Beni Asla Bırakma



Yüklə 1,25 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə6/17
tarix30.03.2022
ölçüsü1,25 Mb.
#84880
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17
Kazuo Ishiguro- Beni Asla Bırakma

Yirmi Klasik Dans Melodisi adlı bir albüm vardı elimde.
Daha sonra çaldığımda, bunun bir salon dansları kaseti
olduğunu anladım. Tabii Ruth kaseti verdiğinde ne tür müzik
olduğunu bilmiyordum, ama Judy Bridgewater’a benzer bir
şey olmadığını tahmin etmiştim. Sonra aniden, neredeyse
hemen, Ruth’un bunu bilmesi gerekmediğini fark ettim.
Müzik hakkında hiçbir şey bilmeyen Ruth’a göre, bu kaset
benim kaybettiğim kasetin yerine rahatlıkla geçebilirdi.
Aniden hayal kırıklığının yerini gerçek bir mutluluk aldı. Biz
Hailsham’da birbirimizi kucaklamak gibi şeyler yapmazdık.
Ama iki elini birden sıkıp teşekkür ettim ona. Ruth dedi ki:
“Bunu Satışlar’da buldum. Senin hoşlanacağın bir şey
olduğunu düşündüm.” Ben de onayladım: “Bu kesinlikle
benim sevdiğim türden bir şey.”
Kaset hâlâ bende. Çok fazla çalmıyorum, çünkü bu
müziğin hiçbir şeyle alakası yok. Bu bir nesne; bir broş ya da
yüzük gibi. Özellikle Ruth gittiğinden beri, sahip olduğum en
değerli şeylerden biri.


Yedinci Bölüm
Şimdi Hailsham’daki son yıllarımıza geçmek istiyorum.
On üç yaşımızdan, Hailsham’dan ayrıldığımız on altı
yaşımıza kadarki dönemden bahsediyorum. Hafızamda,
Hailsham’daki hayatım iki bölümden oluşuyor; bu son dönem
ve ondan önce olan her şey. İlk yıllarım –size anlatmış
olduğum yıllar– altın yıllar olarak birbirinin içine geçiyor
zihnimde. Hepsini birlikte aklıma getirdiğimde, o kadar
harika olmayan şeyleri hatırlayınca bile içimde bir tür ışıltı
hissetmekten kendimi alıkoyamıyorum. Ama son yıllar farklı.
Tamamen mutsuzluk içinde geçtiklerini söyleyemem –o
yıllardan kalan, önemsediğim pek çok anım var–, ama daha
ciddi ve bazı açılardan da karanlık hatıralarım var. Belki
zihnimde abartmışımdır biraz, ama o yıllarda her şeyin çok
hızlı değiştiği izlenimi var bende, sanki gündüz geceye
karışmış gibi.
Göl kıyısında Tommy’yle konuştuklarımızı, iki dönem
arasındaki eşik olarak görüyorum. Hemen ardından önemli
şeyler olmaya başladığından değil, ama en azından benim
için, o konuşma bir dönüm noktasıydı. Her şeyi daha farklı
görmeye başladım. Önceleri, tuhaf şeylerden kendimi
çekerken, artık tam tersine sorular sormaya, yüksek sesle
olmasa bile en azından içimden her şeyi sorgulamaya
başladım.


Özellikle o konuşmadan sonra, Bayan Lucy’ye farklı bir
gözle bakmaya başladım. Her fırsatta onu dikkatle
izliyordum, sadece merakımdan değil, onu önemli ipuçları
verecek en iyi kaynak olarak gördüğüm için. Böylece, sonraki
bir iki yıl boyunca söylediği ya da yaptığı, ama
arkadaşlarımın dikkatinden kaçan çeşitli garip şeyleri fark
etmeye başladım.
Mesela, bir seferinde, göl kıyısındaki konuşmamızdan bir
iki hafta sonra, Bayan Lucy’nin İngilizce dersindeydik.
Şiirlerden söz ediyorduk, ama her nedense İkinci Dünya
Savaşı sırasında esir kamplarında tutulan askerlerden konu
açıldı. Oğlanlardan biri, kampın etrafındaki tel elektrikli
miydi diye sordu, bir diğeri de insanın sadece elektrikli tellere
dokunup istediği zaman intihar edebileceği bir yerde
yaşamasının tuhaflığından söz açtı. Bunu söylerken ciddiydi
belki, ama hepimiz komik bulduk. Hep birlikte gülmeye ve
konuşmaya başladık, sonra Laura –her zamanki gibi– ayağa
kalktı ve tellere uzanıp elektriğe kapılan birini çok komik bir
şekilde canlandırdı. Bir anda sınıf karıştı, herkes bağırıp
çağırıyor, elektriğe kapılmış rolü yapıyordu.
Bütün bu olanlar sırasında Bayan Lucy’yi izlemeye
devam ettim ve sınıfa bakarken yüzünde bir an beliren korku
ifadesini gördüm. Sonra –ona bakmaya devam ettim– kendini
topladı, gülümsedi ve dedi ki: “Hailsham’daki çitlerin
elektrikli olmaması ne kadar iyi. Bazen kötü kazalar oluyor.”
Bunu oldukça alçak sesle söyledi ve herkes hâlâ bağırdığı
için sesi hemen hiç duyulmadı. Ama ben onu net bir şekilde
duydum. “Bazen kötü kazalar oluyor.” Ne kazası? Nerede?
Ama kimse ona bu soruları sormadı, tartıştığımız şiire
döndük.


Buna benzer başka küçük olaylar da oldu. Kısa süre
içinde, Bayan Lucy’nin diğer gözetmenlere benzemediğini
anladım. Tam o zamanlarda, onun kaygılarının ve
sıkıntılarının doğasını kavramaya başlamış da olabilirim.
Ama böyle dersem herhalde çok ileri gitmiş olurum; olasılıkla
o zamanlarda bu tür şeyleri hiç anlamlandıramadan fark
etmeye başlamıştım. Şimdi bu olanlar bana anlamlı bir
bütünün parçaları gibi görünüyorsa, bunun nedeni, onlara
daha sonra olanların ışığı altında bakıyor olmamdır; özellikle
de sağanak yağmurdan kaçıp spor binasına saklandığımız gün
olanlardan sonra.
O sıralarda on beş yaşındaydık. Hailsham’daki son
yılımızdı artık. İngiliz beyzbolu maçı yapmak için spor
binasında hazırlanıyorduk. Oğlanlar bizimle flört edebilmek
için beyzboldan “hoşlandıkları” dönemdeydiler, bu yüzden o
öğleden sonra en az otuz öğrenci vardı çadırda. Üstümüzü
değiştiğimiz sırada yağmur başladı ve yağmurun durmasını
beklerken, binanın çatısıyla korunan verandaya doluştuk.
Ama yağmur yağmaya devam etti, en son öğrenci de oraya
çıktığında veranda artık iyice kalabalıklaşmıştı, hepimiz
huzursuz bir şekilde dolanıp duruyorduk. Laura, bir oğlandan
kurtulmak istediğinde ne kadar iğrenç bir şekilde
sümkürdüğünü gösteriyordu bana.
Bayan Lucy yanımızdaki tek gözetmendi. Ön taraftaki
demir parmaklıktan sarkıyor, oyun sahasının ilerisini görmek
için yağmurun içine bakıyordu. O günlerde hep yaptığım gibi
onu dikkatle izliyordum, Laura’nın yaptıklarına gülerken bile
arada bir Bayan Lucy’nin sırtına göz atıyordum. Duruşunda
bir tuhaflık var, diye düşündüğümü hatırlıyorum, başını
eğmiş, avının üzerine atlamak üzere pusuya yatmış bir


hayvana benziyordu. Demir parmaklıklara yaslanarak öyle
çok eğilmişti ki, yukarıdaki oluktan yere akan sular tam
yanından geçiyordu; ama o buna hiç aldırmaz gibiydi. Bunda
tuhaf bir şey olmadığına kendimi ikna ettiğimi hatırlıyorum –
sadece yağmurun dinmesini bekliyordu–, sonra dikkatimi
Laura’ya verdim. Birkaç dakika sonra, Bayan Lucy’yi
tamamen unutup kahkahalarla gülmeye başladığım sırada,
birden etrafın sessizleştiğini ve Bayan Lucy’nin konuştuğunu
fark ettim.
Aynı yerde duruyordu ama bu sefer yüzü bize dönüktü,
sırtını demir parmaklıklara dayamıştı, yağmurlu gökyüzü
arkasındaydı.
“Hayır, hayır, üzgünüm ama lafınızı kesmek zorundayım,”
diyordu. Tam önündeki bankta oturan iki oğlanla
konuştuğunu görebiliyordum. Sesi tuhaf çıkmıyordu aslında,
ama çok yüksek ses tonuyla konuşuyordu, bize bir duyuru
yapacağı zaman kullandığı ses tonuyla konuşuyordu, bu
yüzden herkes susmuş onu dinliyordu. “Hayır Peter, seni
durdurmak zorundayım. Seni daha fazla dinleyip sessiz
kalamam,” dedi.
Sonra bakışlarını üzerimizde dolaştırdı ve derin bir nefes
aldı. “Tamam, siz de dinleyin,” dedi. “Hepinizi ilgilendiriyor.
Birinin artık size anlatması gerekiyor.”
Bize bakıyordu, biz de konuşmasını bekliyorduk. Daha
sonra, bazıları bizi azarlamak üzere olduğunu sandıklarını
söylediler; başkaları da İngiliz beyzboluyla ilgili yeni bir
kural açıklayacağını sandıklarını.
“Çocuklar, söylediklerinize kulak misafiri olduğum için
beni affedin. Ama tam arkamdaydınız, bu nedenle her şeyi
duydum. Peter, demin Gordon’a söylediklerini şimdi
hepimize anlatır mısın?”


Peter J. şaşırmıştı. İncinmiş, masum ifadesini takınmak
üzereydi. Ama Bayan Lucy tekrar, bu sefer daha yumuşak bir
sesle konuştu:
“Peter, devam et. Lütfen söylediklerini herkese anlat.”
Peter omuz silkti. “Aktör olsaydık ne yapardık diye
konuşuyorduk. Hayatımız nasıl olurdu, diyorduk.”
“Evet,” dedi Bayan Lucy. “Sen Gordon’a, en iyi şansı
Amerika’ya gidersek yakalarız, diyordun.”
Peter J. yine omuz silkti ve mırıldandı: “Evet Bayan
Lucy.”
Ama şimdi Bayan Lucy bakışlarını üzerimizde
dolaştırıyordu. “Kötü niyetli olmadığını biliyorum. Ama bu
tür konuşmalar giderek artmaya başladı. Her zaman
duyuyorum, çok fazladır izin veriliyor size ve bu doğru
değil.” Oluktan akan damlaların omzuna indiğini gördüm ama
o farkına varmıyordu sanki. “Başka kimse anlatmasa bile,”
dedi, “ben anlatacağım size. Sorun şu; size hem anlatıldı, hem
anlatılmadı. Size bazı şeyler anlatıldı ama gerçekte hiçbiriniz
anlamıyorsunuz ve bazıları bu durumun böyle kalmasından
hoşnut. Ama ben değilim. Doğru düzgün bir hayat
yaşayacaksınız, bilmeniz gerekir, gerekeni bilmeniz şart.
Hiçbiriniz Amerika’ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı
olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığını
duyduğum gibi, hiçbiriniz süper marketlerde
çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden
kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan,
hatta orta yaşa bile gelmeden, hayati organlarınızı
bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle
yaratıldınız. Filmlerini seyrettiğiniz aktörler gibi değilsiniz,
benim gibi bile değilsiniz. Bu dünyaya belli bir amaçla
getirildiniz ve geleceğiniz, hepinizin geleceği önceden


belirlendi. Bu yüzden, artık bu şekilde konuşmamalısınız.
Yakında Hailsham’dan ayrılacaksınız, çok zaman geçmeden
organlarınızı bağışlamaya hazırlanacaksınız. Bunu
unutmayın. Doğru düzgün yaşayacaksınız, kim olduğunuzu
ve sizi nelerin beklediğini bilmeniz gerekir.”
Sonra sustu, ama bana kalırsa içinden konuşmaya devam
ediyordu, çünkü bakışlarını hâlâ üstümüzde dolaştırıyordu.
Her birimize teker teker baktı, sanki hâlâ bize bir şeyler
söylüyordu. Dönüp oyun sahasına bakmaya başladığında,
hepimiz rahatladık.
“Artık o kadar kötü değil,” dedi. Oysa yağmur aynı
şiddetle yağmaya devam ediyordu. “Haydi çıkalım artık.
Belki güneş de çıkar.”
Sanırım bütün söyledikleri bu kadardı. Dover’daki
merkezde Ruth’la o günü konuştuğumuzda, Ruth, Bayan
Lucy’nin bize daha fazla şey anlattığını iddia etti;
organlarımızı bağışlamaya başlamadan önce bir müddet
bakıcılık yapacağımızı, organ bağışlarında nasıl bir sıralama
izlendiğini, nekahet merkezlerini vesaire. Ama ben bunları
anlatmadığına eminim. Tamam, konuşmaya başladığında
bunları da anlatmaya niyetlenmiş olabilir. Ama benim
tahminimce, konuşmaya başlayıp da yüzlerimizdeki şaşırmış
ve huzursuz ifadeleri görünce, başladığını bitirmenin ne kadar
imkânsız olduğunu anlamıştı.
Bayan Lucy’nin çadırdaki beklenmedik sözlerinin ne tür
bir etki yarattığını anlatmak zor. Söylenenler hızla kulaktan
kulağa dolaştı, ama konuşmalar Bayan Lucy’nin ne
anlattığıyla değil, kendisiyle alakalıydı. Bazı öğrenciler onun
bir iki tahtasının noksan olduğunu düşünmüştü; başkaları da
bunları söylemesini Bayan Emily ve diğer gözetmenlerin
istediğine inanıyordu; orada olanlardan bazılarıysa Bayan


Lucy’nin verandada çok şamata yaptığımız için bizi azarlamış
olduğuna inanıyordu. Ama dediğim gibi, Bayan Lucy’nin
söyledikleri çok az tartışıldı. Konu açılınca, insanlar daha
çok: “E ne olmuş yani? Biz bunları zaten biliyorduk,” deme
eğilimindeydiler.
Fakat Bayan Lucy tam da bunu anlatmaya çalışmıştı.
Dediği gibi, bize “hem anlatılmış, hem anlatılmamıştı” bazı
şeyler. Birkaç yıl önce Tommy’yle bunları tekrardan
hatırlayıp konuşurken, ona Bayan Lucy’nin “hem anlatılmış,
hem anlatılmamış” dediğini hatırlattığımda, Tommy bir teori
üretti.
Tommy, Hailsham’da geçirdiğimiz bütün yıllar boyunca
gözetmenlerin bize neyi ne zaman söyleyeceklerini hep
dikkatle ve bilerek zamanladıklarını düşünüyordu; yani biz
her zaman verilen en son bilgileri anlayamayacak kadar genç
oluyorduk. Ama tabii ki bir yere kadar anlıyorduk bize
anlatılanları, bu sayede bütün her şey biz doğru dürüst
araştırmadan önce kafamıza yerleşmiş oluyordu.
Bu bana bir komplo teorisi gibi göründü –
gözetmenlerimizin o kadar hesapçı olduğunu sanmıyorum–,
ama belki de söylediklerinde bir doğruluk payı vardı. Elbette
organ bağışı konusunda belli belirsiz de olsa her zaman bir
şeyler biliyordum; altı ya da yedi yaşımdan beri. Ama yaşımız
ilerleyip gözetmenler bize başka açıklamalar yaptıkça, hiçbir
şey tamamen sürpriz olmadı bizim için. Sanki daha önce her
şeyi duymuştuk.
Bugün farkına vardığım bir şey de, gözetmenlerimizin
bize seksle ilgili ders vermeye başladıklarında organ
bağışından da bahsetmiş olmaları. O yaşta –yine, on üç yaş
civarındayken biz– hepimiz seks hakkında hem endişeleniyor
hem de heyecanlanıyorduk, böylece doğal olarak diğer şeyler


ikinci plana atılıyordu. Diğer bir deyişle, gözetmenler
zihnimize geleceğimizle ilgili temel gerçekleri gizlice
sokmayı başarmışlardı.
Şimdi hakkını vermek lazım, bu iki konuyu bir arada
işlemek aslında doğaldı belki de. Diyelim ki bize cinsel ilişki
sırasında hastalık kapmamamız için çok dikkatli olmamızı
anlatırken, bunun bizim için dışarıdaki insanlara nazaran daha
önemli olduğundan söz etmemeleri garip kaçardı. Bu da tabii
ki konuyu organ bağışına getirirdi.
Ayrıca, bizim çocuk sahibi olamamamız konusu da vardı.
Seks derslerinin çoğunu Bayan Emily verirdi ve bir seferinde
hatırlıyorum, biyoloji dersine kocaman bir iskelet getirip nasıl
ilişkiye girildiğini anlatmıştı. İskeleti değişik pozisyonlara
getirişini, hiç tereddüt etmeden işaret edişini şaşkın gözlerle
izlemiştik. Cinsel birleşmenin nasıl gerçekleştiğine dair bütün
detayları, neyin nereye girdiğini, değişik pozisyonları sanki
coğrafya dersindeymişiz gibi anlatmıştı. Derken birden,
iskelet masanın üstünde müstehcen bir pozisyondayken,
dönüp bize kiminle seviştiğimizin ne kadar önemli olduğunu
anlatmaya başladı. Sadece hastalıklardan dolayı değil, “Seks,
duyguları hiç beklemediğiniz şekilde etkilediği için,” demişti.
Dışardan insanlarla sevişirken çok dikkatli olmamız
gerekiyordu, özellikle de öğrenci olmayanlarla, çünkü orada
cinsellik pek çok anlama geliyordu. Dışarıdaki insanlar kim
kimle sevişmiş diye dövüşüyor, hatta birbirlerini
öldürüyorlardı. Dans etmekten ya da ping pong oynamaktan
çok daha fazla şey ifade etmesinin nedeni de, dışarıdaki
insanların biz öğrencilerden çok farklı olmasıydı; cinsel
ilişkiye girince çocukları olabilirdi. Bu nedenle kimin kimle
yaptığı onlar için çok önemliydi. Bebek sahibi olmamızın
tamamen imkânsız olduğunu bilmemize rağmen, dışarıda


onlar gibi davranmalıydık. Kurallara saygı göstermeli ve seksi
çok özel bir şey olarak görmeliydik.
Bayan Emily’nin o günkü dersi, anlatmaya çalıştığım
şeyin tipik bir örneğiydi. Seks üzerinde odaklanmıştık ama
diğer konu da konuşmamıza sızmıştı. Sanırım böylece bize
“hem anlatılıyor, hem anlatılmıyordu”.
Sonuçta hepimiz pek çok bilgiyi sindirmiştik diye
düşünüyorum, çünkü organ bağışları konusuna
yaklaşımımızın o yaşlardayken çok belirgin bir şekilde
değiştiğini hatırlıyorum. Dediğim gibi, o zamana dek, konuya
girmemek için elimizden geleni yapmıştık. Bu alana
girdiğimizin ilk işaretlerini gördüğümüz anda geri
çekilmiştik, çünkü dikkatsiz davranan her aptal –Marge gibi–
ciddi biçimde cezalandırılırdı. Ama on üç yaşımızdan itibaren
bir şeylerin değişmeye başladığını söyleyebilirim. Hâlâ organ
bağışları ve bununla bağlantılı hiçbir şeyin sözünü
etmiyorduk, bu konu bize hâlâ çok garip geliyordu. Ama nasıl
seksle ilgili şakalar yapıyorsak, bu da dalga geçtiğimiz
konulardan birine dönüşmüştü. Geriye dönüp baktığımda,
organ bağışlarından doğrudan bahsetmeme kuralının hâlâ ve
her zamanki gibi katı bir şekilde geçerli olduğunu görüyorum.
Ama şimdi arada bir önümüzde bizi bekleyen şeyler
konusunda üstü kapalı şakalar yapmak kabul edilir olmuştu,
hatta gerekiyordu.
Tommy’nin dirseği yaralandığında yaşananlar buna iyi bir
örnek. Onunla gölde yaptığımız konuşmadan kısa süre önce
olmalıydı; Tommy, sataşma ve alaylarla geçen kötü
dönemden çıkmak üzereydi.
Dirseği çok kötü yarılmamıştı ve Karga Surat’a
gönderilmesine rağmen çabucak geri gelmişti, dirseğine bir


bandaj yapıştırılmıştı. Kimsenin dikkatini çekmedi, ta ki iki
gün sonra Tommy bandajı çıkarıp altındaki yarı kapanmış
yarayı sergileyene kadar. Derinin bir kısmı birleşmeye
başlamıştı, arasından yumuşak kırmızı parçalar görünüyordu.
Öğle yemeği yediğimiz için kalabalıktan iğrenme nidaları
yükseldi. Sonra bir üst sınıfımızdaki Christopher H. hiç
istifini hiç bozmadan, “Tam dirseğinde olması yazık. Başka
herhangi bir yerde olsaydı keşke,” dedi.
Tommy kaygılanmış görünüyordu –Christopher o
günlerde herkesin kendisine örnek aldığı biriydi– ve ne
demek istediğini sordu. Christopher yemeğe devam ederken
kayıtsız bir ifadeyle konuştu:
“Bilmiyor muydun? Tam dirseğinin üstünde olunca,
fermuar gibi açılabilir. Kolunu hızla eğdin mi açılıverir.
Sadece yaran değil, dirseğinin tümü çanta fermuarı gibi açılır.
Bunu bildiğini sanıyordum.”
Karga Surat onu uyarmadı diye Tommy’nin şikâyet
ettiğini duydum, ama Christopher omuz silkti ve: “Sen
biliyorsun diye düşünmüştür mutlaka. Herkes bilir bunu,”
dedi. Birkaç kişi mırıldanarak ona destek oldu. Bir başkası,
“Kolunu dümdüz tutman lazım,” dedi. “Birazcık eğmen bile
tehlikeli olur.”
Ertesi gün Tommy’yi kolunu dümdüz tutmuş, kaygı içinde
dolaşırken gördüm. Herkes ona gülüyordu ve buna kızdım,
ama itiraf etmeliyim, komik bir yanı da vardı olanların.
Öğleden sonra, ilerleyen saatlerde Sanat Odası’ndan çıkarken
Tommy koridorda yanıma geldi ve: “Kath, seninle biraz
konuşabilir miyiz?” dedi.
Bu, ona polo gömleğini hatırlatmak için oyun sahasında
yanına gitmemden belki iki hafta sonra oldu. O sırada artık
arkadaş olmuştuk yani. Yine de benimle özel konuşmak


istemesi yeterince utandırıcıydı ve afalladım. Belki ona daha
fazla yardımcı olmamamın nedenlerinden biri buydu.
Beni bir kenara çektikten sonra, “Öyle çok da fazla
endişelenmiyorum,” diye başladı söze. “Ama emin olmak
istiyorum, o kadar. Sağlığımızla hiçbir zaman oyun
oynamamalıyız. Birinin yardımına ihtiyacım var, Kath.”
Uyurken yapabileceği şeylerden dolayı endişelendiğini
açıkladı. Geceleyin kolunu bükebilirdi. “Rüyamda sık sık
Romalı askerlerle savaşırım.”
Onu biraz sorguya çekince anladım ki her türlü insan –o
öğle yemeğinde orada olmayanlar bile– yanına gelip
Christopher H. gibi kolunu bükmemesi için onu uyarıyordu.
Hatta bazıları şakayı biraz abartmışlardı: Bir öğrencinin
dirseğinde aynı onunki gibi kesik olduğunu ve bir gün
uyandığında kolunun üst kısmının ve elinin iskeletinin
göründüğünü, derisinin “My Fair Lady’deki uzun eldivenler”
gibi sallandığını söylemişti biri.
Tommy, gece boyu kolunun düz durmasını sağlayacak bir
tahtayı koluna bağlamasına yardım etmemi istiyordu.
“Senden başka kimseye güvenmiyorum,” dedi, kullanmak
istediği kalın cetveli gösterirken. “Özellikle gece yerinden
oynayacak şekilde bağlayabilirler.”
Bana masum gözlerle bakıyordu, ne diyeceğimi
bilemedim. İçimden bir ses ona neler döndüğünü anlatmamı
söylüyordu ve sanırım başka türlüsünü yapmak, ona polo
gömleğini hatırlattığım andan itibaren aramızda gelişen
güvene ihanet etmek olurdu. Koluna tahtayı takmam da
şakayı devam ettirenlerden biri olacağım anlamına gelirdi.
Ona gerçeği anlatmadığım için hâlâ utanç duyuyorum. Ama
unutmayın ki ben hâlâ gençtim o sırada ve karar vermek için


sadece birkaç saniyem vardı. Birisi öyle yalvararak sizden bir
şey isterse, hayır dememeniz için her türlü sebep çıkar ortaya.
Sanırım öncelikle onu üzmek istemiyordum. Çünkü
görebiliyordum ki, dirseğiyle ilgili endişelerine rağmen, en
fazla ona gösterildiğini sandığı ilgiden dolayı duygulanmıştı.
Tabii ki eninde sonunda gerçeği öğrenecekti, ama o sırada ona
açıklayamadım. Yapabileceğim en iyi şey şunu sormak oldu:
“Karga Surat bunu yapmanı söyledi mi?”
“Hayır. Ama dirseğim açılırsa ne kadar kızacağını
düşünsene.”
Bundan dolayı hâlâ kendimi kötü hissediyorum, ama
koluna tahtayı takacağıma söz verdim –yatma zilinden yarım
saat önce 14. Oda’da–, sonra da onun müteşekkir ve güveni
perçinlenmiş halde gitmesini izledim.
İstediği şeyi yapmak zorunda kalmadım, çünkü Tommy
gerçeği daha önce öğrendi. O akşam saat sekiz sularında ana
merdivenlerden aşağı inerken, zemin kattaki merdiven
sahanlığından yukarı kahkahalar yükseldiğini duydum.
Yüreğim ezildi, çünkü kahkahaların Tommy’yle alakalı
olduğunu hemen anladım. Birinci katta durup merdiven
parmaklığından eğilerek aşağı baktığım sırada, Tommy
bilardo odasından gürültülü adımlarla dışarı fırladı. “En
azından bağırmıyor,” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Bağırmadı da, vestiyerden eşyalarını alıp evden dışarı çıktı.
Bütün bu süre içinde, bilardo odasının yarı açık kapısından
kahkahalar ve şöyle şeyler bağıran sesler duyuluyordu: “Eğer
kendini kaybedip kızarsan, dirseğin gerçekten açılır!”
Gecenin içinde arkasından koşup yatakhane barakasına
varmadan önce onu yakalamayı düşündüm, ama o gece
koluna tahtayı bağlamayı kabul ettiğimi hatırlayınca olduğum


yerde kaldım. Sadece kendi kendime, “En azından öfke nöbeti
geçirmedi. En azından kendini kaybetmedi,” deyip durdum.
Ama esas konumdan biraz uzaklaşmış durumdayım. Size
bunları anlatmamın nedeni, Tommy’nin dirseğinden çıkan bu
“fermuar gibi açılma” şakasının, organ bağışları hakkında
kendi aramızdaki bir şakaya dönüşmesiydi. Zamanı
geldiğinde, üzerimizdeki bir fermuarı açıp bir böbreği ya da
başka bir şeyi içerden çıkarıp birinin eline vereceğimizi
söylüyorduk. Kendi başına komik bir şey olarak
görmüyorduk, daha çok birbirimizin yemek yemesini
engellemek için yaptığımız bir şakaydı. Diyelim ki, fermuarı
açıp karaciğerini çıkarttın ve birinin tabağına koyuverdin,
böyle bir şey. Bir keresinde Gary B. adlı inanılmaz iştahlı bir
oğlan üçüncü kez puding alıp döndüğünde, masada istisnasız
herkes, o kararlı bir şekilde ağzını doldurmaya devam
ederken “fermuarını açıp” kendinden parçaları Gary’nin
tabağına koydu.
Tommy “fermuar açma” konusundan hiçbir zaman
hoşlanmadı, ama ona sataşıldığı günler geride kalmıştı ve
artık bu şakayı kimse Tommy’yle ilişkilendirmiyordu. Sadece
gülmek için, birilerini yemekten soğutmak için yapılıyordu;
sanırım biraz da ilerde bizi bekleyen şeyi kabullenmek için.
Asıl anlatmak istediğim de buydu işte. Yaşamımızın o
döneminde, organ bağışından söz etmekten, bir iki sene
önceki gibi ürkmüyorduk, ama bu konuyu ciddi ciddi
düşünmüyor ve tartışmıyorduk da. “Fermuar açma” meselesi,
on üç yaşındayken konunun üzerimizde yarattığı etkinin tipik
bir örneğiydi.
Yani bence, Bayan Lucy iki yıl sonra bize “hem anlatıldı
hem anlatılmadı” derken oldukça haklıydı. Dahası, şimdi
geriye dönüp baktığımda, Bayan Lucy’nin o gün bize


anlattıklarının tavırlarımızda gerçek bir değişim yarattığını
söyleyebilirim. O günden sonra, organ bağışıyla ilgili şakalar
yapmayı bıraktık ve bazı şeyler hakkında doğru dürüst
düşünmeye başladık. Organ bağışlama, konuşmadığımız
konular arasına girdi tekrardan, ama küçükken olduğu gibi
değil. Artık tuhaf ya da utanç verici değil, sadece karanlık ve
ciddi bir konuydu.
Birkaç yıl önce, bütün olanları birlikte tekrar
hatırladığımızda, “Komik,” dedi Tommy. “Bayan Lucy neler
hissediyordu, bunu durup hiç düşünmedik. Bize
anlattıklarından dolayı başı derde girer mi diye hiç
düşünmedik. Ne kadar bencilmişiz o zamanlar.”
“Ama bizi suçlayamazsın,” dedim. “Bize birbirimizi
düşünmemiz öğretilmişti, gözetmenlerimizi değil.
Gözetmenlerin fikir ayrılıkları olduğu hiç aklımıza
gelmemişti.”
“Yeterince büyümüştük,” dedi Tommy. “Artık o yaşta
anlamalıydık. Ama olmadı. Zavallı Bayan Lucy’yi hiç
düşünmedik. Sen onu sonradan gördüğünde bile düşünmedik,
biliyorsun ya.”
Ne demek istediğini hemen anladım. Hailsham’da
geçirdiğimiz son yazda, bir sabah erken saatlerde Bayan
Lucy’ye 22. Oda’da rastladığım günden bahsediyordu. Şimdi,
Tommy’nin bazı açılardan haklı olduğunu düşünüyorum.
Verandadaki günden itibaren, biz bile Bayan Lucy’nin ne
kadar rahatsız olduğunu anlamalıydık. Ama Tommy’nin
dediği gibi, hiçbir şeyi kadının bakış açısından
düşünmüyorduk ve ona bir şey söylemek ya da destek olacak
bir şey yapmak hiç aklımıza gelmedi.


Sekizinci Bölüm
Çoğumuz artık on altı yaşına girmiştik. Çok parlak,
güneşli bir gündü, ana binadaki dersten sonra aşağıya, avluya
yeni inmiştik. Sınıfta bir şey unuttuğumu fark ettim. Yeniden
üçüncü kata çıktım; Bayan Lucy’yle yaşadığım olay da bunun
üzerine gerçekleşti.
O günlerde gizli bir oyunum vardı. Ne zaman yalnız
kalsam, durup bir manzara arardım; pencereden dışarı bakıp
mesela ya da içinde kimse olmayan bir odaya açılan kapıdan
içeri bakarak. En azından birkaç saniye boyunca, Hailsham’ın
öğrencilerle kaynamayan, bunun yerine beş ya da altı
arkadaşımla birlikte yaşadığım çok sessiz, sakin bir ev
olduğunu hayal ederdim. Bunu yapabilmek için bir tür rüyaya
dalmanız ve kulaklarınızı gereksiz gürültüler ve sahipsiz
seslere kapamanız gerekirdi. Genelde çok sabırlı
olmalıydınız; mesela pencereden dışarıdaki oyun sahasına
odaklanmışken, çerçevenin içinde kimsenin kalmayacağı o
birkaç saniye için uzun süre beklemeniz gerekebilirdi. Her
neyse, o sabah sınıfta unuttuğum şeyi alıp üçüncü kattaki
merdiven sahanlığına geldikten sonra yaptığım buydu.
Pencerenin yanında sessizce durmuş, birkaç dakika önce
benim de durduğum avlunun bir bölümüne bakıyordum.
Arkadaşlarım gitmişti, avlu da giderek boşalıyordu, böylece


illüzyonun oluşmasını beklerken, arkamda, kısa patlamalarla
fışkıran gaz ya da buhar sesine benzer bir ses duydum.
Tıslama sesi on saniye kadar sürüyor, kesiliyor ve yeniden
başlıyordu. Korktuğumu söyleyemem, ama çevrede başka
kimse yoktu ve gidip ortalığı kolaçan etmenin iyi olacağını
düşündüm.
Sesin geldiği yere, biraz önce çıktığım sınıfın bulunduğu
koridordaki sondan ikinci kapıya, 22. Oda’ya doğru yürüdüm.
Kapı aralıktı, tam önüne geldiğimde tıslama yeni bir
yoğunlukla tekrar başladı. Dikkatle kapıyı iterken neyle
karşılaşacağımı bilmiyordum, ama Bayan Lucy’yi görünce
iyice şaşırdım.
22. Oda çok küçük olduğu ve o günkü gibi güneşli bir
günde bile ışık almadığı için, derslik olarak kullanılmıyordu.
Bazen gözetmenler sınavları notlamak ya da sadece okumak
için bu odayı kullanıyorlardı. O sabah oda her zamankinden
de karanlıktı, çünkü güneşlikler sıkı sıkı kapatılmıştı. İki
masa, bir grup insanın etrafına oturabileceği şekilde bir araya
çekilmişti, ama Bayan Lucy tek başına oturuyordu. Masaya,
koyu renk, parlak sayfalar dağılmıştı. Alnını neredeyse
kâğıtlara yapıştırmış, kolları masanın üstünde, kâğıtlara
abanmış, elindeki kalemle bir sayfaya öfkeyle bir şeyler
yazıyordu. Kalın siyah çizgilerin üzerindeki düzgün, mavi el
yazısını görebiliyordum. Ben izlerken, kâğıdın üzerine
kalemin ucunu sürtmeye devam ediyordu, neredeyse sanat
dersinde gölgeleme yaparkenki gibi, ama hareketleri çok daha
öfkeliydi, sayfa yırtılsa aldırmayacaktı. Sonra aniden fark
ettim ki o tuhaf sesin kaynağı buydu ve masanın üzerindeki
koyu renk, parlak kâğıt olarak gördüğüm şey de aslında daha
önce düzgün el yazısıyla yazılmış sayfalardı.


Yaptığı işe o kadar dalmıştı ki, benim orada olduğumu
fark etmesi zaman aldı. Beni fark edip şaşkınlıkla başını
kaldırdığında yüzünün kızarmış olduğunu gördüm ama
ağladığına dair hiçbir iz yoktu. Bana baktı, sonra kalemi
bıraktı.
“Merhaba genç bayan,” dedi, derin bir nefes aldı. “Senin
için ne yapabilirim?”
Sanırım ona ya da masadaki sayfalara bakmamak için
başımı çevirdim. Çok fazla konuştum mu, onu da
hatırlamıyorum; duyduğum sesten ve bunu gaz kaçağı sanıp
endişelendiğimden söz ettim mi, bilmiyorum. Her durumda,
aramızda doğru düzgün bir konuşma geçmedi. Orada olmamı
istemiyordu, ben de orada olmak istemiyordum. Sanırım bir
şekilde özür diledim ve dışarı çıktım, beni geri çağırmasını
bekliyordum. Ama çağırmadı. Bugün, o merdivenlerden aşağı
inerken utanç ve pişmanlıkla yandığımı çok net hatırlıyorum.
O sırada en büyük dileğim, gördüğümü görmemiş olmaktı,
bana neden o kadar sarsıldığımı sorsanız nedenini tam olarak
anlatamam. Utanç hissinin önemli bir payı olduğunu
söyleyebilirim, bir de hiddet; tamamen Bayan Lucy’ye
yönelik bir hiddet olmasa da. Kafam çok karışmıştı, büyük
olasılıkla bundan dolayı, arkadaşlarıma uzun süre bu olayı
anlatmadım.
O sabahtan sonra, Bayan Lucy’yle ilgili başka bir şeyin –
belki çok kötü bir şeyin– yaklaşmakta olduğuna kani oldum
ve bunun için gözümü kulağımı açmaya başladım. Ama
günler geçti ve hiçbir şey duymadım. O sırada bilmediğim bir
şey vardı; onu 22. Oda’da gördüğüm günden sadece bir iki
gün sonra, oldukça önemli bir şey olmuştu. Bayan Lucy ile
Tommy arasından geçen bir olay Tommy’yi üzmüş ve
kafasını karıştırmıştı. Tommy’yle birbirimize bu türden her


şeyi anlattığımız zamanların üstünden çok geçmemişti; ama o
yaz pek çok şey olmuştu ve eskisi gibi serbestçe
konuşamıyorduk.
Bu nedenle uzun süre bir şey duymadım. Olanları tahmin
etmediğim ve Tommy’yi bulup onun ağzından laf almadığım
için sonradan kendime çok kızdım. Ama dediğim gibi, o
sırada pek çok şey oluyordu, Tommy ile Ruth arasında olanlar
ve daha başka şeyler vardı, bu nedenle Tommy’de gördüğüm
değişiklikleri hep başka şeylere yoruyordum.
Belki o yaz Tommy’nin darmadağın olduğunu söylersem
fazla ileri gitmiş olurum, ama onun birkaç yıl önceki sarsak
ve kararsız haline dönmesinden korkmama yol açan ciddi
birkaç olay oldu. Mesela, bir seferinde spor binasından
yatakhane barakalarına doğru yürürken, Tommy ve birkaç
oğlanın ardına düşmüştük. Bizden birkaç adım ötedeydiler ve
hepsi –Tommy dâhil– keyiflivdi, gülüyor, birbirlerivle
şakalaşıyorlardı. Hatta yanımda yürüven Laura’nın onların bu
şakalaşmalarından cesaret alarak harekete geçtiğini
söyleyebilirim. Tommy daha önce toprağa oturmuş olmalıydı,
beline yakın bir yere, ragbi gömleğinin üzerine bir çamur
parçası yapışmıştı. Belli ki bunun farkında değildi,
arkadaşlarının da gördüğünü sanmıyorum, yoksa mutlaka
onunla dalga geçerlerdi. Her neyse, Laura, Laura olduğu için,
bağırarak şöyle bir şey dedi: “Tommy! Arkanda kaka var! Sen
ne yapıyordun yahu?”
Bunu cana yakın bir tavırla söylemişti, birkaçımız benzer
yorumlar yaptıysak bile bunlar öğrencilerin hep
tekrarladıkları türden şeylerdi. Bu yüzden Tommy aniden
durup olduğu yerde dönerek Laura’ya şimşek gibi gözlerle
bakınca hepimiz şoke olduk. Olduğumuz yerde donup kaldık
–oğlanlar da en az bizim kadar şaşırmışlardı–, birkaç saniye


boyunca Tommy’nin yıllardır ilk kez patlayacağını sandım.
Ama o ani bir hareketle yürüdü gitti, bizi birbirimize bakışlar
atıp omuz silker halde bıraktı.
En az bu kadar kötü bir şey de, Tommy’ye Patricia C.’nin
takvimini gösterdiğimde oldu. Patricia bizden iki yaş küçüktü,
ama hepimiz onun çizim yeteneğine hayranlık duyuyorduk.
Yaptığı resimler, Sanat Takasları’nda da hep aranan şeylerdi.
Ben özellikle takvimini çok beğenmiştim; son Takaslar’da
alabilmiştim bu takvimi, haftalar önceden bahsi geçmeye
başlamıştı. Bu, mesela Bayan Emily’nin İngiltere topraklarını
gösteren renkli takvimlerine hiç benzemiyordu. Patricia’nın
takvimi küçük ve dardı, her ay için Hailsham’daki günlük
yaşamı gösteren, çok çarpıcı, karakalem bir eskiz vardı.
Keşke hâlâ bende olsaydı, çünkü özellikle bazı resimlerde –
Haziran ve Eylül ayları için yaptığı resimlerde mesela– bazı
öğrencileri ve gözetmenleri tanıyabiliyordunuz.
Kulübeler’den ayrıldığım sırada aklım başka yerde
olduğundan yanıma neler aldığıma dikkat etmediğim için –
yeri geldiğinde bunu da anlatacağım– kaybettiğim birkaç
şeyden biriydi. Anlatmak istediğim şu; Patricia’nın takvimi
gerçekten iyi bir ganimetti, onunla gurur duyuyordum,
Tommy’ye de bu yüzden göstermek istemiştim.
Tommy’nin, akşamüstü güneşi altında, Güney Oyun
Sahası’nın yakınındaki büyük çınar ağacının yanında
durduğunu görmüştüm. Takvimim de yanımda, çantamın
içinde olduğu için –müzik dersinde de herkese göstermiştim–
Tommy’nin yanına gitmiştim.
Daha küçük oğlanların yakındaki sahada yaptığı maçı
seyretmeye dalmıştı, çok iyi, dingin görünüyordu. Yanına
vardığımda bana gülümsedi, birkaç dakika boyunca havadan
sudan konuştuk. Sonra, “Tommy, bak ne aldım,” dedim.


Sesimdeki zafer tonunu gizlemeye çalışmadım, hatta çıkarıp
ona uzattığımda, “Ta ta!” bile demiş olabilirim. Takvimi eline
aldığında hâlâ gülümsüyordu, ama sayfalarını çevirdikçe içine
kapandığını hissettim.
“Bu Patricia,” diye konuşmaya başladım ama sesimin
değiştiğini duyuyordum, “o kadar akıllı ki...”
Tommy takvimi geri vermişti bile. Tek kelime etmeden
yanımdan geçip eve doğru yürümeye başladı.
Bu tavrı yeterli bir işaretti aslında. Beynimin birazını
kullansaydım, Tommy’nin son zamanlardaki değişken
hallerinin Bayan Lucy’yle ve “yaratıcı olmak” konusundaki
eski sorunlarıyla bağlantılı olduğunu anlardım. Ama o
dönemde hayatlarımız öyle hareketliydi ki, bu açıdan
düşünmedim olanları. Sanırım bu tür sorunların geçmişte,
ergenlik günlerimizde kaldığını düşünüyordum, artık bizi
bekleyen sorunlar o kadar büyüktü ki, onlardan başka bir şey
düşünmeyiz sanmıştım.
Peki, neler oluyordu? Bir kere, en başta, Ruth ve Tommy
ciddi bir kavga edip ayrılmışlardı. Yaklaşık altı aydır
birlikteydiler, en azından birlikteliklerini o kadar süredir
açıkça belli ediyorlardı; birbirlerine sarılıp yürüyorlardı
mesela, bu türden şeyler. Saygı görüyorlardı, çünkü gösteriş
yapmıyorlardı hiç. Başkaları, mesela Sylvia B. ve Roger D.
insanın midesini bulandırıyorlardı, hatta kendilerine çeki
düzen vermeleri için, yanlarından geçerken koro halinde
öğürme sesleri çıkarıyorduk. Ama Tommy ve Ruth herkesin
önünde iğrenç şeyler yapmıyorlardı. Bazen kucaklaşsalar bile,
bunu başkalarına gösteriş olarak değil, içtenlikle yapıyorlardı.
Şimdi geriye baktığımda, seks hakkında karışık
düşünceler beslediğimizi anlıyorum. Pek şaşırtıcı sayılmaz, ne
de olsa henüz on altı yaşımıza girmiştik. Ama kafamızı daha


da karıştıran şey –şimdi bunu çok net görebiliyorum–
gözetmenlerimizin de aklının karışık olmasıydı. Bir yandan,
mesela Bayan Emily bize bedenlerimizden utanmamamızı,
“fiziksel ihtiyaçlarımıza saygı göstermemizi” söylüyordu, ona
göre her iki taraf da gerçekten istedikten sonra, seks “çok
güzel bir armağandı”. Ama sonuçta, gözetmenlerimiz
kuralları yıkmadan bir şeyler yapmamızı olanaksız
kılıyorlardı. Gece saat dokuzdan itibaren ne biz oğlanların, ne
de oğlanlar bizim yatakhanemize girebiliyordu. Sınıflar
akşamları “yasak bölgeydi” bizim için, barakaların ve spor
binasının arkasındaki alanlar da. Hava yeterince ısındığında
bile bu işi çimenlerde yapmak istemezdiniz, çünkü evden
dürbünle izlendiğinizi hemen fark ederdiniz. Diğer bir
deyişle, seksin güzel olduğu anlatılıyordu, ama gözetmenler
tarafından yakalanırsak başımızın derde gireceğini biliyorduk.
Böyle diyorum, ama bildiğim tek bir yakalanma olayı var:
Jenny C. ve Rob D., 114. Oda’da yakalanmışlardı. Öğle
yemeğinden hemen sonra, derslikteki sıralardan birinin
üstünde yapıyorlardı, tam o sırada Bay Jack bir şey almak için
sınıfa girmişti. Jenny’ye bakılırsa, Bay Jack hemen kıpkırmızı
olmuş ve derhal sınıftan çıkmıştı, ama onlar yaptıklarından
soğumuş ve durmuşlardı. Bay Jack geri geldiğinde giyiniktiler
ama gözetmen sanki olanları ilk defa görüyormuş gibi
şaşırmış ve şoke olmuş numarası yapmıştı.
“Ne yaptığınızı biliyorum ve bu yaptığınız doğru değil,”
demişti adam, sonra ikisini de Bayan Emily’ye göndermişti.
Bayan Emily de elinde dosyalarıyla hızla odasından
çıkmadan önce: “Yaptığınızı yapmamamız gerektiğini
biliyorsunuz ve bir daha yapmayacağınızı düşünüyorum,”
demişti.


Eşcinsel sekse gelince, aklımızı daha da karıştırıyordu.
Nedense, biz buna “şemsiye seks”, kendi cinsinden
hoşlananlara da “şemsiye” diyorduk. Sizin büyüdüğünüz
yerlerde nasıldı bilmiyorum ama Hailsham’da eşcinsellikle
alakalı hiçbir şeyi kesinlikle hoş karşılamıyorduk. Özellikle
oğlanlar çok zalim olabiliyorlardı. Ruth’a göre, bunun nedeni
oğlanlardan çoğunun daha gençken, ne yaptıklarını bilmezken
birbirleriyle bir şeyler yapmış olmalarıydı. İşte bu yüzden bu
konuda aşırı gergindiler. Ruth haklı mıydı bilmiyorum, ama
birine “şemsiye” demek kavga sebebiydi.
Bunları kendi aramızda tartışırken –bunu da sonsuzca
yapıyorduk– gözetmenlerimizin cinsel ilişkiye girmemizi
isteyip istemediklerine karar veremiyorduk. Bazıları onların
bunu istediğini düşünüyordu, ama hep yanlış yerde ve
zamanda yaptığımız için bizler kabahatliydik. Hannah’ya
göre, sevişmenin görevimiz olduğunu düşünüyorlardı, yoksa
ileride iyi organ bağışlayıcılar olamazdık. Ona göre, cinsel
ilişkiye girmeye devam etmezsek böbrek ve pankreaslarımız
iyi çalışmazdı. Bir başkası, gözetmenlerimizin “normal”
olduğunu unutmamamız gerektiğini söyledi. Bu yüzden seks
konusunda tuhaf davranıyorlardı. Onlara göre seks, bebek
yapmak içindi, çocuk sahibi olamayacağımızı bilseler de,
cinsel ilişkiye girmemiz onları rahatsız ediyordu, çünkü içten
içe çocuk sahibi olamayacağımıza inanamıyorlardı.
Annette B.’nin teorisi farklıydı: Gözetmenlerimiz, bizim
birbirimizle cinsel ilişkiye girmemizden rahatsızdılar, çünkü
bizi görünce kendileri de bizimle sevişmek istiyorlardı.
Özellikle Bay Chris kızlara o gözle bakıyor, diyordu. Laura,
Annette’e asıl Bay Chris’le sevişmek isteyenin kendisi
olduğunu söyledi. Hepimiz buna çok güldük, çünkü Bay


Chris’le cinsel ilişkiye girme düşüncesi hem saçma hem de
mide bulandırıcı geldi bize.
Bence en akla yatkın teori, Ruth’un ortaya koyduğuydu.
“Bize seksi Hailsham’dan sonraki hayatımız için
öğretiyorlar,” dedi. “Doğru bilgiler edinmemizi istiyorlar,
sevdiğimiz biriyle ve hastalık filan kapmadan cinsel ilişkiye
girmemizi istiyorlar. Ama buradan ayrıldıktan sonra
yapmamızı istiyorlar. Burada kimseyle ilişkiye girmemizi
istemiyorlar, çünkü onların başlarına iş açar.”
Yine de, bence seks yapmaktan çok seks hakkında
konuşuyordu insanlar. Kucaklaşmalar ve kırıştırmalar
oluyordu belki, çiftler seviştiklerini ima ediyorlardı. Ama
şimdi geriye dönüp baktığımda, gerçekten ne kadar
yapılıyordu merak ediyorum. Yaptıklarını söyleyen herkes
yapsaydı, Hailsham’da her tarafta; sağda, solda, ortalıkta
sevişen çiftler görürdünüz.
Hatırladığım kadarıyla, birbirimizin iddialarını
sorgulamamak gibi gizli bir kuralımız vardı. Mesela, başka
bir kız hakkında konuşurken Hannah gözlerini devirip,
“Bakire,” diye mırıldanırsa –yani, “Biz kesinlikle bakire
değiliz, ama o bakire, başka ne olacaktı?” anlamında– ona:
“Sen kimle yaptın? Ne zaman? Nerede?” diye soramazdık.
Hayır, sadece anlıyormuş gibi başımızla onaylardık, hepsi bu.
Sanki hepimizin cinsel ilişkide bulunmak için gittiği bir tür
paralel evren vardı.
O dönemde, çevremden duyduğum bu tür iddiaların tutarlı
olmadığının farkına varmıştım. Yine de, yaz yaklaştıkça
kendimi giderek dışlanmış ve tuhaf biri gibi hissetmeye
başladım. Birkaç yıl önce “yaratıcı olmak” neyse, şimdi seks
aynı şeydi. Hâlâ yapmayanların artık yapması gerekiyordu,
hem de çabucak. Benim durumumda olay daha da


karmaşıklaşıyordu, çünkü en yakın iki kız arkadaşım
kesinlikle cinsel ilişkiye girmişti. Laura, Rob D. ile
sevişmişti, hiçbir zaman gerçek bir çift olmamalarına rağmen.
Ruth da Tommy ile.
Bütün bunlara rağmen, çok uzun süredir bekliyor, Bayan
Emily’nin nasihatini kendi kendime tekrarlıyordum: “Bu
deneyimi gerçekten paylaşmak istediğiniz biri yoksa,

Yüklə 1,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə