmemiştim, ama
şimdi bunun bir olasılık olduğunu anlayabiliyorum ve
yaptığının bir açıklaması olabileceğini kabul ediyorum.
Nihayetinde, bana o cümleyi söylemeden önce, yaptığı bir
hareketten dolayı onu eleştirmiştim. Şimdi açıklaması biraz
zor, ama Ruth’un eskilerin yanındaki davranışları hakkında
aramızda bir tür sözsüz anlaşma vardı. Tamam, çoğu kez blöf
yapar ve doğru olmadığını bildiğimiz şeyler hakkında atıp
tutardı. Bazen eskileri etkilemek için bizi satardı. Ama
sanırım Ruth bütün bunları iyiliğimiz için yaptığına
inanıyordu bir anlamda. En yakın arkadaşı olarak benim
rolüm de ona sessizce destek olmaktı; sahnede rolünü
oynarken ben en ön sıradan izleyen biriydim sanki. Başka biri
olmaya çalışıyordu, belki de bu baskıyı hepimizden fazla
hissediyordu, dediğim gibi, bir şekilde hepimiz adına bir
sorumluluk yüklemişti kendisine. O halde bu durumda, onun
dirsek altına vurmasıyla ilgili söylediklerimi bir ihanet kabul
etmiş ve bana verdiği karşılıkta kendini haklı görmüş
olabilirdi. Dediğim gibi, bu şekilde düşünmeye yakın
zamanda başladım. Eskiden olayları dışarıdan incelememiş,
kendi rolümü düşünmemiştim. Sanırım o günlerde Ruth’un
ilerlemek, büyümek ve Hailsham’ı geride bırakmak için
gösterdiği çabadan hoşlanmıyordum. Şimdi bunları
düşündüğümde, Dover’daki nekahet merkezinde onunla
ilgilendiğim sırada söylediği bir şey aklıma geliyor. Odasında
oturmuş gün batımını seyrediyorduk, sıkça yaptığımız gibi


getirdiğim madensuyunun ve bisküvilerin tadını çıkarıyorduk.
Bir yandan ona Hailsham’daki koleksiyon sandığımın
içindeki eşyaların çoğunu hâlâ odamda, yatağımın altındaki
çam ağacından sandıkta sakladığımı anlatıyordum. Derken –
bu konuya varmaya ya da bir şey açıklamaya
çalışmıyordum–: “Senin Hailsham’dan sonra koleksiyonun
olmadı değil mi?” deyiverdim.
Yatağında dik oturmakta olan Ruth uzun bir süre sessiz
kaldı, arkasındaki karolu duvara batan güneşin ışıkları
vuruyordu. Sonra, “Gözetmenleri hatırla,” dedi. “Ayrılmadan
önce bize koleksiyonlarımızı yanımıza alabileceğimizi
söylemişlerdi. Ben de kutudaki her şeyi yanıma aldım ve bir
torbanın içine koydum. Kulübeler’e vardığımda hepsini içine
alacak ahşap bir kutu bulmayı planlıyordum. Ama oraya
varınca, eskilerden hiçbirinin koleksiyonu olmadığını
gördüm. Sadece bizim vardı, bu normal değildi. Tek ben
değil, hepimiz farkına vardık herhalde, ama hiçbirimiz açıkça
söylemedik, öyle değil mi? Bunun üzerine ben yeni bir kutu
aramaktan vazgeçtim. Koleksiyonum aylarca o torbanın
içinde durdu, sonunda attım hepsini.”
Ona uzun uzun baktım. “Çöpe mi attın?”
Ruth başını salladı, birkaç dakika boyunca aklından
koleksiyonundaki eşyaları geçirdi sanki. Sonunda: “Hepsini
bir çöp torbasına koydum,” dedi. “Ama çöpe atmaya içim
elvermedi. Bu yüzden Keffers’a torbayı bir dükkâna
götürebilir mi diye sordum. Bağış dükkânlarını biliyordum,
bunları duymuştum. Keffers torbayı biraz karıştırdı,
içindekilerin ne olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu, nasıl
olsun ki, sonra kahkaha attı ve bildiği hiçbir dükkânın
bunlarla ilgilenmeyeceğini söyledi. Bunlar iyi şeyler, dedim,
gerçekten iyi şeyler. Benim biraz duygusallaşmaya


başladığımı gördü, o zaman ses tonu değişti. ‘Peki küçük
hanım,’ gibi bir şey söyledi. ‘Bunları Oxfam’a götüreceğim,’
dedi. Sonra iyice kibarlaştı: ‘Şimdi bir daha bakınca, evet
haklısın, bunlar gerçekten iyi şeyler,’ dedi. Ama yeterince
ikna edici değildi. Sanırım onları alıp çöpe attı. En azından
benim bunu bilmem gerekmedi.” Sonra gülümsedi ve bana,
“Sen farklıydın,” dedi. “Hatırlıyorum. Koleksiyonundan
hiçbir zaman utanmadın ve sakladın onu. Keşke ben de öyle
yapsaydım.”
Söylemek istediğim şu: Hepimiz yeni hayatımıza uyum
sağlamaya çalışıyorduk ve galiba hepimiz sonradan pişman
olacağımız şeyler yaptık. O dönemde Ruth beni çok
kızdırmıştı, ama insanları Kulübeler’deki ilk günlerinde
yaptıklarından dolayı yargılamaya çalışmanın çok anlamsız
olduğunu düşünüyorum şimdi.
Sonbahar yaklaşırken çevremdeki insanları daha yakından
tanımaya ve daha önce dikkat etmediğim bazı ayrıntıları fark
etmeye başladım. Mesela, Kulübeler’den ayrılan öğrencilere
karşı tuhaf bir tavır takınılıyordu. Eskiler, Beyaz Konak’a ya
da Kavak Çiftliği’ne yaptıkları gezilerden sonra orada
tanıştıkları tiplerle hemen dalga geçmeye başlıyor; ama biz
gelmeden çok kısa zaman öncesine dek en iyi arkadaşları olan
öğrencilerden hemen hiç söz etmiyorlardı.
Fark ettiğim bir başka şey de –genel tavırla alakalı
olduğunu görebiliyordum– “kurslara” giden eskiler hakkında
kimsenin tek söz etmemesiydi. Bu kursların bakıcılıkla ilgili
olduğunu biliyorduk. Belki dört ya da beş günlüğüne
gidiyorlardı, ama o süre içinde kimse onlardan bahsetmiyor;
döndüklerinde kimse onlara bir şey sormuyordu. Sanırım en
yakın arkadaşlarıyla paylaşmışlardır deneyimlerini. Ama bu


yolculuklar hakkında alenen hiçbir şey söylenmeyeceği
konusunda gizli bir anlaşma vardı sanki. Bir sabah,
hatırlıyorum, mutfağımızın buğulanmış pencerelerinden,
eskilerden ikisinin bir kursa gitmek üzere ayrılışlarını
izliyordum ve gelecek baharda tamamen gitmiş olurlar mı
diye düşündüğümü hatırlıyorum. Gittikleri zaman onlardan
bahsetmemeye dikkat edecektik.
Ama ayrılan öğrencilerin gerçek bir tabuya dönüştüğünü
söylemek belki biraz aşırıya kaçmak olur. Onlardan
bahsedilmesi gerekiyorsa, bahsediliyordu. En çok da, dolaylı
yollardan, bir nesne ya da günlük bir işle ilintili olarak
bahsediliyordu. Mesela, bir borunun tamir edilmesi
gerekiyorsa, bunu “Mike’ın nasıl yaptığı” hakkında
konuşuluyordu. Bir de Kara Ambar’ın hemen önünde
herkesin “Dave’in ağacı” dediği güdük bir ağaç gövdesi
vardı. Biz gelmeden birkaç hafta öncesine kadar, Dave üç yılı
aşkın bir süre boyunca yağmur soğuk dinlemeden onun
üstüne oturup okumuş, yazmış. Hatıralarda en çok yer eden
bir diğer isim de Steve’di. Hiçbirimiz Steve’in nasıl biri
olduğunu bilmiyorduk, ama porno dergileri sevdiğinden
haberdardık.
Arada bir, Kulübeler’deki bir kanepenin arkasından ya da
eski gazetelerin arasından bir porno dergi çıkardı. “Erotik”
porno denen türden bir dergi bulurduk genelde, ama o
sıralarda aradaki farkı bilmiyorduk. Daha önce hiç böyle bir
şeyle karşılaşmamıştık ve ne düşüneceğimizi bilemedik.
Eskiler genelde güler, bıkkın bir ifadeyle derginin sayfalarını
şöyle bir çevirdikten sonra bir kenara atarlardı, dolayısıyla biz
de aynısını yapmaya başladık. Bir iki yıl önce Ruth’la beraber
geçmişi hatırlarken, Kulübeler’de bu dergilerden
düzinelercesinin elden ele dolaşmakta olduğunu söyledi.


“Kimse bunlardan hoşlandığını kabul etmezdi,” dedi. “Ama
nasıldı hatırlarsın. Bir dergi ortaya çıktığında herkes sıkıcı
bulmuş gibi yapardı. Ama yarım saat sonra geri döndüğünde
dergi ortadan kaybolmuş olurdu.”
Her neyse, demek istediğim şu, bu dergilerden biri ortaya
çıktığında herkes “Steve’in koleksiyonundan” kaldığını
söylerdi. Yani, ortaya çıkan her porno derginin sorumlusu
Steve’di. Dediğim gibi, Steve hakkında başka bir şey
öğrenemedik. Fakat o zamanlarda bile olayda komik bir yan
görüyorduk, çünkü birisi çıkıp da, “A, bakın Steve’in
dergilerinden biri,” dediğinde, bunda komik bir yan bulup
gülüyorduk.
Bu dergiler, yaşlı Keffers’ı çileden çıkarırdı. Onun çok
dindar ve sadece pornoya değil, sekse de kesinlikle karşı
olduğuna dair söylentiler dolaşıyordu. Bazen öyle sinirlenirdi
ki, ağarmış bıyıklarının altındaki yüzü öfkeden kırmızı
lekelerle kaplanırdı. Yerleri sarsarak etrafta dolanır, kapıları
vurmadan odalara dalar, “Steve’in dergilerini” toplamak için
elinden geleni yapardı. Böyle anlarda komik göründüğüne
inandırmaya çalışırdık kendimizi, ama aslında korkutucuydu.
Normalde sürekli homurdanman Keffers, sinirlenince
sessizliğe gömülürdü ve bu hali bile ürkütücü görünmesine
yeterdi.
Bir keresinde, hatırlıyorum, Keffers yine “Steve’in
dergilerinden” altı yedi tane toplayıp bunları kamyonetine
götürmüştü. Yukarıdaki odamda Laura’yla birlikte onu
izliyorduk, Laura’nın söylediği bir şeye gülüyordum. Sonra
Keffers’ın kamyonetin kapısını açtığını gördüm. Belki iki
eliyle bir şey kaldırması gerektiği için, dergileri kazanın
bulunduğu barakanın önüne yığılmış tuğlaların üzerine
koydu; bazı eskiler birkaç ay önce bir açık hava ızgarası


yapmaya çalışmışlardı bu tuğlalarla. Keffers öne eğilmişti,
başı ve omuzları kamyonetin içinde, uzun süre bir şeyler aradı
ve içimden bir ses bana biraz önceki öfkesine rağmen, şimdi
dergileri unuttuğunu söyledi. Gerçekten de, birkaç dakika
sonra doğruldu, direksiyonun başına geçti, kapıyı vurup
kapadı ve çekip gitti.
Keffers’ın dergileri bıraktığını Laura’ya söylediğimde,
“Orada fazla kalmazlar,” dedi. “Bir dahaki tasfiye turunda
hepsini yeniden toplaması gerekecek.”
Ama yarım saat sonra kazan barakasının yanından
geçerken dergilere dokunulmamış olduğunu gördüm. Bir an
onları alıp odama götürmeyi düşündüm, ama odamda
görüldükleri takdirde sürekli alaya alınacağımı biliyordum;
böyle bir şeyi yapmamın nedenlerini kimsenin anlamasına
imkân yoktu. Bu yüzden dergileri alıp kazan kulübesine
girdim.
Kazan dairesinin bulunduğu baraka gerçekte bir ambardı,
çiftlik evinin yanına inşa edilmişti, içi eski tırpanlar ve
yabalarla doluydu; bir gün yangın çıkarsa Keffers’ın kolay
tutuşmayacağını düşündüğü şeylerle. Keffers’ın orada bir
çalışma tezgâhı da vardı. Dergileri bunun üstüne koydum, ıvır
zıvırı kenara itip üstüne yerleştim. Aydınlatma pek iyi değildi,
ama arkamda bir yerde camları isli bir pencere vardı. Elime
geçen ilk derginin sayfalarını açınca ışığın yeterli olduğunu
anladım.
Bacaklarını açmış ya da popolarını uzatmış bir dolu kız
resmi vardı dergilerde. İtiraf edeyim, bu tür resimlere bakınca
heyecanladığım oldu, oysa hiçbir zaman bir kızla birlikte
olmayı düşünmedim. Zaten o gün böyle bir şeyin peşinde
değildim. Sayfaları hızla çevirdim, bu sayfalardan sızan
seksten etkilenmemeye kararlıydım. Gerçekten de eğilip


bükülen bedenleri neredeyse hiç görmedim, sadece suratlarına
bakıyordum. Sayfa kenarlarındaki video ya da başka şeylerin
ilanlarında bile sadece her modelin suratına baktım ve
sayfaları çevirdim.
Dergi yığınının sonuna yaklaştığımda, ambarın önünde,
kapının tam yanında birinin durduğunu hissettim. Kapıyı açık
bırakmıştım, çünkü normalde hep açıktı ve içeri ışık gelsin
istemiştim. Zaten iki kez bir ses duyduğumu sanmış, başımı
kaldırıp bakmıştım. Ama kimseyi göremeyince suratları
incelemeye devam etmiştim. Şimdi birinin orada
durduğundan emindim, dergiyi elimden bırakırken derin derin
iç geçirdim, duyulacağı kesindi.
Kıkırdama sesleri duymayı veya ambardan içeri, beni bir
yığın porno dergiyle yakaladıkları için dalga geçmeye hazır
iki ya da üç öğrencinin dalmasını bekledim. Ama hiçbir şey
olmadı. Bunun üzerine, elimden geldiğince bıkkın bir ses
tonuyla seslendim:
“Bana katıldığınız için çok memnun oldum. Çekinmeyin,
gelsenize.”
Kısa bir kıkırdama duydum, sonra kapının eşiğinde
Tommy belirdi. “Merhaba Kath,” dedi çekingen bir sesle.
“İçeri gel, Tommy. Eğlenceye katıl.”
Bana doğru dikkatle yürüdü, birkaç adım ötede durdu.
Kazana baktı ve sonra: “Senin böyle şeylerden hoşlandığını
bilmiyordum,” dedi.
“Kızlara da izin var, öyle değil mi?” dedim.
Sayfaları çevirmeye devam ettim, Tommy birkaç saniye
sessiz kaldı. Sonra, “Seni gözetlemeye çalışmıyordum,” dedi.
“Ama ne yaptığını odamdan gördüm. Dışarı çıkıp Keffers’ın
bıraktığı dergileri aldığını gördüm.”
“İşim bitince onları alabilirsin.”


Beceriksizce gülmeye çalıştı. “Seksle ilgili şeyler işte.
Daha önce gördüm hepsini zaten.” Yeniden güldü, ama
başımı kaldırıp bakınca yüzündeki ifade ciddileşti. Sonra:
“Kath, sen bir şey mi arıyorsun?” diye sordu.
“Ne demek istiyorsun? Sadece açık saçık resimlere
bakıyorum.”
“Sırf eğlence için mi?”
“Öyle denebilir, evet.” Bir dergiyi bırakıp öbürünü elime
aldım.
Sonra Tommy’nin adımlarını duydum, yürüyüp tam
yanıma geldi. Tekrar başımı kaldırdığımda elleri havada
sıkıntıyla asılı duruyordu, sanki ben zor bir iş yapıyordum da
o bana yardım etmeye çalışıyordu.
“Kath, yapma... Sadece eğlenmek içinse, böyle yapılmaz.
Resimlere daha dikkatli bakman gerekir. Sayfaları bu kadar
hızlı çevirirsen işe yaramaz.”
“Kızlarda nasıl olur sen nereden biliyorsun? Ya da belki
bunlara Ruth’la birlikte bakmışsındır. Pardon, aklıma
gelmemişti.”
“Kath, ne arıyorsun sen?”
Onu duymazdan geldim. Dergi yığınının sonuna varmak
üzereydim ve işimi bir an önce bitirmek istiyordum. Sonra o:
“Bunu daha önce yaptığını görmüştüm,” dedi.
Bu kez durdum ve ona baktım. “Burada neler oluyor
Tommy? Keffers seni porno kontrol ekibine mi aldı yoksa?”
“Seni gözetlemeye çalışmıyordum, Kath. Ama geçen
hafta gördüm, hepimiz Charley’nin odasındaydık. Bu
dergilerden bir tane vardı orada. Herkesin odadan çıktığını
sanıyordun. Ama ben parkamı almaya geri geldim. Claire’in
kapısı açıktı, oradan Charley’nin odasını rahatça görüyordum.
Seni gördüm işte, odada dergiyi karıştırıyordun.”


“Peki, ne olmuş yani? Hepimiz bir şekilde eğlenmeliyiz.”
“Eğlenmek için bakmıyordun sen dergilere. Bunu
anladım, şimdi de anladığım gibi. Yüzünden anlıyorum Kath.
Charley’nin odasındayken de yüzünde tuhaf bir ifade vardı.
Belki hüzün. Belki de biraz korku.”
Tezgâhtan zıplayarak indim, dergileri topladım ve onun
kollarına bıraktım. “İşte, al. Bunları Ruth’a ver. Bak bakalım
ona yarayacaklar mı?”
Yanından yürüyüp geçtim, ambardan dışarı çıktım. Ona
bir şey anlatmadığım için düş kırıklığına uğradığını
biliyordum, ama olanları doğru dürüst düşünmemiştim henüz
ve başkalarına anlatmaya hazır değildim. Yine de peşimden
kazan dairesine gelmesinden rahatsız olmamıştım. Hiç
rahatsız olmamıştım. Bana destek verdiğini, hatta koruduğunu
hissetmiştim. Bilmek istediklerini nihayetinde anlattım ona,
ama birkaç ay sonra, Norfolk yolculuğuna çıktığımızda.


On İkinci Bölüm
Norfolk yolculuğumuzu ve o gün olan her şeyi anlatmak
istiyorum, ama olayın arka planını ve oraya niçin gittiğimizi
açıklayabilmek için, önce biraz daha gerilere gitmem
gerekecek.
Kulübeler’de geçirdiğimiz ilk kış neredeyse bitmek
üzereydi ve hepimiz yeni evimize alışmıştık. Küçük
tökezlemelere karşın Ruth’la akşamları odamda sıcak
içeceklerimizi yudumlarken gün içinde olanları konuşma
alışkanlığımızı sürdürmüştük ve bu sohbetlerden birinde,
öylesine konuşurken Ruth aniden:
“Chrissie ve Rodney’nin ne söylediğini duydun herhalde,”
dedi.
Duymadığımı söyleyince küçük bir kahkaha attı ve devam
etti: “Galiba benimle dalga geçtiler. Şaka yaptıklarını
sanıyorlar. Unut gitsin.”
Neden söz ettiğini öğrenmeye çalışmamı istediğini
sezdim, bu nedenle ısrar ettim ve sonunda sesini alçaltıp
açıkladı.
“Hatırlıyor musun, geçen hafta bir ara Chrissie ve Rodney
ortadan kaybolmuşlardı. Cromer adlı bir kasabaya gitmişler,
kuzey Norfolk sahilinde.”
“Ne yapıyorlarmış orada?”


“Ah, sanırım orada bir arkadaşları var. Daha önce burada
yaşamış biri. Ama konu bu değil. Konu şu: Onlar birini
görmüşler. Şu açık ofislerden birinde çalışan bir kadını. Sonra
da, yani anlarsın ya... O kişinin bir olası olduğunu
düşünüyorlar. Benim için.”
Çoğumuz daha Hailsham’dayken “olası model” fikriyle
tanışmış, ama bu konuyu açmamamız gerektiğini sezmiştik ve
hiç açmamıştık, tabii hem meraklandığımızı hem de rahatsız
olduğumuzu itiraf etmem lazım. Kulübeler’de bile bu konu
rahatça gündeme getirebileceğiniz bir konu değildi. “Olası
modeller” hakkında konuşmak, mesela seks hakkında
konuşmaktan daha da tuhaf bir atmosfer yaratıyordu. Aynı
zamanda, insanların bu konuya çok ilgi duyduğunu –bazı
durumlarda takıntılı olduklarını bile– anlayabiliyordunuz;
öyle ki, çoğunlukla ciddi tartışmalar sırasında, mesela James
Joyce hakkında konuşurken bu konu ikide bir açılıyordu.
“Olası model” teorisinin arkasındaki temel fikir çok
basitti ve fazla tartışma yaratmıyordu. Şöyle bir şeydi: Her
birimiz bir aşamada normal bir insandan kopyalandığımız
için, hepimizin dışarıda bir yerde kendi hayatını yaşayan bir
modeli vardı. Bu da, en azından teoride şu anlama geliyordu:
Modelinizi bulabilirdiniz. Bu nedenle, dışarı çıktığınızda –
şehirlerde, alışveriş merkezlerinde, yoldaki kafelerde– “olası
modeller” için gözünüzü açık tutuyordunuz; sizin ya da
arkadaşlarınızın modeli olabilecek insanlar için.
Ancak bu temel fikirlerin ötesine geçildiğinde, ortak bir
noktada buluşulamıyordu. Baştan başlarsak, olası modelleri
ararken neye bakacağımız konusunda anlaşamıyorduk. Bazı
öğrenciler kendilerinden yirmi ya da otuz yaş büyük birini
aramaları gerektiğini düşünüyorlardı; anne babaları olabilecek
yaşta birini. Ama diğerlerine göre, bu fazla duygusal bir


davranıştı. Modellerimizle aramızda niçin “doğal” bir nesil
farkı olsun ki? Bebekleri ya da yaşlı insanları da kullanmış
olabilirlerdi, ne fark ederdi ki? Bazıları, en sağlıklı
dönemlerindeki insanların model olarak seçilmiş olduğuna
inanıyordu, işte bu nedenle “anne ya da babamız yaşında”
olmaları ihtimali yüksekti. Ancak bu noktada hepimiz içine
girmek istemediğimiz bir alana yaklaştığımızı seziyorduk,
böylece tartışmalarımız da azalıp yok oluyordu.
Sonra, modellerimizi niçin aradığımıza dair sorular ortaya
çıkıyordu. Modellerimizi bulmak istememizin önemli bir
nedeni, onları bulduğumuzda geleceğimize göz
atabileceğimiz düşüncesiydi. Aslında kimse, diyelim ki
modeli bir tren istasyonunda çalışıyorsa, eninde sonunda
onunla aynı işi yapacağını düşünmüyordu. Hepimiz işin bu
kadar basit olmadığını biliyorduk. Yine de, kopyalandığımız
kişiyi gördüğümüzde kim olduğumuza dair farklı derecelerde
öngörü sahibi olacaktık ve belki de hayatımızda bizi nelerin
beklediğini görebilecektik.
Olası modellerle ilgilenmenin tamamen aptalca bir şey
olduğunu düşünenler de vardı. Modellerimiz bizimle
alakasızdı, onlar sadece dünyaya gelmemiz için gereken
teknik birer ihtiyaçtı, bundan fazlası değildiler. Hayatımızda
ne yapacağımız sadece bize kalmış bir şeydi. Ruth her zaman
bu fikirde olanlara katılmıştı, herhalde ben de öyle. Yine de,
bir olası modelle ilgili şeyler duyunca –kimin olası modeli
olursa olsun– meraklanmadan edemiyorduk.
Hatırladığım kadarıyla, olası modeller genellikle aynı
dönemde görülüyordu. Bu konu hiç açılmadan haftalar
geçebiliyordu, sonra birinin görüldüğü duyuluyor ve bu,
başka olası modellerin de görüldüğü iddiasını tetikliyordu.
Bunlardan çoğunun üstüne düşmeye değmezdi; yoldan geçen


bir arabanın içinde görülen birinin, örneğin. Ama arada bir,
görülen model oldukça gerçekçi biçimde tasvir ediliyordu;
Ruth’un o gece bana anlattığı olası model gibi.
Ruth’un öğrendiğine göre, Chrissie ve Rodney gittikleri
bir sahil şehrini keşfetmeye çıkmış ve bir süreliğine ayrılıp
farklı yerlerde dolaşmışlar. Tekrar buluştuklarında Rodney
çok heyecanlıymış ve Chrissie’ye ana caddeye çıkan
sokaklarda dolaşırken vitrinli bir ofisin önünden geçtiğini
anlatmış. İçerisi kalabalıkmış, bir kısım insan masa başında
çalışıyormuş, bir kısmı ayaktaymış, yürüyor ya da
birbirleriyle konuşuyorlarmış. Sonra orada Ruth’un olası
modelini görmüş.
“Onlar buraya döner dönmez Chrissie gelip olanları bana
anlattı. Rodney’ye her şeyi tarif ettirdi, o da elinden
geldiğince anlatmaya çalıştı, ama kesin bir şey söylemek
imkânsız. Beni oraya arabayla götürmekten söz ediyorlar,
ama bilmiyorum. Bu konuda herhangi bir şey yapmalı mıyım,
bilemiyorum.”
Ona o gece tam olarak ne dediğimi hatırlamıyorum, ama
çok şüpheci davrandım. Açıkçası, bence Chrissie ve Rodney
hepsini uydurmuşlardı. Chrissie ve Rodney’nin kötü insanlar
olduklarını söylemeye çalışmıyorum; bu haksızlık olur. Onları
pek çok açıdan seviyordum. Ama gerçek şu ki, onların biz
yeni gelenlere karşı tavırları, özellikle de Ruth’a davranışları,
hiç dürüstçe değildi.
Chrissie uzun boylu ve ayağa kalkıp boyunu
gösterdiğinde oldukça güzel bir kızdı, ama bunun farkında
değildi ve herkes gibi görünmek için sürekli kambur dururdu.
Bundan dolayı bir film yıldızına değil, Kötü Cadı’ya
benzerdi. Bir şey söyleyeceği zaman insanı önce parmağıyla


dürtmesi de sinir bozucuydu ve bu izlenimi daha da
kuvvetlendiriyordu. Pantolon yerine genelde uzun etek giyer,
gözlüğünü de yüzüne iyice yapıştırırdı. O yaz Kulübeler’e
geldiğimizde bizi gerçekten iyi karşılayan eskilerden biriydi,
başta ondan gerçekten hoşlanmıştım ve yardım gerektiğinde
hep ona danışıyordum. Ama haftalar geçtikçe, şüphelenmeye
başladım. Bizim Hailshamlı olduğumuzu tekrarlayışında garip
bir şey vardı, sanki bizimle ilgili her şeyi açıklayabilirmiş gibi
davranıyordu. Ayrıca sürekli olarak Hailsham’la ilgili sorular
soruyordu bize –küçük detayları, tıpkı şimdi benim
bağışçılarımın yaptığı gibi– ve öylesine soruyormuş, önemli
değilmiş gibi davranıyordu, ama ilgisinde bambaşka bir boyut
vardı. Canımı sıkan bir diğer özelliği de bizi hep ayırmaya
çalışmasıydı; birkaçımız birlikte bir şeyler yaparken birimizi
bir kenara çekmesi ya da aramızdan iki kişiyi bir şeye davet
etmesi ve diğer ikisini ortada bırakması gibi şeyler.
Chrissie’yi, yanında erkek arkadaşı Rodney olmadan
göremezdiniz. Rodney 1970’lerde yaşayan bir rock şarkıcısı
gibi saçını atkuyruğu yapıp dolaşırdı ve reenkarnasyon gibi
şeyler hakkında çok fazla konuşurdu. Onu zamanla sevmeye
başladım aslında, ama neredeyse her zaman Chrissie’nin
etkisi altındaydı. Her ne konuşuluyorsa hep Chrissie’nin bakış
açısını destekleyeceğini ve Chrissie biraz eğlenceli bir şey
söylediğinde kıkır kıkır güleceğini, çok komikmiş gibi başını
sallayacağını bilirdik.
Tamam, belki bu ikisine biraz haksızlık ediyor olabilirim.
Kısa bir süre önce Tommy’yle birlikte onları hatırladığımızda,
Tommy onların oldukça düzgün insanlar olduğunu söyledi.
Ama ben şimdi bunları, Ruth’un olası modelini gördüklerini
söyledikleri zaman onlardan niçin kuşkulandığımı açıklamak


için anlatıyorum. Dediğim gibi, içimden bir şey inanmamamı
söylüyordu, belki de Chrissie bir oyun çeviriyordu, kim bilir?
Beni kuşkulandıran bir diğer şey de Chrissie ve
Rodney’nin yaptığı betimlemeydi: Güzel, vitrinli bir ofiste
çalışan bir kadın. O sırada, bu anlatılanlar Ruth’un
“hayalindeki gelecek”e fazlasıyla yakın görünüyordu.
Sanırım o kış boyunca “hayalimizdeki gelecek” hakkında
en çok konuşanlar biz yeni gelenlerdik, eskilerden birkaç
tanesi de fikir beyan etmişti. Yaşça daha büyükler –özellikle
eğitimlerine başlamış olanlar– bu tür sohbetler başladığında
sessizce iç çeker ve odadan çıkardı, ama biz uzunca bir süre
bunu fark etmedik bile. O tartışmalar sırasında aklımızdan
neler geçiyordu bilemiyorum. Herhalde ciddi olamayacağının
farkındaydık, ama yine de bunları tamamen fantezi olarak
görmediğimize de eminim. Belki de Hailsham geride
kaldıktan sonra, o yılın yaklaşık yarısı boyunca, bakıcı
olmakla ilgili konuşmalar ve sürüş derslerimiz başlamadan
önce, uzun zaman dilimlerinde gerçekten kim olduğumuzu
unutmamız mümkün oluyordu; gözetmenlerimizin bize
anlattıklarını unutuyorduk; Bayan Lucy’nin o yağmurlu
günde spor binasında parlamasını unutuyorduk, kendi
aramızda yıllar içinde geliştirdiğimiz bütün teorilerimizi de.
Böyle devam edemezdi tabii, ama dediğim gibi sadece o ilk
bir iki ay boyunca hayatlarımızı bildik sınırlandırmalar
olmaksızın düşünebildik. Şimdi geriye baktığımda, kahvaltı
sonrasında buğulu mutfakta ya da gece yarısından önceki ara
saatlerde yarı sönmüş şöminenin önünde, geleceğimize dair
planlarımızı konuşarak yıllar geçirmişiz gibi geliyor bana.
Yine de hatırlatayım, hiçbirimiz aşırıya kaçmadık.
Hiçbirimiz film yıldızı ya da öyle bir şey olacağız demedik.
Daha çok postacı olmak ya da çiftlikte çalışmak gibi


şeylerden konuştuk. Birçok öğrenci şoför olmak istiyordu ve
konuşma sık sık bu yöne gittiğinde, eskilerden bazıları kendi
bildikleri belli manzaraları, yolları, en sevdikleri yol üstü
kafeleri, zorlu virajları, bu tür şeyleri karşılaştırmaya
başlarlardı. Tabii bugün olsa onlarla saatlerce konuşabilirdim,
ama o zamanlar sadece dinlerdim, tek söz etmez, onların
söylediklerini yer yutardım. Bazen, çok geç olmuşsa
gözlerimi kapar, kanepenin koluna yaslanır –ya da o sırada
resmen biriyle birlikteysem o oğlanın koluna– ve hafifçe
uyuklamaya başlardım, yol manzaraları gözümün önüne
gelirdi.
Her neyse, esas konuya döneyim. Bu tür sohbetler
sırasında genelde Ruth herkesten fazla konuşurdu, özellikle
de eskiler etraftaysa. Kış başladığından beri ofislerden
bahsediyordu, ama ofiste çalışmak, bir sabah birlikte köye
yürüdüğümüz zaman “gelecek hayaline” dönüştü onun için.
Acı bir soğuk dalgası vardı, kutu şeklindeki gazlı
ısıtıcılarımız başımıza dert açıyordu. Onları yakmak çok
uğraştırıyordu, sonuç alamadan çakmağı çakıp duruyorduk ve
sonunda vazgeçmek zorunda kalıyorduk, hem ısıtıcıları
yakmaya çalışmaktan bıkmıştık, hem de onların ısıtması
gereken odaları kullanmayı bırakıyorduk. Keffers bu işin
bizim sorumluluğumuzda olduğunda ısrar ediyor, yardım
etmek istemiyordu, ama sonunda odalar iyice soğuduğunda
bize bir zarf içinde para verdi ve tutuşturucu benzini nereden
alabileceğimizi söyledi. Böylece Ruth’la ben köye yürüyüp
benzin almak için gönüllü olduk, işte o buz gibi sabah
saatlerinde bunu yapıyorduk. Yolun iki yandaki çalıların iyice
yükseldiği bir dönemeçte, sığır pisliklerinin arasında, Ruth
birkaç adım arkamda aniden durdu.


Durduğunu fark etmem biraz zaman aldı, dolayısıyla
arkama dönüp baktığımda durmuş, parmaklarını ağzına
götürmüş ve yerde, ayağının hemen yanındaki bir şeye
dikkatle bakıyordu. Avazda ölmüş zavallı bir hayvancıktır
belki diye düşündüm, ama yanına yaklaştığımda baktığı şeyin
renkli bir dergi olduğunu gördüm. “Steve’in dergilerinden biri
değil, gazetelerin yanında bedavaya verilen renkli, neşeli
broşürlerden biriydi. İki sayfalık parlak bir ilan, yerde
duruyordu. Kâğıdı ıslanmış ve köşesi çamurlanmış olmasına
rağmen, ilan rahatça görülüyordu. Fotoğrafta, çok şık, modern
bir açık ofiste, üç ya da dört kişi, belki bir şakaya gülüyordu.
Ofis pırıl pırıl görünüyordu, içindekiler de öyle. Ruth bu
resme gözünü dikmişti, yanında durduğumu fark edince, “İşte
çalışmak için uygun bir yer!” dedi.
Sonra birden kendine geldi –hatta belki biraz kızdı onu
öyle yakaladığım için– ve öncekinden daha hızlı yürümeye
başladı.
Ama birkaç gün sonra, çiftlik evinde şöminenin önünde
otururken, Ruth çalışacağı ideal ofisi anlatmaya başladı ve
tasvir ettiği yeri hemen tanıdım. Detaylara girerek bitkileri,
pırıl pırıl ofis donanımını, hareketli koltukların
mekanizmasını anlattı. Anlattıkları o kadar canlıydı ki kimse
lafını bölmedi. Onu dikkatle izliyordum, ama benim
bağlantıyı kurduğumu anlamamış gibiydi; belki de bu imajın
nereden geldiğini kendisi de hatırlamıyordu. Hatta bir ara
ofiste çalışanların hepsinin “dinamik, tuttuğunu koparan
tipler” olacağından söz etti ve ilanın başlığında bu sözcüklerin
büyük harflerle yazılı olduğunu hatırladım: “Dinamik,
tuttuğunu koparan biri misiniz?” Ya da öyle bir şey
yazıyordu. Tabii ki hiçbir şey söylemedim. Hatta onu
dinlerken, acaba böyle bir şey mümkün olabilir mi diye


düşünmeye başladım. Belki bir gün hepimiz böyle bir ofiste
çalışmaya başlayabilir ve hayatlarımızı bu şekilde
sürdürebilirdik.
O akşam elbette Chrissie ve Rodney de oradaydılar ve
Ruth’un her sözünü dikkatle dinlediler. Sonraki günlerde,
Chrissie, Ruth’u bu konuda daha fazla konuşturmaya çalıştı.
Yanlarından geçerken, Chrissie’nin Ruth’a şöyle dediğini
duyuyordum örneğin: “Öyle bir yerde hep birlikte çalışmak
aranızda sorun yaratmaz mı sence?” Böyle sorularla Ruth’u
daha fazla konuşturmaya çalışıyordu.
Chrissie’nin bir özelliği de şuydu ve aynı özelliği diğer
eskiler de paylaşıyordu: Kulübeler’e geldiğimizde eskiler bize
biraz tepeden baksalar da, Hailsham’dan gelmemizden çok
etkilenmişlerdi. Bunu fark etmem uzun zaman aldı. Mesela
Ruth’un ofis hayalini ele alalım: Chrissie, asla bir ofiste –hele
de böyle bir ofiste– çalışmakla ilgili bir şey söylemezdi. Ama
Ruth, Hailsham’dan geldiği için bu olasılıklar dünyasına aitti.
Chrissie böyle bakıyordu olaya ve sanırım Ruth da bu fikri
destekleyecek bir iki şey söylemişti. Biz Hailshamlı
öğrenciler için gizemli ve farklı kurallar söz konusuydu.
Ruth’un eskilere yalan söylediğini hiç duymadım; daha çok
bazı şeyleri reddediyor, bazı şeyleri de ima ediyordu. Bütün
anlattıklarını onun başına yıkabileceğim zamanlar oldu. Bir
hikâyenin ortasında yan gözle bana bakıp utandığı da oldu,
ama onu ele vermeyeceğimden emindi. Tabii ki haklıydı.
Chrissie ve Rodney’nin Ruth’un olası modelini
gördüklerini iddia etmelerinin arka planında işte bu olay
yatıyordu. Belki şimdi benim neden şüpheci davrandığımı
anlamışsınızdır. Ruth’un onlarla birlikte Norfolk’a gitmesini
istemiyordum, ama nedenini söyleyemezdim. Gideceği
kesinleşince, ona eşlik edeceğimi söyledim. Önce bundan pek


hoşlanmış görünmedi, hatta Tommy’nin bile kendisiyle
gelmesini istemediğini söyledi. Ama sonuçta hepimiz gittik,
beşimiz birden: Chrissie, Rodney, Ruth, Tommy ve ben.


On Üçüncü Bölüm
Sürücü ehliyeti olan Rodney, iki mil ötedeki Metchley’de
çalışan ırgatlardan bir günlüğüne araba kiralamıştı. Geçmişte
bu şekilde araba bulduğu olmuştu, ama bu sefer yola
çıkmamızdan bir gün önce anlaşma bozuldu. Rodney çiftliğe
yürüyüp başka bir araba ayarlayınca sorun kolaylıkla çözüldü,
ama ilginç olan şey, o birkaç saat boyunca planımızın
bozulma ihtimali karşısında Ruth’un gösterdiği tepkiydi.
O ana kadar Ruth yolculuğu bir şaka gibi görüyordu, her
şey sanki Chrissie’yi memnun etmek için yapılıyordu.
Hailsham’dan ayrıldığımızdan beri özgürlüğümüzün tadını
yeterince çıkaramadığımızı söyleyip durmuştu, hem zaten
“kaybettiğimiz bütün eşyaları bulmak için” Norfolk’a hep
gitmek istediğini anlatmıştı. Diğer bir deyişle, “olası
model”ini bulmayı çok da ciddiye almadığını anlamamız için
çok uğraşmıştı.
Gitmeden bir gün önce Ruth’la yürüyüşe çıkmıştık. Çiftlik
evinin mutfağına girdik; Fiona ve eskilerden birkaç kişi
kocaman bir tencere içinde yahni hazırlıyorlardı. Yahniden
başını kaldırmadan, çiftlikten bir oğlanın biraz önce mesaj
getirdiğini söyleyen de Fiona oldu. Ruth tam önümdeydi, o
nedenle yüzünü göremedim, ama birden bütün vücudu
kasıldı. Sonra tek bir kelime etmeden döndü ve beni kenara
iterek kulübeden dışarı çıktı. O sırada yüzündeki ifadeyi


gördüm ve ne kadar kızdığını anladım. Fiona, “Ah,
bilmiyordum...” gibi bir şeyler mırıldandı. Ama ben hemen,
“Ruth buna kızmadı. Başka bir şey var, daha önce olan bir
şey,” dedim. Çok iyi bir bahane değildi, ama o anda daha
iyisini bulamadım.
Sonunda, dediğim gibi, araba krizi çözüldü ve ertesi sabah
erkenden, koyu karanlıkta, beşimiz, orası burası hasarlı ama
son derece sağlam bir Rover arabaya bindik. Oturuş şeklimiz
şöyleydi: Önde Rodney’nin yanında Chrissie, üçümüz arkada.
Böyle oturmak bize doğal gelmişti ve arabaya düşünmeden bu
şekilde girmiştik. Ama birkaç dakika sonra, Rodney bizi
karanlık, virajlı yollardan ana yola çıkarınca arkada ortada
oturan Ruth öne doğru eğildi, ellerini ön koltuklara koydu ve
ikisiyle konuşmaya başladı. Bunu öyle bir şekilde yaptı ki, ne
Tommy ne ben konuştuklarını duyabiliyorduk, ayrıca o
aramızda olduğu için birbirimizle konuşamıyor, birbirimizi
göremiyorduk. Ruth ender olarak arkasına yaslandığında
üçümüz arasında bir sohbet başlatmaya çalışsam da, o bize
katılmıyor, çok geçmeden yine öne eğiliyor, başını iki ön
koltuğun arasına uzatıyordu.
Bir saat sonra, gün ağarmaya başladığında biraz
bacaklarımızı çalıştırmak için durduk, Rodney de çiş
yapmaya gitti. Büyük, boş bir tarlanın yanında durmuştuk,
hendeğin üstünden atladık ve birkaç dakika ellerimizi
birbirine sürtüp ısıtarak nefesimizin buharlaşmasını izledik.
Bir ara Ruth’un hepimizden uzaklaşıp tarlanın üzerinden gün
doğumunu seyrettiğini fark ettim. Yanına gittim, sadece
eskilerle konuşmak istediğine göre yer değiştirmemizi
önerdim, böylece o Chrissie’yle konuşmaya devam ederken
en azından Tommy’yle ben de yolculuk boyunca kendi


aramızda sohbet edebilirdik. Sözümü bitiremeden Ruth
fısıldadı:
“Neden sorun yaratıyorsun? Üstelik şimdi! Anlamıyorum.
Neden hep sorun yaratıyorsun?” Sonra, sırtlarımız diğerlerine
dönük olacak şekilde beni çekti, böylece tartıştığımızı
görmeyeceklerdi. Söylediklerinden ziyade bu hareketi, aniden
olanları onun gözünden görmemi sağladı: Ruth sadece
kendisini değil, bizi de Chrissie ve Rodney’ye doğru biçimde
göstermeye çalışıyordu, oysa ben onun çabalarına zarar
veriyor ve utandırıcı bir sahne yaratmaya çalışıyordum. Bütün
bunları gördüm, omzuna dokundum ve diğerlerinin yanına
döndüm. Arabaya dönünce üçümüzün de eskisi gibi
oturmasına dikkat ettim. Ama Ruth yol boyunca sessiz kaldı,
sırtını koltuğuna yasladı, Chrissie ve Rodney ön taraftan bize
yüksek sesle bir şeyler anlattıkları zaman bile sadece tek
kelimelik, heyecansız cevaplar verdi.
Deniz kıyısındaki şehre vardığımızda herkesin keyfi
yerine geldi. Öğle yemeği saatinde oraya vardık ve Rover’ı
dalgalanan küçük bayraklarla dolu bir mini golf sahasının
yanına park ettik. Serin ve güneşli bir gündü, hatırladığım
kadarıyla ilk başta orada olmaktan o kadar memnun ve
heyecanlıydık ki, şehre niye geldiğimizi bile unuttuk. Hatta
bir ara Rodney heyecanla haykırdı, bize bir sıra ev ve
dükkânın arasından yol gösterirken iki kolunu havaya
kaldırdı. Geniş gökyüzünün altında yürürken, yakında denize
varacağımızı hissedebiliyorduk.
Denize vardığımızda, yolun bir uçurum kıyısında
olduğunu gördük. İlk bakışta aşağıdaki kumsala doğrudan bir
uçurumun indiğini sanıyordunuz, ama yaklaşıp demir
parmaklıklara yaslanınca ve aşağı bakınca, zikzaklar çizerek
deniz kenarına inen patikaları görebiliyordunuz.


Artık açlıktan ölüyorduk, sahile inen patikalardan birinin
başladığı tepenin üstüne konuşlanmış küçük bir kafeye girdik.
İçeride, orada çalışan, önlüklü ve topluca iki kadından başka
kimse yoktu. Masalardan birine oturmuş sigara içiyorlardı,
ama hemen ayağa kalkıp mutfağa girerek gözden kayboldular,
böylece bütün mekân bize kaldı.
En arkadaki –yani uçurumun kenarına en yakın– masaya
geçtik. Oturduğumuzda sanki denizin üzerinde asılıymışız
gibi hissettik. O sırada başka bir yerle karşılaştıramazdım,
ama şimdi o üç dört masalı kafenin çok küçük olduğunu
anlıyorum. Bir pencereyi açık bırakmışlardı –herhalde
kafenin kızartma yağı kokmasını engellemek için–, böylece
arada bir içeri rüzgâr doluyor, mallarını pazarlayan bütün
reklam broşürleri uçuşuyordu. Renkli keçeli kalemlerle
boyanmış bir karton, tezgâha tutturulmuştu. En üstteki “bak”
kelimesindeki “a” harfinin içine aşağı bakan bir göz
çizilmişti. Bugünlerde bunun aynısını o kadar çok yerde
görüyorum ki artık gözüme bile ilişmiyor, ama o gün ilk kez
görüyordum. Hayranlıkla yazıya bakıyordum, sonra Ruth’a
dikkat ettim, o da benim gibi hayretler içinde bakıyordu ve
bunu fark edince ikimiz birden kahkahaları koyuverdik.
Arabada çıkan tatsızlığı geride bırakmış gibiydik. Ama
olaylar öyle gelişti ki, gezi sırasında Ruth’la paylaştığım tek
keyifli an bu oldu.
Şehre geldiğimizden beri “olası model” konusundan hiç
bahsetmemiştik. Ben de bir yere oturduğumuzda konuyu
doğru dürüst tartışacağımızı düşünmüştüm. Ama
sandviçlerimizi yerken Rodney eski arkadaşları Martin’den
bahsetmeye başladı. Martin, Kulübeler’den bir yıl önce
ayrılmıştı ve şimdi bu şehirde yaşıyordu. Chrissie hevesle


sohbete katıldı, eskiler Martin’in yaptığı komik şeyler
hakkında anekdotlar anlatmaya başladılar. Anlatılanların
çoğunu takip edemiyorduk, ama Chrissie ve Rodney çok
eğlendiler. Birbirlerine bakıp gülüyorlardı, bizim için
anlatıyormuş gibi davranmalarına rağmen, aslında kendileri
için anı tazeledikleri belliydi. Şimdi düşündüğümde
anlıyorum ki, oradan ayrılmış insanlar hakkında Kulübeler’de
konuşmak bir tabu sayıldığı için, arkadaşları hakkında daha
önce hiç konuşmamış olabilirlerdi, ancak Kulübeler’den
çıktıktan sonra bu şekilde konuşmakta serbest hissetmişlerdi
kendilerini.
Güldükleri zaman ben de ayıp olmasın diye gülüyordum.
Tommy anlatılanları benden bile az anlıyor gibiydi, yarım
yamalak kahkahaları en geriden geliyordu. Ama Ruth
gülüyor, kahkahalar atıyor, Martin hakkında söylenen her şeyi
biliyormuş gibi sürekli başını sallıyordu. Derken Chrissie
gerçekten anlaşılmaz bir şeye gönderme yaptığında –“Ah,
evet, bir de pantolonunu çıkardığı zaman vardı!” gibi bir şey
söylediğinde–, Ruth kocaman bir kahkaha patlattı ve bizi
işaret etti, sanki Chrissie’ye: “Haydi, onlara da anlat ki
eğlensinler,” demek ister gibiydi. Bütün bunlara izin verdim,
ama Chrissie ve Rodney, Martin’in evine gitmekten
bahsedince, biraz da soğukça:
“O burada tam olarak ne yapıyor? Neden bir evi var?”
diye sordum.
Bir sessizlik oldu, sonra Ruth’un sıkıntıyla iç çektiğini
duydum. Chrissie masanın üzerinden bana doğru eğildi ve
alçak sesle, sanki bir çocuğa açıklıyormuş gibi: “Bakıcılık
yapıyor,” dedi. “Burada başka ne yapacaktı? O tam bir bakıcı
şimdi.”


Yerlerimizde biraz kımıldandık. Sonra, “Ben de bunu
kastetmiştim,” dedim. “Pat diye ziyaret edemeyiz onu.”
Chrissie iç çekti. “Peki. Bakıcıları ziyaret etmememiz
gerekiyor. Kesinlikle böyle deniyor. Bizden istenen bu.”
Rodney kıkırdadı ve ekledi: “Ziyaret etmemiz kesinlikle
istenmiyor. Gidip onu görmeye kalkarsak, çok, çok büyük bir
yaramazlık etmiş oluruz.”
Chrissie cık cıklayarak: “Büyük bir yaramazlık olur,”
dedi.
Sonra Ruth da onlara katıldı: “Kathy yaramazlık
yapmaktan nefret eder. Bu yüzden gidip Martin’i
görmeyelim.”
Tommy, Ruth’a bakıyordu, onun hangi tarafı tuttuğunu
anlamakta belli ki zorlanıyordu, ben de emin değildim zaten.
Ruth’un bu keşif gezisinde yan yollara sapmamızı
istemediğini ve gönülsüzce de olsa benim tarafımı tuttuğunu
anladım, bu yüzden ona gülümsedim, ama bana karşılık
vermedi. Sonra Tommy aniden: “Rodney, Ruth’un olası
modelini nerede görmüştün?” diye sordu.
“Ah...” Artık kasabada olduğumuz için Rodney olası
modelle pek ilgilenmiyor gibiydi, Ruth’un yüzündeki
endişeyi görebiliyordum. Sonunda Rodney: “Ana caddeden
girilen bir yerdeydi, caddenin uzak ucunda. Tabii bugün işte
olmayabilir,” dedi. Kimse bir şey söylemeyince ekledi:
“Çalışmadıkları günler var biliyorsunuz. Her dakika işte
olmuyorlar.”
Bunu söylediğinde, bir an için olayları yanlış
yargıladığımız düşüncesiyle korktum; bildiğimiz kadarıyla
eskiler seyahate çıkabilmek için sıklıkla olası modelleri sebep
gösteriyorlardı, işi daha ileri götürmeye niyetleri yoktu. Ruth
da benim gibi düşünüyordu belki, çünkü çok endişeli


görünüyordu, ama sonunda Rodney şaka yapmış gibi küçük
bir kahkaha attı.
Chrissie farklı bir ses tonuyla, “Biliyorsun Ruth, belki
birkaç yıl sonra buraya seni ziyaret etmeye geliriz. Hoş bir
ofiste çalışıyor olabilirsin. O zaman seni ziyaret etmemizi
kimse engelleyemez,” dedi.
Ruth çabucak cevap verdi, “Haklısın. Hepiniz gelip beni
görebilirsiniz.”
Rodney, “Sanırım ofiste çalışanları ziyaret etmek
konusunda kurallar yoktur,” dedi. Aniden güldü. “Bilmiyoruz.
Başımıza daha önce böyle bir şey gelmedi.”
Ruth, “Sorun olmaz,” dedi. “Buna izin veriyorlar. Hepiniz
gelip beni ziyaret edebilirsiniz. Tommy hariç, tabii.”
Tommy şoke olmuştu. “Ben niçin gelemeyecekmişim?”
“Çünkü sen zaten benimle birlikte olacaksın aptal,” dedi.
“Yanımdan ayırmayacağım seni.”
Hepimiz güldük, Tommy yine biraz geriden bize katıldı.
Chrissie, “Wales’deki bir kız hakkında bir şeyler
duydum,” dedi. “Hailshamlıydı. Sizden belki birkaç yıl önce
geldiydi. Duyduğuma göre burada bir butikte çalışıyormuş.
Gayet şık bir butikte.”
Bir müddet onaylar gibi mırıldandık. Sonra hepimiz
hülyalı gözlerle bulutlara baktık.
Sonunda Rodney, “İşte Hailshamlı olmak böyle bir şey,”
dedi ve başını hayretle salladı.
“Bir başkası daha vardı.” Chrissie şimdi Ruth’a
dönmüştü. “Bize geçen gün anlattığın şu oğlan. Sizden iki yıl
büyük olan, park görevlisiymiş ya şimdi.”
Ruth düşünceli bir şekilde başıyla onaylıyordu. Tommy’yi
uyarmam gerektiğini fark ettim, ama ben dönüp bakana kadar,
konuşmaya başlamıştı bile.


Şaşkın bir ifadeyle, “Kimmiş o?” diye sordu.
“Kim olduğunu biliyorsun, Tommy,” dedim hemen. Onu
tekmelemek, hatta sesimle uyarmak çok riskli olurdu,
Chrissie anında anlardı. Bu yüzden, dümdüz bir ses tonuyla
konuştum, biraz da sıkıntıyla, sanki Tommy’nin
unutkanlığından bıkmışız gibi yaptım. Ama bu bile
Tommy’ye yetmedi.
“Tanıdığımız biri mi?”
“Tommy, yine bu konuya girmeyelim,” dedim. “Beynini
kontrol ettirmen lazım.”
Sonunda jeton düştü ve Tommy sustu.
Chrissie, “Kulübeler’e geldiğim için ne kadar şanslı
olduğumu biliyorum. Ama siz Hailshamlılar, siz gerçekten
şanslısınız. Anlıyorsunuz ya...”
Sesini biraz alçalttı ve öne doğru eğildi. “Sizlerle uzun bir
süredir bir şey konuşmak istiyorum. Ama Kulübeler’deyken
mümkün olmadı. Herkes her şeyi dinliyor orada.”
Masaya göz gezdirdi, sonra bakışlarını Ruth’un üzerinde
kitledi. Rodney aniden gerildi ve o da masanın üzerine eğildi.
Chrissie ve Rodney için bu keşif gezisinin asıl hedefi olan
şeyi duyacağımızı anladım.
“Rodney’le ben Wales’deyken,” diye söze girdi, “şu
butikte çalışan kızı duyduğumuz gün, başka bir şey daha
duyduk. Hailshamlı öğrencilerle ilgili. Dediler ki, geçmişte
bazı Hailshamlı öğrenciler, özel durumlardan dolayı erteleme
alabilmiş. Bir Hailsham öğrencisiysen böyle bir şey
olabiliyormuş. Organ bağışlarınızı üç ya da dört yıl
ertelemelerini isteyebiliyormuşsunuz. Kolay değilmiş, ama
bazen buna izin veriyorlarmış. Onları ikna edebildiğiniz
sürece. Bunu hak edebilirseniz.


Chrissie konuşmasına ara verdi ve her birimize teker teker
baktı, belki söylediklerine dramatik bir hava katmak için,
belki de bizden onay bekliyordu. Tommy ve ben şaşkın şaşkın
onun yüzüne bakıyorduk, ama Ruth ne düşündüğünü belli
etmeyen yüz ifadelerinden birini takınmıştı.
Chrissie devam etti: “Dediler ki, birbirine gerçekten âşık
bir kız ve bir erkek varsa, yani bu iki kişi gerçekten âşıksa ve
bu konuda başkalarını ikna edebiliyorlarsa, o zaman
Hailsham’ı yönetenler bu işi hallediyorlarmış. Böylece ikisi
organ bağışlarına başlamadan önce birkaç yıl birlikte vakit
geçirebiliyormuş.”
Şimdi masanın etrafında tuhaf bir atmosfer oluşmuştu, bir
ürperti dolaşıyordu aramızda.
“Biz Wales’deyken,” diye devam etti Chrissie, “Beyaz
Konak’taki öğrenciler Hailshamlı bir çift hakkında bir şeyler
duymuşlardı. Oğlanın bakıcı olmasına birkaç hafta kalmış.
Birini görmeye gitmişler ve üç yıl erteleme almışlar. Orada,
Beyaz Konak’ta birlikte yaşamalarına izin verilmiş, kesintisiz
üç yıl boyunca, eğitimlerine filan devam etmeden. Sadece
kendilerine ait üç yılları olmuş, çünkü gerçekten birbirlerine
âşık olduklarını kanıtlayabilmişler.”
Bu noktada Ruth’un bilmiş bir ifadeyle başını salladığını
gördüm. Chrissie ve Rodney de fark ettiler ve sanki hipnotize
olmuş gibi birkaç saniye ona bakakaldılar. Bu ana kadarki
aylar boyunca, Chrissie ve Rodney’nin Kulübeler’de bu
konuyu araştırıp harekete geçtiklerini anladım. Bu konuyu
başlangıçta geçici bir süreliğine tartıştıklarını, önce omuz
silkip bir kenara koyduklarını, sonra tekrar gündeme
getirdiklerini, hiç bırakamadıklarını görebiliyordum. Bizimle
konuşmayı kararlaştırdıklarını, bunu nasıl yapacaklarını, tam
olarak ne söyleyeceklerini bütün detaylarıyla düşündüklerini


görebiliyordum. Karşımda oturan ve Ruth’u gözleyen
Chrissie ve Rodney’ye bir kez daha baktım, yüz ifadelerini
okumaya çalıştım. Chrissie hem korkmuş, hem umutlu
görünüyordu. Rodney diken üstündeydi, söylememesi
gereken bir şeyi ağzından kaçırıverecekmiş gibi güvensiz
görünüyordu.
Ertelemelerle ilgili söylentileri ilk kez duymuyordum.
Geçen haftalar içinde, Kulübeler’de bir şeyler çalınmıştı
kulağıma. Eskilerin kendi aralarında konuşmalarında sözü
ediliyordu. Ama duyduklarım, neden bahsedildiğini anlamam
için yeterliydi: Biz Hiailshamlı öğrencilerle ilgiliydi, bunu
biliyordum. Yine de, bu söylentinin bazı eskiler için ne denli
önemli olduğunu o gün, sahildeki kafede idrak ettim.
Sesi hafifçe titreyen Chrissie, “Herhalde siz bu konuda
çok şey biliyorsunuz,” diye devam etti. “Kuralları, başka
şeyleri.”
Chrissie ve Rodney hepimize teker teker baktılar, sonra
bakışlarını Ruth’un üzerinde odakladılar.
Ruth içini çekti ve, “Tabii, bazı şeyleri bize anlattılar,”
dedi. “Ama,” –omuz silkti– “hakkında çok şey bildiğimiz bir
konu değil bu. Gerçekten pek konuşmadık kendi aramızda.
Her neyse, artık yola çıkmalıyız.”
Rodney aniden, “Kime gitmek gerekiyor bu konuda?”
diye sordu. “Yani, kime gitmeniz gerektiğini söylediler size,
başvuru yapmak için?”
Ruth yine omuz silkti. “Dediğim gibi. Bu konuda fazla
konuşmadık.” İçgüdüsel bir tavırla bana ve Tommy’ye baktı,
desteğimizi istiyordu. Bu bir hataydı, çünkü Tommy hemen
atıldı:
“Doğruyu söylemek gerekirse, sizin neden bahsettiğinizi
anlamıyorum,” dedi. “Ne kurallarıymış bunlar?”


Ruth, şimşek saçan bakışlarını Tommy’ye çevirdi ve
çabucak: “Sen de biliyorsun Tommy. Hailsham’da
konuşulanları,” dedi.
Tommy başını iki yana salladı. “Ben hatırlamıyorum,”
dedi dümdüz bir ses tonuyla. Bu sefer gördüm –Ruth da
gördü– Tommy’nin geride kalmadığını. “Hailsham’da böyle
bir şey olduğunu hiç hatırlamıyorum.”
Ruth başını Tommy’den çevirdi, Chrissie’ye döndü.
“Anlamanız gereken bir şey var,” dedi. “Tommy,
Hailsham’dan gelmiş olsa bile gerçek bir Hailsham öğrencisi
değildi. Sürekli dışlanıyordu ve herkes onunla dalga
geçiyordu. Dolayısıyla ona böyle bir soru sormanın âlemi
yok. Şimdi gidelim artık ve Rodney’nin sözünü ettiği şu kızı
görelim.”
Tommy’nin gözlerinde beliren ifadeyi görünce nefesim
kesildi. Onu uzun süredir böyle görmemiştim. Bu bakış, sınıfa
kapatılan, sıraları tekmeleyen Tommy’nin bakışıydı. Derken
gözlerindeki ifade aniden yok oldu, Tommy dışarıdaki
gökyüzüne daldı ve derin derin iç geçirdi.
Eskiler hiçbir şey görmemişlerdi, çünkü o sırada Ruth
ayağa kalkmış, paltosunu evirip çevirmeye başlamıştı. Sonra
hepimiz aynı anda sandalyelerimizi çekip masadan
kalktığımız için bir karışıklık yaşandı. Harcanacak para benim
sorumluluğumdaydı, bu yüzden ödeme yapmaya gittim.
Diğerleri dışarı çıktı ve para üstü beklerken, büyük, buğulu
pencerenin diğer tarafında, güneş ışığı altında hafifçe
kımıldanıp hiç konuşmadan denizi seyredişlerini izledim.


On Dördüncü Bölüm
Dışarı çıktığımda, buraya ilk vardığımız anki
heyecanımızdan eser kalmadığı belliydi. Hiç konuşmadan,
kaldırımları dar, hatta tek sıra halinde yürümemizi
gerektirecek kadar dar, neredeyse hiç güneş görmeyen küçük
arka sokaklardan geçtik. Rodney önden gidip yolu
gösteriyordu. Ana caddeye varmak rahatlatıcıydı, çünkü
caddenin gürültüsü bizim berbat ruh halimizi daha az fark
edilir kılıyordu. Bir yaya geçidinden yolun daha güneşli
tarafına geçtiğimizde, Rodney ve Chrissie’nin kendi
aralarında konuştuklarını gördüm. Bu kötü ruh halinin nedeni,
Hailsham hakkında büyük bir sırrı onlardan sakladığımızı
düşünmeleri mi, yoksa Ruth’un Tommy’ye saldırısı mıydı
bilemedim.
Ana caddenin karşı kaldırımına geçtikten sonra, Chrissie,
Rodney’yle birlikte yaş günü kartı alışverişi yapmak
istediklerini söyledi. Ruth donakaldı, ama Chrissie: “Bu
kartları toptan almayı seviyoruz. Uzun vadede daha ucuza
çıkmış oluyor. Hem birinin yaş günü olunca elinizin altında
olması çok pratik,” dedi. Woolworth’s adlı mağazanın
kapısını işaret etti. “Orada çok ucuza gerçekten güzel kartlar
buluyor insan.”
Rodney de başını sallıyordu, gülümsemesi biraz alaycı
geldi bana. “Tabii,” dedi, “aynı kartlardan bir sürü almak


gerekiyor ama üzerlerine kendi illüstrasyonlarınızı
yapabilirsiniz. Yani, kendi beğeninize göre süsleyebilirsiniz
kartları.”
Meydan okumamızı bekleyerek kaldırımın ortasında
duruyorlardı ve pusetli insanlar onların çevresinden dolaşmak
zorunda kalıyordu. Ruth’un öfkelendiğini görebiliyordum
ama Rodney’nin işbirliği olmaksızın yapılabilecek fazla bir
şey yoktu.
Böylece birlikte Woolworths’e girdik ve moralim hemen
düzeldi. Böyle yerleri hâlâ severim: Parlak plastik
oyuncakların sergilendiği bir sürü koridor, tebrik kartları, çok
sayıda kozmetik ürün, hatta içinde bir foto şipşak bile bulunan
büyük mağazaları. Bugün bile, bir şehirdeysem ve boş vaktim
varsa, bu tür bir mağazaya girer keyifle vakit öldürürüm,
hiçbir şey almasam da çalışanlar buna aldırmazlar.
Her neyse, mağazaya girdik, kısa süre sonra hepimiz
farklı koridorlara dağıldık. Rodney giriş kapısının orada,
büyük bir raf dolusu tebrik kartının yanında kaldı, içeride
Tommy’yi bir pop grubunun büyük afişinin altında müzik
kasetlerini karıştırırken gördüm. Yaklaşık on dakika sonra
mağazanın arka tarafından Ruth’un sesinin geldiğini sandım
ve o tarafa yöneldim. Pelüş oyuncak hayvanların ve büyük
boy yapbozların sergilendiği koridora girdim ve koridorun
sonunda Ruth ve Chrissie’nin durduğunu gördüm, baş başa
konuşuyorlardı. Ne yapacağıma karar veremedim: Araya
girmek istemedim, ama artık mağazadan çıkma vakti gelmişti
ve arkamı dönüp gitmek de iyi bir fikir değildi. Bu yüzden,
olduğum yerde durdum, bir yapbozu inceliyormuş gibi
yaparak onların beni fark etmesini bekledim.
Aynı söylentiler hakkında konuştuklarını o sırada anladım.
Chrissie alçak sesle şöyle diyordu:


“Ama orada bulunduğun onca zaman boyunca başvuruyu
nasıl yapacağını daha fazla düşünmemiş olmana hayret
ediyorum. Kime gideceğini, böyle şeyleri.”
“Anlamıyorsun,” diyordu Ruth. “Hailshamlı olsaydın
anlardın. Bu, bizim için hiçbir zaman önemli bir şey olmadı.
Sanırım bu konu hakkında bilgi almak istediğimizde tek
yapmamız gerekenin Hailsham’a haber göndermek olduğunu
biliyorduk...”
Ruth beni gördü ve lafını yarım bıraktı. Yapboz kutusunu
raftan indirip onlara doğru döndüğümde her ikisi de kızgın
gözlerle bana bakıyordu. Aynı zamanda, onları yapmamaları
gereken bir şeyi yaparken yakalamışım gibi, bilinçsizce
birbirlerinden biraz uzaklaştılar.
Hiçbir şey duymamış gibi, “Gitme vakti geldi,” dedim.
Ama Ruth buna kanmadı. Yanımdan geçerken bana pis pis
baktı.
Böylece, Rodney’nin peşine takılıp onun bir ay önce
Ruth’un olası modelini gördüğü ofisi ararken, aramızdaki
gerilim iyice artmıştı. Rodney’nin bizi sürekli yanlış
sokaklara sokması da durumu iyileştirmedi. En azından dört
kez bizi kendinden emin bir tavırla ana caddeden sapılan
sokaklara soktu, ama her sokakta ofis ve dükkânlar azaldı ve
ana caddeye dönmek zorunda kaldık. Çok geçmeden Rodney
savunmaya geçmiş ve vazgeçmenin eşiğine gelmişti. Derken
ofisi bulduk.
Yine dönmüş ana caddeye doğru yürüyorduk ki Rodney
aniden durdu. Sonra sessizce, sokağın karşı tarafındaki ofisi
işaret etti.
İşte oradaydı, karşımızdaydı. O gün yerde bulduğumuz
broşürdeki ofisin aynısı değildi, ama çok da farklı sayılmazdı.
Sokak seviyesinde büyük bir cam vitrini vardı, böylece


önünden geçen herkes içini görebiliyordu: Büyük, açık bir
ofis, L biçiminde düzensizce yerleştirilmiş en az bir düzine
masa. Saksıda palmiye ağaçları, parlak makineler ve eğik
masa lambaları vardı. İnsanlar masalar arasında dolaşıyor,
bölme panolarına yaslanmış sohbet ediyor, şakalaşıyorlardı.
Bazıları da tekerlekli ofis sandalyelerini bir araya çekmiş
kahve içiyor, sandviç yiyorlardı.
Tommy, “Bakın,” dedi, “öğle yemeği saati. Ama dışarı
çıkmıyorlar. Onlara hak vermiyor değilim.”
Ofisin içini seyretmeye devam ettik, şık, rahat, kendine
yeten bir dünya gibiydi. Ruth’a bakınca, endişeli gözlerle
camın diğer yanındakileri izlediğini gördüm.
Chrissie, “Peki Rod,” dedi. “Hangisi Ruth’un olası
modeli?”
Bunu neredeyse alaycı bir şekilde söylemişti, sanki
Rodney’nin büyük bir hata yaptığından emindi. Rodney, alçak
ama heyecanlı bir ses tonuyla:
“İşte orada. Şu köşede. Mavi elbiseli. Şimdi kızıl saçlı
şişman kadınla konuşuyor,” dedi.
Çok net değildi, ama bakmaya devam ettikçe onun haklı
olduğunu hissetmeye başladık. Kadın elli yaşlarındaydı,
oldukça bakımlıydı. Saçları Ruth’unkinden daha koyu
renkliydi –boyanmış da olabilirdi– ve Ruth’un çoğunlukla
yaptığı gibi saçını küçük bir atkuyruğuyla toplamıştı. Kırmızı
kıyafetli arkadaşının söylediği bir şeye gülüyordu ve özellikle
kahkahasını başını sallayarak bitirdiği andaki yüz ifadesi,
Ruth’a gerçekten çok benziyordu.
Hepimiz tek kelime etmeden onu izlemeye devam ettik.
Sonra ofisin bir başka tarafındaki iki kadının bizi fark ettiğini
anladık. İçlerinden biri elini havaya kaldırdı ve biraz


çekinerek el salladı. Bu hareket büyüyü bozdu ve
kıkırdayarak, panik halinde tabanları yağladık.
Sokağın biraz ilerisinde durduk, bir ağızdan konuşmaya
başladık: Ruth hariç. O çok sessizdi. Yüz ifadesini okumak
olanaksızdı; kesinlikle hayal kırıklığına uğramamıştı ama çok
da mutlu görünmüyordu. Belli belirsiz bir gülümseme vardı
yüzünde, sıradan bir annenin zıplayıp bağrışarak izin isteyen
çocuklarına izin verip vermemeyi düşünürken yüzünde
belirebilecek bir gülümseme. İşte oradaydık, herkes
görüşlerini açıklıyordu ve açıkçası ben de diğerleri gibi bu
kadının Ruth’un modeli olabileceğini dürüstçe
söyleyebileceğim için memnundum. Gerçek şu ki hepimiz
rahat bir nefes almıştık, çünkü farkında olmadan aslında
kendimizi düş kırıklığına hazırlamıştık. Artık Kulübeler’e
dönebilirdik: Ruth gördüğünden cesaret alabilir, bizler de onu
destekleyebilirdik. Ayrıca, kadının ofisteki hayatı Ruth’un
kendisi için kurguladığı hayata çok benziyordu. O gün
aramızda ne geçmiş olursa olsun, hiçbirimiz Ruth’un eve
umutları yıkılmış halde dönmesini istemiyorduk ve o anda
kendimizi güvende hissediyorduk. Araştırmayı hemen
sonuçlandırsaydık, şüphesiz bu his sürerdi.
Fakat Ruth, “Şurada, duvarın üstünde oturalım birkaç
dakika,” dedi. “Bizi unutsunlar, sonra gidip yine bakarız.”
Ona hak verdik, ama Ruth’un gösterdiği küçük otoparkı
çevreleyen alçak duvara doğru yürürken, Chrissie belki de
biraz fazla hevesli bir tonla: “Ama onu bir daha göremesek
bile, senin olası modelin olduğunda hemfikiriz. Ayrıca çok
güzel bir ofiste çalışıyor. Gerçekten,” dedi.
“Biraz bekleyelim,” dedi Ruth. “Sonra gidip yine
bakalım.”


Duvarın üstüne oturmadım çünkü ıslak ve yıkık döküktü,
ayrıca her an birinin çıkıp orada oturduğumuz için bizi
azarlayabilecağini düşündüm. Ama Ruth oturdu, ata biner
gibi bacaklarını duvarın iki yanına attı. Orada bekleyerek
geçirdiğimiz on on beş dakikaya dair çok canlı görüntüler var
hafızamda. Beklerken kimse olası modeller hakkında
konuşmuyor. Sadece vakit öldürüyor gibi yapıyoruz, kaygısız
bir günübirlik gezi sırasında manzaralı bir nokta bulmuş
dinleniyoruz adeta. Rodney, ne kadar keyifli olduğumuzu
gösteren küçük bir dans gösterisi yapıyor. Duvarın üstüne
çıkıyor, dengesini buluyor, sonra düşer gibi yere atlıyor.
Tommy önümüzden gelip geçenler hakkında şakalar yapıyor,
çok komik olmasa da hepimiz söylediklerine gülüyoruz.
Sadece Ruth, ortamızda, ata biner gibi duvarın üstünde, hep
sessiz. Gülümsemesi yüzünden eksilmiyor, ama kımıltısız
oturuyor. Hafif rüzgâr saçını dağıtıyor, parlak kış güneşinden
dolayı gözleri kısık, yüzünü kırıştırıyor, bu yüzden gerçekten
gülümsüyor mü yoksa ışıktan dolayı yüzünü mü buruşturuyor
belli değil. O otoparkta beklerken hafızama işlediğim resimler
bunlar. Sanırım Ruth’un bir kez daha ofise gidip bakma
vaktinin geldiğine karar vermesini bekliyorduk. Fakat biraz
sonra olanlar yüzünden karar vermeye fırsat bulamadı.
Duvarın üstünde Rodney ile şakalaşan Tommy aniden
yere atladı ve hareketsiz kaldı. Sonra: “Bu o. Aynı kadın,”
dedi.
Hepimiz her ne yapıyorsak bıraktık ve ofisten çıkan
kadını seyretmeye koyulduk. Şimdi üzerine krem rengi bir
palto geçirmişti, yürürken bir taraftan evrak çantasını
kapatmaya çalışıyordu. Çantanın tokasında sorun vardı, bu
yüzden ikide bir durup sonra tekrar yürüyordu. Karşı
kaldırıma geçişini bir tür trans halinde izledik. Ana caddeye


döndüğü sırada Ruth ayağa fırladı ve, “Haydi, nereye gidiyor
bakalım!” dedi.
Trans halinden kurtulduk ve kadının peşinden gittik. Hatta
Chrissie bize yavaşlamamız gerektiğini hatırlatmak zorunda
kaldı, yoksa birisi kadına saldıracağımızı sanabilirdi. Kadınla
aramızda uygun bir mesafe bırakarak, bir taraftan
kıkırdayarak insanların yanından geçip yürüdük, bazen
ayrılıyor bazen bir araya geliyorduk. Saat iki olmuştu
herhalde, kaldırımlar alışverişe çıkmış insanlarla doluydu.
Birkaç kez onu neredeyse gözden kaybediyorduk, ama
yetiştik, girdiği mağazaların vitrinleri önünde dolandık, dışarı
çıktığı zaman alışveriş arabalarının ve yaşlı insanların
arasından kendimize yol açtık.
Sonra kadın ana caddeden ayrıldı, sahil boyundaki küçük
sokaklara yöneldi. Chrissie, kalabalıktan uzaklaşınca kadının
bizi fark edeceğinden çekiniyordu, ama Ruth yürümeye
devam etti, biz de peşinden gittik.
Sonunda iki yanında çoğunlukla sade evler, birkaç tane de
dükkân olan dar bir ara sokağa girdik. Yine tek sıra halinde
yürümek zorunda kaldık, aksi yönden bir kamyonet gelince,
geçip gitmesi için sırtımızı duvara yaslamamız gerekti. Çok
geçmeden sokakta sadece kadın ve biz kaldık. Başını çevirip
baksa bizi mutlaka görecekti. Ama yaklaşık on adım
önümüzde yürümeye devam etti, sonra bir kapıdan içeri girdi:
“Portway Stüdyoları’na gelmişti.
O zamandan bu yana Portway Stüdyoları’na pek çok kez
gittim. Birkaç yıl önce el değiştirdi, şimdi her tür sanat eseri
satılıyor orada: Çömlekler, tabaklar, kilden yapılma
hayvanlar. Oysa eskiden, duvarlarında sadece tablolar
bulunan iki büyük, beyaz odadan ibaretti; aralarında mesafe
bırakılarak çok güzel sergilenen tablolar vardı yalnızca.


Kapının üstündeki ahşap levha bugün de aynı ama. Her neyse,
Rodney o küçük, sessiz sokakta çok dikkat çektiğimizi
söyleyince biz de içeri girdik. Galeride en azından tablolara
bakıyormuş gibi yapabilirdik.
İçeri girdiğimizde, takip ettiğimiz kadının, mağazanın
sahibi olduğu anlaşılan kır saçlı bir başka kadınla
konuştuğunu gördük. Kapıya yakın küçük bir masada
karşılıklı oturuyorlardı ve içeride onlardan başka kimse yoktu.
Sıra halinde yanlarından geçip galeriye dağıldığımız ve sonra
tablolara bakarmış gibi yaptığımız zaman, ikisi de bizimle
pek ilgilenmedi.
Ruth’un olası modelini dikkatle izliyor olsam da,
tablolardan ve mekânın sükûnetinden hoşlanmaya
başlamıştım. Sanki ana caddeden yüzlerce kilometre
uzaklaşmıştık. Duvarlar ve tavanlar nane rengindeydi, sağda
solda balık ağı parçaları ve tavanda kornişlerin yanına asılmış
eski bir kayığın tahtaları vardı. Tablolar da –çoğu koyu mavi
ve yeşil yağlıboya– deniz temasıyla ilgiliydi. Belki aniden
üzerimize çökmeye başlayan yorgunluktan olacak –
nihayetinde gün doğumundan beri yollardaydık– orada bir tür
rüya âlemine dalan sadece ben değildim. Hepimiz farklı
köşelere dağılmıştık, teker teker tablolara bakıyor, sadece
arada bir, “Gel de şuna bir bak!” gibi sözler fısıldıyorduk.
Bütün bunlar olurken, Ruth’un olası modeli ve kır saçlı
kadının konuşmalarını duyuyorduk. Çok da yüksek sesle
konuşmuyorlardı, ama sesleri bütün mekânı dolduruyordu
sanki. Her ikisinin de tanıdığı bir adam hakkında konuşuyor,
çocuklarına babalık edemediğinden söz ediyorlardı. Onları
dinledikçe, onlara gizlice göz attıkça bir şeyler azar azar
değişmeye başladı. Benim için değişti, diğerleri için de
değiştiğini hissettim. Bu iş kadını, ofisindeyken, camın


önünden seyrettiğimiz kadarıyla kalsaydı ya da onu takip edip
sokakta izini kaybetseydik, Kulübeler’e heyecan ve zafer
duygusuyla dönebilecektik. Ama şimdi, galerinin içinde,
kadın çok yakınımızdaydı; istediğimizden çok daha fazla
yakındaydı. Sesini dinleyip onu gördükçe, Ruth’u giderek
daha az andırmaya başladı. Bu duygu o kadar arttı ki
neredeyse dokunulacak hale geldi, odanın öte yanındaki
tabloya dalmış görünen Ruth da aynı şeyi hepimiz kadar
hissediyordu. Herhalde bu yüzden galeride dört dönmeye
uzun süre devam ettik, konuşmaya başlayacağımız anı
erteliyorduk.
Sonra kadın aniden çıkıp gitti, biz de öylece durmaya
devam ettik, gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Ama
hiçbirimiz kadının peşinden gitmeyi düşünmemiştik, saniyeler
geçtikçe sanki hiç konuşmadan durumu nasıl gördüğümüz
konusunda anlaşmıştık.
En sonunda kır saçlı kadın masanın arkasından kalkıp en
yakınındaki Tommy’ye: “Bu özellikle harika bir çalışma.
Benim en sevdiğim tablo,” dedi.
Tommy kadına doğru dönüp bir kahkaha attı. Onu
kurtarmak için hızla yanına gidiyordum ki, yaşlı hanım,
“Sanat öğrencileri misiniz?” diye sordu.
Tommy cevap veremeden atıldım: “Pek sayılmaz,” dedim.
“Biz sadece, meraklıyız.”
Kır saçlı kadın gülümsedi, sonra bize tablolarına
baktığımız sanatçının kendi akrabası olduğunu söyledi ve
sanatçının hayatını anlatmaya koyuldu. Bu, en azından bizi
trans halinden çıkarmakta etkili oldu, kadının etrafına
toplanıp onu dinlemeye başladık, tıpkı Hailsham’dayken
gözetmenlerin etrafında toplandığımız gibi. Tavrımız kır saçlı
kadını daha da kamçıladı, biz başlarımızı sallar ve onlaylayan


kısa yorumlar yaparken, kadın tabloların nerede yapıldığını,
sanatçının günün hangi saatinde çalışmayı tercih ettiğini,
tabloların bazılarını eskiz yapmadan çizdiğini anlatmaya
başladı. Bir süre sonra ders kendiliğinden sona erdi, hepimiz
iç çekip kendisine teşekkür ettikten sonra dışarı çıktık.
Galerinin önündeki sokak çok dar olduğundan bir süre
konuşmaya fırsat bulamadık ve sanırım hepimiz buna
memnun olduk. Tek sıra halinde galeriden uzaklaşırken, en
önde yürüyen Rodney’nin tiyatral bir tavırla kollarını havaya
kaldırdığını görebiliyordum. Kasabaya geldiğimiz zamanki
gibi keyifli görünmeye çalışıyordu. Ama ikna edici değildi ve
daha geniş bir sokağa ulaşır ulaşmaz hepimiz durduk.
Yine bir uçurum kıyısına yakın olduğumuzu gördük.
Ayrıca yine önceki gibi demir parmaklıklardan uzanıp aşağı
bakarsak, zikzaklar çizerek sahile inen yolları görebiliyorduk.
Ancak bu sefer aşağıdaki gezinti yolunu ve yolun kıyısındaki
kepenkleri indirilmiş sıra sıra küçük dükkânları da
görebiliyorduk.
Birkaç dakika sadece etrafa baktık, şiddetli esen rüzgâra
karşı dikildik. Rodney hâlâ neşeli olmaya çalışıyordu, sanki
hiçbir şeyin güzel yolculuğumuzu bozmasına izin vermemeye
kararlıydı. Chrissie’ye denizde, ufuk hattındaki bir şeyi işaret
edip gösteriyordu. Ama Chrissie ondan uzaklaştı ve:
“Sanırım hepimiz aynı fikirdeyiz, değil mi? O Ruth
değil,” dedi. Hafifçe güldü ve bir elini Ruth’un omzuna
koydu. “Çok üzgünüm. Hepimiz çok üzgünüz. Ama bundan
dolayı Rodney’yi suçlayamayız, gerçekten. Çok da çılgınca
bir deneme değildi. Sen de kabul edersin ki, onu ofiste ilk
görüşümüzde, benziyordu...” Biraz uzaklaştı, sonra tekrar
Ruth’un omzuna dokundu.


Ruth hiçbir şey söylemedi, ama omzunu silkiverdi, sanki
Chrissie’nin dokunuşunu silkip atmak istemişti. Gözlerini
kısmış uzaklara, denizden ziyade göğe bakıyordu.
Üzüldüğünü görebiliyordum, ama onu iyi tanımayan biri
sadece düşüncelere daldığını sanabilirdi.
Rodney, “Üzgünüm Ruth,” dedi ve Ruth’un omzuna
hafifçe dokundu. Ama bir an bile suçlanmayı beklemiyormuş
gibi bir gülümseme vardı yüzünde. Birine iyilik yapmaya
çalışan ama başaramadığı için özür dileyen birine benziyordu.
O sırada Chrissie ve Rodney’yi seyrederken, evet, bu ikisi
iyi insanlar, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Kendilerince
naziktiler ve Ruth’u neşelendirmeye çalışıyorlardı. Ama aynı
zamanda, Tommy’yle ben sessiz kalırken konuşan onlar
olmasına rağmen, Ruth adına onlara kırgınlık duyuyordum.
Çünkü ne kadar halden anlar görünürlerse görünsünler, içten
içe rahatladıklarını anlıyordum. Olaylar bu şekilde geliştiği
için memnundular; Ruth’un başını döndüren bir umudun
gölgesinde kalmak yerine, onu rahatlatabilecek
durumdaydılar. Onları hayran bırakan, rahatsız eden ve
korkutan düşünceyle; yani onların ulaşamadığı, fakat
Hailsham öğrencilerine açık türlü olasılıklar olduğu
düşüncesiyle, hiç olmadığı kadar açık ve net bir biçimde
yüzleşmek zorunda kalmadıklarından dolayı rahatlamışlardı.
Chrissie ve Rodney’nin üçümüzden ne kadar farklı
olduklarını düşündüğümü hatırlıyorum.
Sonra Tommy, “Olanların bir şeyi değiştireceğini hiç
sanmıyorum. Sadece eğleniyorduk biraz,” dedi.
Ruth soğuk bir ses tonuyla, “Belki senin için eğlenceliydi
Tommy,” dedi, hâlâ uzaklara bakıyordu. “Ama senin olası
modelini arıyor olsaydık böyle düşünmezdin.”


“Bence düşünürdüm,” dedi Tommy. “Ne önemi var
anlamıyorum. Modelini bulsak bile, seni kopyaladıkları
gerçek modeli yani, neyi değiştirir ki?”
“Bu etkileyici bilgiler için teşekkür ederim,” dedi Ruth.
“Bence Tommy haklı,” dedim. “Modelinle aynı hayatı
yaşayacağını varsaymak aptalca. Tommy’ye katılıyorum.
Sadece biraz eğlendik, o kadar. Bu konuyu fazla ciddiye
almamalıyız.”
Ben de uzanıp Ruth’un omzuna dokundum. Chrissie ve
Rodney’nin dokunuşlarıyla benimki arasındaki karşıtlığı
hissetmesini istedim ve bilerek aynı noktaya dokundum. Bir
tür tepki vermesini bekledim, eskilerden görmediği anlayışı
benden ve Tommy’den gördüğünü kabul ettiğine dair bir
işaret bekledim. Ama bana hiçbir tepki vermedi, Chrissie
dokunduğu zaman yaptığı gibi omzunu bile silkmedi.
Arkamda, Rodney’nin seri adımlarla bir ileri bir geri
yürüdüğünü duyuyordum, şiddetli rüzgârda üşüdüğünü ima
eden sesler çıkarıyordu. “Şimdi Martin’i ziyarete ne
dersiniz?” dedi. “Dairesi hemen şu binaların arkasında.”
Ruth aniden içini çekti ve bize döndü. “Açıkçası,” dedi.
“Baştan beri aptalca olduğunu biliyordum.”
Tommy hevesle, “Evet,” dedi. “Biraz eğlendik, hepsi bu.”
Ruth ona kızgın bir bakış attı. “Tommy lütfen şu ‘eğlence’
lafını bırak artık. Kimse seni dinlemiyor.” Sonra Chrissie ve
Rodney’ye dönüp devam etti: “İlk söylediğinizde bir şey
demek istemedim. Ama bilmelisiniz ki hiç inanmamıştım
buna. Hiçbir zaman o kadın gibi insanları kullanmıyorlar. Bir
düşünün. Neden kopyalanmak istesin ki? Hepimiz durumu
biliyoruz, o halde niçin açıkça yüzleşmiyoruz ki?
Kopyalandığımız insanlar bu tür...”
Sert bir tavırla, “Ruth,” dedim. “Ruth, yapma.”


Ama o devam etti: “Hepimiz biliyoruz. Bizler

Yüklə 1,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə