Beni Asla Bırakma


partneri olmayan tek kişinin Tommy olduğunu herkes



Yüklə 1,25 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə3/17
tarix30.03.2022
ölçüsü1,25 Mb.
#84880
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17
Kazuo Ishiguro- Beni Asla Bırakma


partneri olmayan tek kişinin Tommy olduğunu herkes
görüyordu. İyi bir koşucuydu, kendisiyle diğerleri arasındaki
mesafeyi hemen on on beş metreye kadar çıkarabiliyor, belki
de bu sayede kimsenin onunla koşmak istemediğini
gizleyebileceğini düşünüyordu. Bunların yanı sıra, neredeyse
her gün ona yapılan eşek şakaları kulaktan kulağa
dolaşıyordu. Çoğu bildik şeylerdi –yatağından çıkan garip
şeyler, sabah kahvaltısında yediği mısır gevreğinin içindeki
solucan–, ama bir kısmı anlamsızca çirkindi; klozeti diş
fırçasıyla temizlemeleri ve böylece Tommy’nin fırçasının
bokla kaplanmış olduğunu görmesi gibi. Boyu ve gücü –
sanırım bir de asabiyeti– nedeniyle kimse ona fiziksel
saldırıda bulunmaya cesaret edemiyordu, ama hatırladığım


kadarıyla, en az iki ay boyunca bu tür olaylar sürdü gitti.
Eninde sonunda birisi, artık yeter, fazla ileri gittik diyecek
sandım, ama hiçbir şey değişmedi ve kimse bir şey demedi.
Bir keresinde ben bir şeyler söylemeyi denedim,
yatakhanede ışıklar söndürüldükten sonra. Büyükler’deyken
her yatakhanede altışar kişi kalıyorduk, bu yüzden kendi
küçük grubumuz oluşmuştu, en gizli konuşmalarımızı
karanlıkta uykuya dalmadan önce yapardık. Başka hiçbir
yerde, spor çadırında bile sözünü edemeyeceğimiz konuları
bu zamanlarda konuşurduk. Böylece bir gece, Tommy
konusunu açtım. Fazla bir şey söylemedim; sadece ona
yapılanları özetledim ve bunları gerçekten hak etmediğini
söyledim. Konuşmamı bitirdiğimde, tuhaf bir sessizlik bir
süre karanlıkta asılı kaldı, derken fark ettim ki hepsi Ruth’un
tepkisini bekliyor; ne zaman tedirgin edici bir konu açılsa
böyle olurdu. Beklemeye devam ettim, sonra Ruth’un yattığı
taraftan bir iç çekiş sesi duydum, dedi ki:
“Bir konuda haklısın Kathy. Bu yapılanlar hoş değil. Ama
eğer durmalarını istiyorsa, kendi davranışlarını değiştirmeli.
İlkbahar Takası’na hiçbir şey getirmedi. Ya gelecek ay için bir
şey hazırlıyor mu? Eminim hiçbir şey yapmıyor.”
Bu noktada, Hailsham’daki Takaslar’ı biraz açıklamam
gerekir. Yılda dört kez –ilkbahar, yaz, sonbahar ve kışın– bir
tür büyük sergi düzenlenirdi; son Takas’tan beri, üç aydır
yarattığımız şeyleri sergiler ve satardık. Resimler, çizimler,
çanak çömlek, o günlerde en moda olan şeyler neyse –ezilmiş
teneke kutular belki ya da kartona yapıştırılmış şişe
kapakları– onlardan yaptığımız türlü çeşit “heykeller”.
Sergiye verdiğiniz her parça için Takas Kuponları alıyordunuz
–gözetmenler başyapıtlarınıza değer biçiyorlardı–, sonra
Takas’ın yapıldığı gün kuponlarınızı getirip beğendiğiniz


şeyleri “satın alıyordunuz”. Kural gereği sadece kendi
yılınızdan olan öğrencilerden bir şeyler satın alabiliyordunuz,
ama bu bile bize yeterince seçenek sağlıyordu, çünkü
çoğumuz üç aylık sürede oldukça üretken olabiliyorduk.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, Takaslar’ın bizim için
neden bu kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. Bir
kere, bunlar, Satışlar dışında –Satışlar başka bir şeydi, daha
sonra anlatacağım– kendi kişisel eşya koleksiyonumuzu
oluşturmanın tek yoluydu. Diyelim ki, yatağınızın etrafındaki
duvarları süslemek ya da odadan odaya taşınırken çantanıza
atıp taşıyabileceğiniz, masanızın üzerine koyabileceğiniz bir
şeyler istediniz, bunları Takas’ta bulabilirdiniz. Şimdi şunu da
görebiliyorum; Takaslar çok ince bir şekilde hepimizi
etkiliyordu. Bir düşünün, kendi özel hazineniz olabilecek
şeyleri üretmek için birbirinize bağlı olmak; bu, ilişkilerinizi
mutlaka etkileyecektir. Şu Tommy meselesi tipik bir
durumdu. Çoğu zaman, Hailsham’da hakkınızda ne
düşünüldüğü, ne denli sevildiğiniz ve saygı gördüğünüz,
“yaratmakta” ne kadar başarılı olduğunuza bağlıydı.
Birkaç yıl önce Dover’daki nekahet merkezinde ona
baktığım süre içinde, Ruth’la ben sık sık böyle şeyleri
hatırladığımızı fark ettik.
Bir keresinde, “Birbirimizin çalışmalarına değer
vermemiz teşvik ediliyordu orada, Hailsham’ı özel kılan
şeylerden biri de buydu,” dedi.
“Doğru söylüyorsun,” dedim. “Ama bazen, şimdi
Takaslar’ı tekrar düşündüğümde, büyük bir bölümü bana çok
garip görünüyor. Şiirleri düşünelim mesela. Çizim ya da resim
yerine şiirle katılmamıza izin vardı. Tuhaf olan şu ki, hepimiz
bunu normal karşılıyorduk, bir anlamı var sanıyorduk.”
“Neden olmasın? Şiir önemlidir.”


“Ama dokuz yaşındakilerin yazdıklarından bahsediyoruz,
kısa komik dizelerden, bir sürü yazım hatasından, karalama
defterlerinden. Değerli kuponlarımızı, yataklarımızın etrafına
koyabileceğimiz hoş şeyler yerine, içi bir sürü ıvır zıvırla dolu
karalama defterlerine harcıyorduk. Birinin şiirlerini bu kadar
merak ediyorsak, niye şiirlerini herhangi bir gün ödünç alıp
da kendi defterlerimize kopyalamıyorduk ki? Ama nasıldı,
hatırlarsın. Takas günü gelirdi ve orada durup Susie K.’nin
şiirlerini mi, yoksa Jackie’nin yaptığı zürafaları mı
alacağımıza karar vermeye çalışırdık.”
Ruth gülerek, “Jackie’nin zürafaları ne kadar güzeldi,”
dedi. “Bende bir tane vardı.”
Bu konuşmayı, güzel bir yaz akşamı, onun nekahet
odasının küçük balkonunda otururken yapıyorduk. İlk
bağışından birkaç ay sonraydı, en zor kısmını atlatmıştı ve
dışarıda en az yarım saat oturmuş olalım, çatıların üstünden
gün batımını seyredelim diye akşam ziyaretlerimi o saatte
yapardım. Bir sürü uydu anteni ve çanağı görürdük, bazen de
uzakta, tam karşımızda parıldayan çizgiyi, denizi. Madensuyu
ve bisküvi getirirdim, balkona oturur, aklımıza ne gelirse
ondan konuşurduk. Ruth’un o sırada kaldığı merkez benim en
sevdiğim merkezlerden biriydi, sonunda ben de kendimi
orada bulsam hiç üzülmeyecektim. İyileşme odaları küçüktür,
ama iyi tasarlanmış ve konforludurlar. Her şey –duvarlar,
zemin– parlak beyaz fayanslarla kaplanmıştır, merkez bunları
o kadar temiz tutar ki, içeri adım atınca bir aynalar salonuna
girmiş gibi olursunuz. Tabii ki, kendi yansımanızı
görmüyordunuz, ama neredeyse böyle olduğunu
sanıyordunuz. Bir kolunuzu kaldırdığınızda ya da birisi
yatağında doğrulduğunda, etrafınızdaki fayanslarda bu
hareketin soluk, gölgeli yansımasını görebiliyordunuz. Her


neyse, Ruth’un bu merkezdeki odasında ayrıca büyük camlı,
sürmeli kapılar vardı, bu sayede yattığı yerden dışarıyı
kolayca görebiliyordu. Ruth başını yastığa dayamışken bile
göğü geniş geniş görebiliyor, hava yeterince ılıksa balkona
çıkıp istediği kadar temiz hava alabiliyordu. Onu orada
ziyaret etmekten çok hoşlanıyordum, dallanan budaklanan
sohbetlerimizi seviyordum. Yazdan sonbaharın başına kadar
balkonda birlikte oturmak, Hailsham’dan, Kulübeler’den ya
da aklımıza ne gelirse ondan konuşmaktan hoşlanıyordum.
“Dediğim şu,” diye devam ettim, “biz o yaşlardayken,
diyelim ki on birken, birbirimizin şiirlerini aslında hiç merak
etmiyorduk. Ama hatırlasana, Christy gibi biri söz konusu
olunca? Christy iyi şiir yazmakla ünlüydü ve hepimiz ona
hayranlık duyuyorduk. Sen bile, Ruth. Christy’ye hiç
patronluk taslamıyordun. Bunun tek nedeni, çok iyi şiir
yazdığını sanmamızdı. Ama şiir hakkında hiçbir şey
bilmiyorduk. Umurumuzda değildi. Çok tuhaf.”
Ama Ruth ne demek istediğimi anlamadı, belki de bilerek
anlamazdan geliyordu. Belki hepimizi olduğumuzdan daha
olgun ve bilgili hatırlamak istiyordu. Veya konuşmanın
nereye gittiğini anlamıştı ve o yöne gitmemizi istemiyordu.
Her neyse, derin derin iç çekti ve:
“Hepimiz Christy’nin şiirlerini çok beğeniyorduk,” dedi.
“Ama merak ediyorum, acaba bugün de kulağımıza aynı
gelirler mi? Keşke burada yanımızda birkaç şiir olsaydı, şimdi
ne düşünürdük merak ediyorum.” Sonra güldü ve: “Peter
B.’nin bazı şiirleri hâlâ bende,” dedi. “Bu çok daha sonraydı,
Büyükler 4’teyken. Ondan hoşlanıyordum herhalde. Yoksa bu
şiirleri niçin almışım, hiçbir fikrim yok. O kadar kötüler ki,
hasta ederler insanı. Kendini çok ciddiye alıyormuş. Ama
Christy’nin şiirleri iyiydi, öyle hatırlıyorum. Tuhaftır, resim


derslerine başladığı anda şiiri unuttu. Gerçi resimde hiç o
kadar iyi olmadıydı.”
Şimdi Tommy’ye döneyim. Ruth’un yatakhanemizde
ışıklar söndürüldükten sonra söyledikleri –Tommy’nin bütün
sorunlarının kendisinden kaynaklandığı hakkında–, o sırada
Hailsham’daki neredeyse herkesin düşüncelerinin özetiydi.
Ruth söyleyeceğini söylediği zaman, Tommy’nin bile isteye
denemeyi bırakmış olduğu düşüncesinin geçmişten beri,
Küçükler’deyken bile konuşulduğunu fark ettim. Sonra,
Tommy’nin başına gelenlerin, sadece geçen birkaç hafta ya da
ay değil, yıllardır sürmekte olduğunu ürpererek anladım.
Tommy’yle bu konuda yakın geçmişte konuşmuştuk ve
sorunlarının nasıl başladığına dair söyledikleri, o gece
düşündüklerimi teyit etti. Ona göre, her şey bir öğleden sonra
Bayan Geraldine’in sanat dersinde başlamıştı. O güne kadar
resim yapmaktan hep hoşlanmış olduğunu söyledi bana
Tommy. Ama o gün, Bayan Geraldine’in dersinde Tommy
kendine has bir suluboya resim yapmıştı –yüksek çalılıklar
arasında duran bir fil– ve her şeyi başlatan da buydu. Bu
resmi bir tür şaka olarak yaptığını söyledi. Onu bu konuda
epey sorguladım. Sanırım gerçek şu ki, o yaşlarda çoğu çocuk
böyle yapar; belirli bir nedeniniz yoktur, sadece yaparsınız
aklınıza geleni. Yaparsınız, çünkü güldüreceğinizi sanırsınız
ya da bir tepki yaratacak mı diye merak edersiniz. Daha sonra
yaptıklarınızı açıklamanız istendiğinde hiçbir manası yokmuş
gibi gelir. Hepimiz böyle şeyler yaptık. Tommy olanları
tamamen bu şekilde açıklamadı, ama eminim böyle olmuştu.
Her neyse, o fili çizdi, kendisinden üç yaş küçük bir
çocuğun yapacağı türden bir resimdi. Yapması yirmi dakika
sürmemişti. Gerçekten de güldü herkes, ama beklediği şekilde
gülmediler. Bu durum bile bir şeylere yol açmayabilirdi –


büyük ironi de bu sanırım–, tabii Bayan Geraldine o gün
sınıfta olmasaydı.
Bayan Geraldine, o yaştayken hepimizin en sevdiği
gözetmendi. Nazikti, yumuşak bir tavırla konuşur, ne zaman
ihtiyacımız olsa bizi rahatlatırdı; kötü bir şey yapmış olsak ya
da başka bir gözetmen tarafından azarlanmış olsak bile,
içimizden birini azarlamak zorunda kaldıysa, sanki ona bir
şey borçluymuş gibi, sonraki birkaç gün fazladan ilgi
gösterirdi. O gün sanat dersine Bay Robert’ın ya da
başgözetmen Bayan Emily’nin değil de Bayan Geraldine’in
girmiş olması Tommy için bir talihsizlikti. Öbür ikisinden biri
olsaydı, Tommy biraz azar işitir, karşılığında dudağını büker,
öbür çocuklar Tommy’nin resmini en kötü ihtimalle
beceriksiz bir şaka gibi görüp geçerdi. Hatta bazı öğrenciler
ona tam bir palyaço gözüyle bakabilirlerdi. Ama Bayan
Geraldine, Bayan Geraldine olduğu için, işler böyle gitmedi.
Bunun yerine, kadın resme büyük bir şefkat ve anlayışla
baktı. Diğer çocukların Tommy’ye sataşacağını tahmin ettiği
için, daha da ileri gitti ve resimde gerçekten övecek şeyler
bulmaya başladı, resmi sınıfa gösterdi. Çocukların Tommy’ye
duyduğu öfkeyi tetikleyen buydu.
Tommy, “Biz odadan çıktıktan sonra, onların ilk kez
hakkımda konuştuklarını duydum. Onları duyuyor olmam da
hiç umurlarında olmadı,” demişti.
Benim tahminim şöyle; fili yapmasından bir süre önce,
Tommy sınıftan geri kaldığını düşünmeye başlamıştı.
Özellikle de resimlerinin kendinden küçük çocukların yaptığı
türden olduğunu düşünüyordu ve bilerek çocuksu resimler
yaparak bunu mümkün olduğunca gizlemeye çalışıyordu.
Ama fil resmini yaptıktan sonra her şey ortaya dökülmüş ve
artık herkes onun bir sonraki resmini beklemeye başlamıştı.


Bir müddet çaba gösterdi, ama ne zaman bir resme başlasa
hemen laf atmalar ve kıkırdamalar duyuluyordu. Aslında, o ne
kadar uğraşırsa, çabalarının daha da gülünesi bir hal aldığı
ortaya çıktı. Böylece çok süre geçmeden, Tommy başta
yaptığı gibi savunmaya geçti, kasten çocuksu çalışmalar, hiç
umurunda olmadığını belirttiği resimler üretti. Ondan sonra
durum giderek kötüleşti.
Bir müddet, sadece sanat dersleri sırasında acı çekmek
zorunda kaldı ama bu da yeterliydi tabii, çünkü Küçükler’de
sanat derslerimiz çok sık ve uzundu. Sonra olay büyümeye
başladı. Oyunlarda dışlandı, oğlanlar yemekte yanına
oturmayı reddetti ya da gece yatakhanede ışıklar
söndürüldükten sonra, onun söylediği şeyleri duymazdan
gelmeye başladılar. Başlarda çok insafsız değillerdi. Aylar
geçer, hiçbir olay olmaz, Tommy her şey geride kaldı sanırdı;
derken kendisinin –ya da düşmanlarından biri olan Arthur
H.’nin– yaptığı bir şey bütün olayları yeniden tetiklerdi.
Esas büyük öfke nöbetlerinin ne zaman başladığını
hatırlayamıyorum. Tek hatırladığım, Tommy’nin her zaman
asabi bir yanı olduğu, Bebekler’deyken bile. Ama bana,
sataşmalar arttıktan sonra kolayca öfkelenmeye başladığını
söyledi. Her neyse, asıl onun bu öfke nöbetleri insanları
kışkırtıyor, olayları tırmandırıyordu. Sözünü ettiğim zaman
diliminde de –Büyükler 2’de, 13 yaşında olduğumuz yaz– ona
yapılan eziyetler had safhadaydı.
Sonra tacizler bıçak gibi kesildi, tek bir gecede değil, ama
hızlı bir şekilde durdu. Dediğim gibi, o sıralarda olayları
yakından izliyordum, bu sayede işaretleri herkesten önce fark
ettim. Belki bir ay, belki biraz daha uzun süren bir dönemle
başladı değişim; eşek şakaları oldukça seri bir şekilde devam
ediyordu, ama Tommy tepki vermemeye başlamıştı. Bazen


sinirlenmesine ramak kaldığını görebiliyordum, ama bir
şekilde kendini kontrol ediyor, sadece omuz silkiyor ya da
yapılanları fark etmemiş gibi davranıyordu. Önceleri bu
tepkisizliği hayal kırıklığı yarattı, belki de insanlar,
beklediklerini vermediği için ona içerlemeye başlamışlardı.
Sonra yavaş yavaş sıkılmaya başladılar ve sataşmayı yarı
gönülsüzce sürdürdüler, derken bir gün neredeyse bir haftadır
hiç olay çıkmadığını fark ettim.
Bu tek başına çok önemli bir şey olmayabilirdi, ama ben
başka değişimler de görmüştüm. Küçük şeyler; mesela
Alexander J. ve Peter N.’yi avluda Tommy’yle birlikte
gördüm, spor sahasına doğru sohbet ederek yürüyorlardı,
onun adı geçtiği zaman insanların ses tonu belirgin biçimde
değişiyordu. Bir keresinde de, öğleden sonraki teneffüsün
sonunda, Güney Oyun Sahası’na yakın çimenlerin üstünde
grup halinde oturuyorduk. Sahada oğlanlar her zamanki gibi
futbol oynuyorlardı. Konuşmalara katılıyordum, ama bir
gözüm, oyunun merkezinde olduğunu fark ettiğim
Tommy’deydi. Bir ara tökezledi, sonra toparlandı, topu
yerleştirip serbest vuruşu kendi yapmaya hazırlandı. Oğlanlar
beklenti içinde etrafa dağıldıkları sırada Arthur H.’ye –
Tommy’nin en büyük işkencecilerinden biri– baktım,
Tommy’nin birkaç adım gerisinde durup onu taklit etmeye
başladı, Tommy’nin topun başında elleri belinde duruşunun
aptalca bir versiyonunu yapıyordu. Dikkatle izledim, diğer
oğlanların hiçbiri Arthur’a uymadı. Hepsi onu görmüş
olmalıydı, çünkü bütün gözler topa vurmaya hazırlanan
Tommy’nin üzerindeydi ve Arthur da onun tam arkasında
duruyordu; ama hiç kimse ilgilenmedi. Tommy topu
çimenlerin üstünden aşırdı, oyun devam etti ve Arthur H.
başka bir denemede bulunmadı.


Bu gelişmelerden mutluluk duyuyordum, ama aynı
zamanda hayretler içinde kalmıştım. Tommy’nin
çalışmalarında hiçbir değişiklik yoktu; “yaratıcılık”
konusunda ünü her zamanki gibi yerlerde sürünüyordu. Öfke
nöbetlerinin sona ermesinin ona büyük faydası olduğunu
görüyordum, ama asıl kilit noktanın üstüne parmak basmak
daha zordu. Tommy’nin kendisiyle ilgili bir şey vardı –
hareketleri, insanların yüzüne dosdoğru bakıp açıkça, iyi
huylu bir şekilde konuşması–, eskisinden farklıydı, bunun
sonucunda etrafmdakilerin de ona karşı davranışları
değişmişti. Ama bütün olanlara ne sebep olmuştu, belli
değildi.
Hayret etmiştim ve baş başa konuşma fırsatı çıktığında
konuyu deşmeye karar verdim. Beklediğim fırsatın çıkması
uzun zaman almadı, öğle yemeği sırasına girdiğimde
Tommy’nin benden birkaç kişi önde olduğunu gördüm.
Kulağa garip gelebilir, ama Hailsham’da öğle yemeği
kuyruğu özel konuşma yapılabilecek en iyi yerlerden biriydi.
Büyük Salon’daki akustikle alakalı bir şeydi; bütün o uğultu
arasında ve yüksek tavanlar altında, sesinizi yükseltmediğiniz,
birbirinize çok yakın durduğunuz sürece ve komşularınız
kendi aralarında sohbete dalmışsa, konuştuklarınızı
başkalarının duyma şansı yoktu. Zaten seçeneklere boğulmuş
değildik. “Sessiz” yerler çoğunlukla en kötü olanlardı, çünkü
büyük olasılıkla konuşulanlara kulak misafiri olacak biri
mutlaka geçerdi. Gizlice konuşmak için bir köşeye çekilmeye
çalıştığınız an, birkaç dakika içinde bütün okul bunun farkına
varır ve hiç şansınız kalmazdı.
Bu nedenle, Tommy’yi birkaç kişi önümde gördüğüm
zaman, el sallayarak yanıma çağırdım; sırada kural öne
geçmemekti, arkaya geçmeye izin vardı. Mutlulukla


gülümseyerek yanıma geldi, kısa bir süre hiç konuşmadan
durduk; tuhaf hissettiğimizden değil, Tommy’nin arkaya
geçmesinin etrafımızdakilerde yarattığı merakın azalmasını
bekliyorduk. Sonra ona dedim ki:
“Bugünlerde çok daha mutlu görünüyorsun, Tommy. Her
şey lehine gidiyor sanki.”
“Senin gözünden hiçbir şey kaçmıyor değil mi, Kath?”
Bunu söylerken alaycı değildi kesinlikle. “Evet, her şey
yolunda, iyiyim.”
“Ne oldu peki? Tanrıyı falan mı buldun yoksa?”
“Tanrı mı?” Tommy bir an şaşırdı. Sonra güldü ve, “Ha
anladım. Benim artık... öfkelenmememden söz ediyorsun,”
dedi.
“Sadece bu da değil, Tommy. Olayları kendi lehine
döndürdün. Seni izliyordum. Bu nedenle soruyorum.”
Tommy omuz silkti. “Sadece biraz büyüdüm sanırım.
Belki de herkes büyüdü. Her dakika aynı şeyi yapmak çok
sıkıcı. Sıkıcı olmaya başlıyor.”
Hiçbir şey söylemedim, yüzüne bakmaya devam ettim. Ta
ki o küçük bir kahkaha atıp konuşana dek: “Kath, ne kadar
meraklısın. Tamam, peki, sanırım bir şey oldu. İstersen sana
anlatabilirim.”
“Anlat o halde.”
“Sana anlatacağım, ama başkalarına söylemeyeceksin,
tamam mı? İki ay önce Bayan Lucy’yle konuştuk. Ondan
sonra kendimi çok daha iyi hissetmeye başladım. Açıklaması
zor. Ama o bir şey söyledi ve sonra kendimi iyi hissetmeye
başladım.”
“Ne dedi peki?”
“Şey... Şu var ki, kulağa biraz garip gelebilir. Başta bana
da garip geldi. Dedi ki, yaratıcı olmak istemiyorsam, eğer


gerçekten böyle hissediyorsam, bunda hiç sorun yokmuş.
Bunda yanlış bir şey yok, dedi.”
“Böyle mi dedi?”
Tommy başıyla onayladı, ama ben bakışlarımı başka yöne
çevirmiştim bile.
“Bu çok saçma Tommy. Aptalca oyunlar oynayacaksan,
hiç vaktimi harcayamam.”
Gerçekten kızmıştım, çünkü bana yalan söylediğini
düşünüyordum, üstelik tam da onun güvenini kazanmaya
hakkım olduğu sırada. Birkaç sıra arkada tanıdığım bir kızın
durduğunu fark edip yanına gittim, Tommy’yi orada öylece
bıraktım. Şaşırdığını ve kırıldığını görüyordum, ama onun
için üzüldüğüm, onu merak ettiğim onca aydan sonra ihanete
uğradığımı hissediyordum ve kendini nasıl hissettiği
umurumda değildi. Arkadaşımla sohbet etmeye başladım –
sanırım Matilda’ydı–, mümkün olduğunca neşeli davranmaya
çalıştım, sırada beklediğimiz süre boyunca Tommy’den tarafa
hemen hiç bakmadım.
Ama tepsimi masalara doğru taşırken Tommy arkamdan
geldi ve hızla dedi ki: “Kath, seni kandırmaya çalışmıyordum,
böyle düşünme lütfen. Gerçekten dediğim gibi oldu. Bana bir
şans verirsen sana anlatacağım.”
“Saçmalama Tommy.”
“Kath, sana anlatacağım. Öğle yemeğinden sonra gölün
kıyısında olacağım. Gelirsen sana anlatırım.”
Ona suçlayıcı bir ifadeyle bakıp cevap vermeden
ilerledim, ama sanırım Bayan Lucy hakkında yalan
uydurmadığını düşünmeye başlamıştım. Arkadaşlarımın
yanına oturduğumda, yemekten sonra kimseyi
meraklandırmadan göle nasıl gideceğimi planlıyordum.


Üçüncü Bölüm
Göl, evin güneyindeydi. Oraya gitmek için arka kapıdan
çıkar, dar ve kavisli patikada, sonbaharın ilk zamanlarında
bile yolunuzu kesen eğreltiotlarına basa iteleye yürürdünüz.
Ya da, ortalıkta hiçbir gözetmen görünmüyorsa, ravent
tarhından geçen kestirme yoldan giderdiniz. Her neyse, gölde
sizi ördekler, sukamışları ve göl yosunlarıyla dingin bir
atmosfer bekliyor olurdu. Ama konuştuklarınızı kimse
duymasın istiyorsanız burası uygun bir yer değildi; öğle
yemeği sırası daha iyi bir seçimdi. Bir kere, burası ana
binadan rahatlıkla görünüyordu. Ayrıca sesinizin göl suyunun
üzerinden nerelere vardığını kestirmek kolay değildi, kulak
misafiri olmak isteyen varsa, dış taraftaki yolu takip edip
gölün öte yakasındaki çalılıkların arkasına saklanması
yeterliydi. Öğle yemeği sırasındaki sohbeti kısa kesen ben
olduğum için, bu durumdan en iyi şekilde yararlanmam
gerekiyordu. Ekim ayının ortalarındaydık, ama o gün güneş
parlıyordu. Soran olursa, amaçsızca yürüyüşe çıktığımı ve
Tommy’ye tesadüfen rastladığımı söyleyebilirdim.
Belki de bu izlenimi yaratmaya önem verdiğimden –oysa
beni izleyen var mı bilmiyordum–, göl kıyısına yakın büyük
ve düz kayanın üstünde Tommy’yi gördüğümde, önce yanına
oturmadım. Cuma ya da hafta sonu olmalıydı, çünkü kendi
kıyafetlerimizi giyiyorduk. Tommy’nin üzerinde ne vardı tam


hatırlamıyorum –büyük olasılıkla serin havalarda giydiği
yırtık pırtık futbol formalarından biri olmalı–, ama benim
üzerimde Büyükler 1’deyken Satışlar’dan aldığım önden
fermuarlı, koyu kızıl kahverengi eşofmanım olduğuna
eminim. Tommy’nin yanından dolaştım ve sırtımı göle verip
eve doğru döndüm, böylece pencerelerde toplanmaya
başlayan olursa görebilecektim. Birkaç dakika havadan sudan
konuştuk, sanki yemek sırasındaki tartışma hiç olmamış gibi.
Tommy’yi ya da bizi izleyenler varsa onları aldatmak için
miydi bilmiyorum, ama geçerken durmuş gibi yapmaya
devam ettim, hatta bir ara yoluma devam edecekmiş gibi bir
iki adım attım. O anda Tommy’nin paniklediğini gördüm ve
istemeden de olsa canını sıktığım için hemen pişman oldum.
Bu nedenle, sanki birden hatırlamış gibi konuştum:
“Bu arada, sabah bana ne diyordun?” dedim. “Bayan Lucy
sana bir şey mi anlatmıştı, neydi?”
“Ah...” Tommy gözlerini benden uzaklaştırıp göle baktı.
Sanki tamamen unuttuğu bir konuyu açmışım gibi
davranmıştı. “Bayan Lucy. Ah, evet şu konu.”
Bayan Lucy, görünüşü aldatsa da, Hailsham’daki en
sporsever gözetmenlerden biriydi. Tıknaz, neredeyse buldoğa
benzer bir figürü vardı. Tuhaf siyah saçları dosdoğru yukarı
uzar, kulaklarını ya da kalın ensesini örtmezdi. Ama
gerçekten güçlü kuvvetliydi ve formu yerindeydi.
Büyüdükten sonra bile, koşularda ona yetişemezdik; oğlanlar
bile. Hokeyde harikaydı. Büyükler’deki oğlanlarla bile futbol
oynayabiliyordu. Bir keresinde hatırlıyorum, topu sahada
sürerken James B. ona çelme takmaya çalışmış, sonuçta yere
yuvarlanan kendisi olmuştu. Küçükler’deyken mutsuz
olduğumuzda yanına koştuğumuz Bayan Geraldine gibi biri
olmamıştı Bayan Lucy. Aslında daha küçükken, bizimle


hemen hiç konuşmazdı. Onun canlı tarzını ancak Büyükler’e
geçtikten sonra takdir etmeye başladık.
Tommy’ye, “Bir şey anlatıyordun,” dedim. “Bayan Lucy
sana yaratıcı olmak zorunda değilsin mi demiş...”
“Öyle bir şey söyledi. Sıkılmana gerek yok dedi.
Başkalarının dediklerine aldırma, dedi. İki ay oldu bunları
bana söyleyeli. Belki de daha çok olmuştur.”
İleride, evde, Küçükler’den birkaçı üst pencerelerden
birinde durmuş bizi seyrediyorlardı. Ama ben artık rol
yapmayı bırakmış ve Tommy’nin yanına çömelmiştim.
“Tommy, bu söylediğin çok komik. Onun dediklerini
anladığına emin misin?”
“Tabii ki anladım.” Sesini aniden alçalttı. “Sadece bir kez
demedi ki. Odasındaydık, bu konuda uzun uzun konuştu
benimle.”
Bayan Lucy’nin Sanat dersinden hemen sonra onu
odasına çağırdığını anlattı, Tommy. Daha çok çalışması
gerektiği konusunda nasihat dinleyeceğini sanmıştı yeniden;
daha önce, Bayan Emily dâhil olmak üzere birçok farklı
gözetmenden dinlediği gibi. Ama evden limonluğa yürürken –
gözetmenlerin odaları oradaydı– Tommy bu sefer farklı şeyler
olacağını hissetmeye başlamıştı. Nihayet Bayan Lucy’nin
rahat koltuğuna oturduğunda –kadın pencerenin yanında
ayakta durmuştu–, Tommy’den başına gelenleri kendi
gözüyle baştan sona anlatmasını istemişti. Böylece Tommy
anlatmaya başlamıştı. Ama hikâyesinin yarısına gelmeden,
kadın birden araya girmiş ve konuşmaya başlamıştı. Yaratıcı
olmak konusunda zorlanan çok öğrenci tanıdığını söylemişti
Bayan Lucy. Resim, çizim, şiir; her biri zor gelmişti bazı
çocuklara yıllardır. Sonra bir gün bir eşikten geçmiş ve sanki


çiçek açmıştı hepsi. Tommy’nin onlardan biri olması
mümkündü.
Bunları daha önce çok kereler duymuştu Tommy. Ama
Bayan Lucy’nin konuşmasındaki bir şey, kulağını iyice açıp
onu dinlemesine neden oluyordu.
“Biliyordum,” dedi Tommy. “Konuyu bir yere vardırmaya
çalışıyordu. Farklı bir yere.”
Gerçekten de, kadın bir süre sonra Tommy’nin takip
etmekte zorlandığı şeyler söylemeye başlamıştı, ama
söylediklerini tekrarladığı için, Tommy anlamaya başlamıştı.
Yeterince çaba gösteriyorsan, diyordu, ama yine de pek
yaratıcı olamıyorsan, o zaman bir sorun yok, endişelenme.
İster öğrenci, ister gözetmen olsun, hiç kimsenin seni bu
yüzden cezalandırmaya ya da baskı yapmaya hakkı yok.
Senin hiçbir kabahatin yok. Tommy, böyle demeniz iyi ama
herkes kabahati bende buluyor, dediğinde, kadın derin bir iç
çekmiş ve pencereden dışarı bakmıştı. Sonra:
“Sana fazla yardımı olmayabilir,” demişti. “Ama şunu hep
hatırlamalısın: Hailsham’da farklı düşünen en azından bir kişi
var. En azından bir kişi senin iyi bir öğrenci, karşısına çıkan
en iyi öğrencilerden biri olduğunu düşünüyor, boş ver ne
kadar yaratıcı olup olmadığını.”
“Seninle dalga geçmiyordu, değil mi?” diye sordum
Tommy’ye. “Seni örtülü biçimde azarlamıyordu, değil mi?”
“Kesinlikle hayır. Hem...” İlk kez konuştuklarımızın
duyulacağından endişelenmiş göründü ve başını çevirip
omzunun üstünden eve doğru baktı. Penceredeki Küçükler
sıkılıp gitmişlerdi, bizimle aynı devreden birkaç kız spor
binasına doğru yürüyorlardı, ama yine de epey
uzağımızdaydılar. Tommy bana döndü ve neredeyse
fısıldayarak şöyle dedi:


“Hem bunları bana söylerken, titriyordu.”
“Ne demek, titriyordu?”
“Titriyordu. Öfke içindeydi. Bunu görebiliyordum. Çok
kızgındı. Ama içinde bir yerlerde kızgındı.”
“Kime kızıyordu?”
“Bilmiyorum, ama bana değil. Önemli olan da bu!” Güldü
biraz, sonra yeniden ciddileşti. “Kime kızdığını bilmiyorum.
Ama çok öfkeliydi.”
Bacaklarım ağrımaya başladığı için ayağa kalktım. “Bu
çok garip, Tommy.”
“Komik olan şu; onunla konuşmak bana iyi geldi. Çok
yardımcı oldu. Sen de demiştin ya, artık olayların benim
lehimde olduğunu söylemiştin. İşte, bu konuşma sayesinde
öyle oldu. Çünkü daha sonra, onun söylediklerini
düşündüğümde, haklı olduğunu anladım, benim kabahatim
değildi. Tamam, olayları iyi idare edemedim belki, ama içten
içe biliyordum, kabahat benim değildi. İşte farkı yaratan bu
oldu. Ne zaman kendimi kötü hissetsem, onun yakınımdan
geçtiğini görüyorum ya da onun dersinde oluyorum,
konuştuklarımızla ilgili bir şey söylemiyor ama ona
baktığımda bazen beni fark ediyor ve hafifçe başını sallıyor.
Bu da bana yetiyor. Bir şey mi oldu diye sormuştun. İşte olan
bu, Kath. Ama dinle, kimseye tek kelime söyleme, tamam
mı?”
Başımla onayladım ama şunu da sordum:
“Anlatmayacağına dair sana söz mü verdirdi?”
“Hayır, hayır, bana hiçbir konuda söz verdirmedi. Ama
tek kelime söylemeyeceksin. Bana söz vermelisin.”
“Peki.” Spor binasına yürüyen kızlar beni fark edip
durmuş, el sallayıp yanlarına çağırıyorlardı. Onlara el


salladım ve Tommy’ye, “Şimdi gitmeliyim,” dedim. “Daha
sonra tekrar konuşuruz.”
Ama Tommy dediğimi duymazdan geldi. “Bir şey daha
var,” diye devam etti. “Tam anlayamadığım bir şey daha
söyledi. Sana soracaktım. Bize yeterince eğitim verilmediğini
söyledi. Buna benzer bir şey dedi.”
“Yeterince eğitim verilmiyor muymuş? Yani daha da fazla
çalışmamızı mı istiyor?”
“Hayır, bence demek istediği bu değildi. Ama, yani,
bizden söz ediyordu. Bize bir gün neler olacağından
bahsediyordu. Bağışlar ve diğer şeyler.”
“Ama bütün bunlar bize öğretildi,” dedim. “Acaba ne
demek istedi? Bize henüz anlatılmayan şeyler olduğunu mu
sanıyor yoksa?”
Tommy biraz durup düşündü, sonra başını iki yana salladı.
“Bence bunu demek istemedi. Sadece bazı şeylerin bize
yeterince öğretilmediğini düşünüyor. Çünkü bunları bize
kendisi anlatmayı bile düşünmüş.”
“Neyi, tam olarak?”
“Emin değilim. Belki yanlış anlamışımdır, Kath.
Bilmiyorum. Belki bana tamamen farklı bir şey anlatmaya
çalışıyordu, yaratıcı olmamamla ilgili bir şey. Gerçekten
anlamıyorum.”
Tommy, bana cevap verebileceğim umuduyla bakıyordu.
Birkaç saniye düşündüm, sonra konuştum:
“Tommy, hatırlamaya çalış. Öfkeliydi dediğinde...”
“Öfkeli görünüyordu. Sesini yükseltmiyordu, ama
titriyordu.”
“Neyse, tamam. Diyelim ki kızgındı. Peki sana bütün bu
diğer şeyleri anlatmaya başladığında mı öfkelendi? Bağışların
bize yeterince öğretilmediğini söylediğinde mi?”


“Olabilir...”
“Düşün, Tommy. Neden bu konuyu açtı? Senden ve senin
yaratıcılık sıkıntısı çekmenden söz ediyor. Sonra birden başka
konuları açıyor. Ne bağlantı var aralarında? Neden
bağışlardan bahsetmeye başladı? Senin yaratıcı olup
olmamanla ne alakası var bunun?”
“Bilmiyorum. Sanırım bir nedeni olmalı. Belki bir şey
başka bir şeyi hatırlatmıştır. Kath, şu anda sen de bu konuda
heyecanlanmaya başladın.”
Güldüm, çünkü haklıydı: Kaşlarımı çatmış, tamamen
kendi düşüncelerime dalmıştım. Gerçek şu ki, zihnimde aynı
anda bir sürü şey dolaşıyordu. Tommy’nin, Bayan Lucy’le
konuştuklarını anlatması bana bir şeyi, gerçekleştiği sırada
kafamı kurcalamış olan bir dizi şeyi, Bayan Lucy’le ilgili,
geçmişten küçük olayları hatırlatmıştı.
“Sadece şu var ki...” diye yineleyip durdum ve iç çektim.
“Bunu açıkça ifade etmekte zorlanıyorum, kendime bile. Ama
bütün bunlar, yani senin söylediklerin, kafamı karıştıran başka
şeylerle birleşiyor. Bazı şeyleri sürekli düşünüyorum. Mesela
Madam neden gelip bizim en iyi resimlerimizi götürüyor?
Nedeni tam olarak nedir?”
“Galeri için.”
“Ama nerede onun galerisi? Sürekli buraya geliyor ve en
güzel resimlerimizi alıp gidiyor. Onda yığınla resmimiz
olmalı artık. Bayan Geraldine’e, Madam’ın ne zamandan beri
buraya geldiğini sordum, Hailsham’ın kuruluşundan beri,
dedi. Nerede onun galerisi? Neden bizim yaptığımız şeyleri
sergilediği bir galerisi var?”
“Belki satıyordur onları. Orada, dışarıda, her şeyi
satıyorlar.”


Başımı iki yana salladım. “Olamaz. Bayan Lucy’nin sana
söyledikleriyle bağlantılı bir şey var burada. Bizim
hakkımızda, bizim bir gün bağış yapmaya başlamamızla ilgili.
Nedenini bilmiyorum, ama uzun süredir hepsinin birbiriyle
bağlantılı olduğunu hissediyorum, ama nasıl bir bağlantı,
bilmiyorum. Artık gitmeliyim Tommy. Henüz kimseye bir şey
anlatmayalım, konuştuklarımız aramızda kalsın.”
“Evet. Bayan Lucy hakkında sakın kimseye bir şey
söyleme.”
“Ama sana başka şeyler söylerse, bana anlat olur mu?”
Tommy başıyla onayladı, sonra tekrar etrafına bakındı.
“Dediğin gibi, artık gitsen iyi olur Kath. Yoksa biri bizi
duyacak.”
Tommy’yle sözünü ettiğimiz Galeri, küçüklüğümüzden
beri bildiğimiz bir şeydi. Herkes sanki yerini bilirmiş gibi
bahsederdi Galeri’den, ama aslında hiçbirimiz emin değildik
varlığından. Galeri’yi ilk defa ve nasıl duyduğumu
hatırlayamayışım, tipik aslında. Tabii ki, gözetmenlerden
duymamıştık; onlar Galeri hakkında hiç konuşmazdı. Hatta
onların yanında Galeri’den hiç bahsetmememiz gerektiğinin,
bu konuda dile getirilmemiş bir kural olduğunun da
farkındaydık.
Sanırım Galeri, Hailsham öğrencileri arasında nesilden
nesle aktarılan bir konuydu artık. Beş ya da altı yaşındayken,
alçak bir masanın başında Amanda C. ile yan yana
oturduğumuzu, kille oynamaktan ellerimizin nemli ve
yapışkan olduğunu hatırlıyorum. Yanımızda başka çocuklar
ya da bir gözetmen var mıydı hatırlayamıyorum. Tek
hatırladığım, benden bir yaş büyük olan Amanda C.’nin
yaptığıma bakıp: “Bu gerçekten çok güzel Kathy! O kadar
güzel ki! Galeri’ye gireceğine eminim!” demesi.


O yaşta artık Galeri hakkında bilgim vardı demek ki,
çünkü kızın söylediklerini duyunca çok heyecanlanmış ve
kendimle gurur duymuştum. Bir an sonra da kendi kendime,
“Ama bu çok saçma. Henüz hiçbirimizin çalışmaları
Galeri’ye girecek kadar iyi değil,” diye düşünmüştüm.
Büyürken, Galeri hakkında konuşmaya devam ettik.
Birinin çalışmasını övmek istediğimizde: “Galeri’ye girecek
kadar güzel olmuş,” diyorduk. İronik konuşmayı keşfettikten
sonra da gülünecek kadar kötü bir çalışma gördüğümüzde:
“Ah evet! Bu doğruca Galeri’ye girer!” diyorduk.
Peki Galeri’nin varlığına gerçekten inanıyor muyduk?
Bugün, bundan emin değilim. Dediğim gibi, gözetmenlere
Galeri’den hiç söz etmezdik. Şimdi geriye dönüp baktığımda
bana öyle geliyor ki, bu, gözetmenlerin koyduğu bir kural
olmaktan çok, bizim kendi yarattığımız bir kuraldı. On bir
yaşlarındayken olan bir şey aklıma geliyor. Güneşli bir kış
sabahı, 7. Oda’daydık. Bay Rogers’ın dersinden henüz
çıkmıştık, birkaçımız sınıfta kalmış, onunla sohbet ediyorduk.
Sıralarımızda dimdik oturuyorduk, tam olarak ne hakkında
konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama Bay Rogers her zamanki
gibi bizi gülmekten kırıp geçiriyordu. Derken
kıkırdamalarımızın arasında Carole H. “Bununla Galeri’ye
bile girersiniz!” diye bağırdı. Derhal eliyle ağzını kapatıp,
“Ay!” dedi ve odadaki neşeli hava değişmedi, ama Bay
Rogers dâhil hepimizin gözünde, hata yapmıştı. Bir felaket
denemezdi buna; birimizin ağzından bir küfür çıkması ya da
bir gözetmenin lakabının yüzüne söylenmiş olmasıyla aynı
şeydi. Bay Rogers hoşgörüyle gülümsedi. Sanki, “Boş verin,
hiçbir şey duymamış olalım,” der gibiydi.
Bizim için Galeri sisli bir âlem olarak kaldı; ama somut
bir gerçek, Madam’ın yılda genelde iki, bazen de üç dört kere


gelip en iyi işlerimizi seçmesiydi. Ona Madam diyorduk,
çünkü ya Fransız ya da Belçikalıydı –bu konuda tartışma
sürüyordu– ve gözetmenlerimiz de ona Madam diye hitap
ediyordu. Uzun boylu, ince yapılı ve kısa saçlı bir kadındı, o
zaman bize öyle gelmese de, oldukça gençti. Hep tiril tiril bir
gri döpiyes giyerdi, bahçıvanların ve erzak getiren şoförlerin
aksine –neredeyse dışarıdan içeri gelen herkesin aksine–
bizimle hiç konuşmaz, uzaktan, soğuk bir ifadeyle bakardı.
Yıllarca onu kibirli, burnu büyük biri olarak gördük, ama biz
sekiz yaşlarındayken, bir gece Ruth başka bir teori geliştirdi.
“Bizden korkuyor,” diye ilan etti düşüncesini.
Yatakhanede, karanlıkta yatıyorduk. Küçükler’deyken on
beşer kişilik odalarda kalıyorduk, bu yüzden Büyükler’e
geçtikten sonra yapmaya başladığımız gibi özel konuşmalar
geçmiyordu aramızda. Ama o dönemde bile bizim “gruptan”
olan herkesin yatakları yakındı ve geceleri uzun uzun sohbet
etme alışkanlığını kazanmaya başlamıştık.
Birisi, “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. “Bizden niçin
korksun ki? Biz ona ne yapabiliriz?”
“Bilmiyorum,” dedi Ruth. “Nedenini bilmiyorum, ama
bizden korktuğuna eminim. Sadece kibirli olduğunu
sanıyordum ama başka bir şey var, bundan artık eminim.
Madam bizden korkuyor.”
O gece ve sonraki birkaç gün boyunca bu konuyu
aramızda tartışmaya devam ettik. Çoğumuz Ruth’la hemfikir
değildik, ama bu, onun haklı olduğunu kanıtlama isteğini
katlıyordu. Nihayetinde onun bu teorisini, Madam’ın
Hailsham’ı bir sonraki ziyaretinde test etmeye karar verdik.
Madam’ın ziyaretleri hiçbir zaman önceden bildirilmese
de, ne zaman geleceğini üç aşağı beş yukarı biliyorduk.
Gelişinden birkaç hafta öncesinden hareket başlardı:


Gözetmenler işlerimizi; resimler, eskizler, çanak çömlek,
bütün deneme yazılarımız ve şiirlerimizi incelerdi. Bu,
genelde iki hafta kadar sürerdi. Sonunda her Küçükler ve
Büyükler sınıfından seçilen dört ya da beş nesne bilardo
salonuna yerleştirilirdi. Bu dönemde bilardo salonu
kilitlenirdi, ama dışarıdaki terasın alçak duvarının üzerinden,
pencerelerden içeri bakınca, salondaki malzeme yığınının
giderek büyüdüğünü görürdük. Gözetmenler işlerimizi
masaların ve şövalelerin üzerine yerleştirmeye başladığında –
Takaslarımızın minyatür bir versiyonu gibi–, Madam’ın bir
iki gün içinde geleceğini anlardık.
Şimdi sözünü ettiğim o sonbaharda, Madam’ın sadece
hangi gün geleceğini değil, tam tamına hangi saatte geleceğini
de bilmemiz gerekiyordu, çünkü bir ya da iki saatten fazla
kalmazdı. Bu yüzden, çalışmalarımız bilardo salonunda
sergilenmeye başladığı andan itibaren, sırayla nöbet tutmaya
karar verdik.
Bu görev, arazinin yapısı sayesinde kolaylaşıyordu.
Hailsham, her yanında çayırlık tepeler yükselen düz zeminli
bir çukurdaydı. Bu sayede ana binadaki derslik pencerelerinin
hemen hepsinden –hatta spor binasından bile– çayırların
içinden geçip ana kapıya varan uzun ve dar yol rahatça
görülüyordu. Ana kapı binadan epey uzaktı ve bu kapıdan
geçen her araç mıcırlı yoldan, çalıların ve çiçek tarhlarının
arasından geçtikten sonra ana binanın önündeki avluya
ulaşabiliyordu. Bazı günler bu dar yoldan tek bir araba bile
gelmezdi, gelenler de çoğunlukla erzak getiren, bahçıvanı ya
da işçileri taşıyan kamyonet veya kamyonlardı. Ender olarak
araba görüyorduk ve uzaktan görünen bir araba bile bazen
sınıfta patırtı ve şamata çıkmasına neden oluyordu.


O öğleden sonra, Madam’ın arabasının çayırların
arasından geldiğini fark ettiğimizde, rüzgârlı ve güneşli bir
hava vardı, ufukta fırtına habercisi bulutlar toplanmaya
başlamıştı. 9. Oda’daydık –evin ön tarafında birinci katta–,
haber fısıltıyla yayıldı ve bize ders anlatmaya çalışan zavallı
Bay Frank sınıfın niçin birdenbire huzursuzlandığını
anlayamadı.
Ruth’un teorisini test etmek için çok basit bir planımız
vardı; biz –konuyu bilen altı kişi–, bir köşede Madam’ı
gözleyecektik, derken hepimiz aynı anda etrafına arılar gibi
toplaşacaktık. Terbiyeli davranacak ve yolumuza devam
edecektik, ama zamanlamamızı doğru yapar ve onu habersiz
yakalarsak, bizden gerçekten korktuğunu görecektik; Ruth
böyle olacağı konusunda ısrar ediyordu.
En büyük endişemiz, Hailsham’da geçireceği kısa süre
içinde planımızı gerçekleştirecek fırsatı bulamamaktı. Ama
Bay Frank’in dersi bitmek üzereyken, Madam’ın tam aşağıda
arabasını park etmekte olduğunu gördük. Merdivenlerin
başında toplanıp aramızda hızlıca konuştuk ve sınıftaki diğer
öğrencilerin peşi sıra merdivenlerden aşağı inip ana girişin
hemen önünde oyalanmaya başladık. Oradan aydınlık avluyu
görebiliyorduk, Madam hâlâ direksiyonun başındaydı, evrak
çantasını karıştırıyordu. Sonra arabadan çıktı ve bize doğru
yürümeye başladı, gri döpiyesi her zamanki gibi üstündeydi,
evrak çantasını iki eliyle tutuyordu. Ruth’un verdiği işaretle
hepimiz birden güvenli adımlarla, ama sanki bir rüyadaymış
gibi ağır ağır ona doğru yürümeye başladık. Ancak Madam
olduğu yerde aniden kasılıp durduğunda, “Affedersiniz
hanımefendi,” deyip ayrı yönlere dağıldık.
Bir an sonra hepimizin hissettiği tuhaf değişimi asla
unutmayacağım. O ana dek, Madam’la ilgili teorimiz, tam


anlamıyla bir şaka olmasa da, kendi aramızda halletmeye
çalıştığımız özel bir meseleydi. Madam’ın ya da başkalarının
girişimimizi nasıl karşılayacağı konusunda fazla
düşünmemiştik. Yani, o ana kadar, oldukça neşeli, hafif bir bir
konuydu, biraz cesaret gerektiren bir oyun gibiydi. Aslında
Madam tahmin ettiğimizden farklı bir şey de yapmamıştı;
donup kalmış ve yanından geçip gitmemizi beklemişti. Çığlık
atmamış, hatta nefes bile almamıştı. Ama hepimiz onun
tepkisine odaklanmıştık ve belki de bu yüzden çok etkilendik.
Madam durduğu anda hemen yüzüne baktım; diğerleri de
eminim aynısını yapmıştır. Şimdi bile, bastırmaya çalıştığı
ürpertiyi görebiliyorum, içimizden birinin ona kazayla
dokunma ihtimalinden dolayı duyduğu gerçek korkuyu.
Yürümeye devam etsek de, hepimiz aynısını hissettik, sanki
güneşin altında ilerlerken donduran bir gölgeye geçmiştik
birdenbire. Ruth haklıydı: Madam bizden korkuyordu. Ama
bazı insanlar örümceklerden nasıl korkuyorsa, o da bizden
öyle korkuyordu. Buna hazır değildik. Böyle algılanmanın,
örümcek gibi görülmenin bize neler hissettireceği aklımıza
hiç gelmemişti.
Avluyu geçip çimenliğe ulaştığımızda, Madam’ın
arabadan çıkmasını heyecanla bekleyen gruptan çok daha
farklı bir gruptuk artık. Hannah gözyaşlarına boğulmak
üzereydi. Ruth bile çok sarsılmış görünüyordu. Sonra
aramızdan biri –sanırım Laura–:
“Madam bizden hoşlanmıyorsa, neden çalışmalarımızı
istiyor?” dedi. “Neden bizi rahat bırakmıyor? Onu buraya kim
çağırıyor ki?”
Kimse cevap vermedi, olanlar hakkında başka hiçbir şey
söylemeden spor binasına gittik.


Şimdi geriye baktığımda, bu olay gerçekleştiğinde
kendimiz hakkında bir şeyler bildiğimiz yaşta olduğumuzu
görüyorum –kim olduğumuzu, gözetmenlerimizden ve
dışarıdaki insanlardan farklı olduğumuzu biliyorduk– ama
bunun ne anlama geldiğini henüz sindirememiştik. Eminim
çocukluğunuzda bizim o gün yaşadığımız türden deneyimler
yaşamışsınızdır. Gerçek ayrıntılarda olmasa bile içinizde,
duygularınızda benzerlikler yaşamışsınızdır. Çünkü,
gözetmenlerinizin sizi ne kadar iyi hazırlamış olduğu önemli
değildir; bütün konuşmalar, video gösterimleri, tartışmalar,
uyarılar, hiçbir şey durumu tam olarak anlamanızı
sağlayamaz. Sekiz yaşındaysanız, Hailsham gibi bir
yerdeyseniz, bizimkiler gibi gözetmenleriniz varsa,
bahçıvanlar ve teslimatçılar sizinle şakalaşıp gülüyor ve size
“tatlım” diyorlarsa, anlayamazsınız.
Yine de, bir kısmını anlamışsınızdır. Anlamışsınızdır,
çünkü böyle bir an geldiğinde, böyle bir şeyi zaten
bekliyorsunuzdur aslında. Belki daha beş ya da altı
yaşındayken içinizden bir ses size: “Bir gün, belki de çok
yakında, nasıl olduğunu hissetmeye başlayacaksın,” diye
fısıldıyordur. Böylece beklemeye başlarsınız, ne beklediğinizi
tam anlamıyla bilmeseniz bile, diğerlerinden gerçekten farklı
olduğunuzu anlayacağınız anı beklersiniz; dışarıda, Madam
gibi başka insanların, sizden nefret etmeseler, kötülüğünüzü
istemeseler bile sizi gördükleri, sizin bu dünyaya nasıl ve
neden getirildiğinizi düşündükleri an ürperdiklerini, ellerini
sizin elinize değdirmekten çekindiklerini, bunu hiç
istemediklerini öğrenirsiniz. Böyle birinin gözlerinden
kendinize ilk kez baktığınızda, buz kesersiniz. Her gün
önünden geçtiğiniz ayna bir gün aniden size bambaşka bir
şey, rahatsız edici ve tuhaf bir şey göstermiştir.


Dördüncü Bölüm
Bu yıl sonu itibarıyla artık bakıcı olmayacağım. Bakıcı
olmak bana çok şey kazandırmış olsa da, durup dinlenmekten
ve hatırlamaktan mutluluk duyacağımı itiraf etmeliyim. Eski
hatıralarımı gözden geçirme dileğim biraz da bundan
kaynaklanıyor şüphesiz. Yani yakında tempom değişecek ve
buna hazırlanıyorum. Aslında, sanırım, büyüyüp
Hailsham’dan ayrıldıktan sonra, ben, Ruth ve Tommy
arasında olanları netleştirmek istiyorum. Ama şimdi
anlıyorum ki, Hailsham’dan ayrıldıktan sonra olanlar
çoğunlukla Hailsham’la yaşadıklarımızla alakalı aslında, bu
yüzden ilk hatıralarımızın üzerinden dikkatle geçmek
istiyorum. Örneğin, Madam’a duyduğumuz merakı ele alalım.
Bir açıdan, çocuk muzipliğiydi yaptıklarımız. Ama bir başka
açıdan da, göreceğiniz üzere, ileride yaşamımıza egemen
olana dek yıllar boyunca büyüyen bir sürecin başlangıcıydı.
O günden itibaren, Madam, tabu haline gelmese de artık
neredeyse hiç sözünü etmediğimiz bir konu olmuştu. Aynı
tavır, küçük grubumuz dışında bizimle aynı sınıfta olan
öğrenciler arasında da yayıldı. Madam’a duyduğumuz merak
hiç dinmedi aslında, ama konuyu daha fazla deşmenin,
kadının çalışmalarımızla ne yaptığı, Galeri’nin gerçekte ne
olduğu hakkında düşünmenin bizi henüz hazır olmadığımız
bir alana sokacağını hissediyorduk.


Galeri konusu arada bir yine açılıyordu aramızda. Öyle ki,
birkaç yıl sonra Tommy göl kıyısında bana Bayan Lucy’le
konuştuğu tuhaf şeyleri anlattığında, bir noktanın aklımı
kurcaladığını hissettim. Tommy’yi kayanın üstünde oturur
halde bırakıp arkadaşlarıma yetişmek için çimenlerde hızlı
hızlı yürürken, aklımı kurcalayanın ne olduğunu anladım.
Bayan Lucy bir gün sınıfta bize bir şey söylemişti.
Söylediği şey o sırada kafamı karıştırmış ve aklıma takılmış
olduğu için, sonradan da hatırlayabildim. Ayrıca, bir
gözetmenin önünde Galeri lafının geçtiği ender zamanlardan
biri olduğu için de aklımda kalmıştı.
O günlerde, sonradan “kupon tartışması” olarak anılacak
olayların ortasındaydık. Tommy ve ben birkaç yıl önce
“kupon tartışması” hakkında konuştuk ve ne zaman
başladığını hatırlayamadık. Ben o sırada on yaşındaydık
dedim, Tommy daha büyük olduğumuzu düşünüyordu, ama
sonunda benimle hemfikir oldu. Hafızamın beni
yanıltmadığına inanıyorum, Küçükler 4’teydik, Madam’la
yaşadığımız olaydan epey sonra, ama göldeki
konuşmamızdan üç yıl önceydi.
Kupon tartışması, sanırım büyüdükçe her şeyi daha çok
sorgulamaya başlamamızdan kaynaklanmıştı. Yıllarca –
sanırım bunu daha önce de söyledim– Madam’ın
çalışmalarımızı alıp götürmesi bir yana, bunların bilardo odası
için seçilmesi bile büyük bir başarı sayılıyordu. Ama on
yaşına geldiğimizde, bu konudaki görüşlerimiz değişmişti.
Kuponların geçerli nakit sayıldığı Takaslar, ürettiğimiz şeyler
için değer biçme konusunda gözümüzü açmıştı. Tişörtlerle,
yataklarımızın çevresini süslemekle, masalarımızı kendimize
göre kişiselleştirmekle meşgul olmaya başlamıştık. Ayrıca,
kendi “koleksiyonlarımızı” da düşünüyorduk.


Sizin çocukluğunuzda “koleksiyonunuz” oldu mu
bilmiyorum. Hailsham mezunlarıyla karşılaştığınızda, onların
er ya da geç, koleksiyonlarını nostaljiyle hatırladıklarını
anlarsınız. O zamanlar bütün bunları olağan karşılıyorduk.
Hepimizin, üzerinde adımız yazılı ahşap sandıkları vardı.
Bunları yataklarımızın altında saklar ve sahip olduğumuz
eşyaları –Satışlar’dan ya da Takaslar’dan aldığımız şeyleri–
bu sandıkların içine doldururduk. Bir iki öğrencinin
koleksiyonlarıyla pek ilgilenmediğini hatırlıyorum, ama
çoğumuz bunları sergilemeye ve sonra derleyip toplayıp
kaldırmaya çok özen gösterirdik.
Demek istediğim şu: On yaşına geldiğimizde, Madam’ın
çalışmalarımızdan bazılarını seçmesinden duyduğumuz gurur,
en iyi pazarlayabileceğimiz işlerimizi yitirme düşüncesiyle
çatışmaya başladı. Bu çatışma, “kupon tartışmasıyla doruğa
çıktı.
Tartışma, çoğu erkek birkaç çocuğun, Madam’ın aldığı
çalışmalar karşılığında kupon verilmesi gerektiğini
mırıldanmasıyla başladı. Öğrencilerin çoğu bu düşünceye
katıldı, ama bazıları öfkeyle reddetti. Aramızdaki tartışma bir
süre devam etti, sonra bir gün Roy J. –bizden bir yaş büyüktü
ve Madam onun pek çok çalışmasını almıştı– gidip bu konuyu
Bayan Emily ile konuşmaya karar verdi.
Başgözetmenimiz Bayan Emily, diğerlerinden daha
yaşlıydı. Fazla uzun boylu değildi ama tavırlarından, başını
hep dik tutarak yürümesinden dolayı gözümüze uzun
görünüyordu. Kır saçlarını sıkıca toplar, ama dağılan tutamlar
sürekli gözlerinin önüne düşerdi. Benim saçlarım öyle olsa
dayanamazdım, ama Bayan Emily dağılan tutamlara hiç
aldırış etmezdi. Akşama doğru görüntüsü iyice tuhaflaşırdı,
dikkatli tonlamasıyla ve temkinli sesiyle bizimle konuşurken,


darmadağın saç tutamlarını gözünün önünden çekmeye
yeltenmezdi. Hepimiz ondan korkardık ve diğer
gözetmenlerimize hiç benzetemezdik. Yine de adil olduğunu
düşünüyorduk ve verdiği kararlara her zaman saygı duyardık;
Küçükler’deyken bile, ondan ne kadar çekinsek de,
Hailsham’da kendimizi güvende hissetmemizin sebebinin
onun varlığı olduğunu anlamıştık.
Odasına çağrılmadan gitmek cesaret isterdi. Hatta
Roy’unki gibi bir talepte bulunmak intihar etmek gibi
görünmüştü bize. Ama Roy, beklediğimiz gibi azar işitmedi;
sonraki günlerde de gözetmenlerin kendi aralarında kupon
konusunu konuştuklarını –hatta bu konuda tartıştıklarını–
öğrendik. Sonuçta, bize kupon verileceği bildirildi, ama fazla
sayıda verilmeyecekti, çünkü Madam’ın çalışmalarımızı
seçmesi “çok büyük bir onurdu” zaten. Bu karar her iki tarafı
da memnun etmedi ve tartışma sürdü gitti.
Polly T., Bayan Emily’ye kendi sorusunu sorduğunda,
Hailsham’da işte bu kupon tartışması sürmekteydi. Hepimiz
kütüphanede, büyük meşe masanın etrafında oturuyorduk.
Hatırlıyorum, şömine yanıyordu ve bir tiyatro oyunu
okuyorduk. Bir ara, oyundaki bir cümle Laura’nın kuponlarla
ilgili alaycı bir laf etmesine zemin sağladı ve hepimiz
gülmeye başladık, Bayan Lucy dâhil. Sonra Bayan Lucy,
Hailsham’da herkes en çok bu konuyu konuştuğuna göre,
oyunu okumayı bırakıp dersin geri kalanında kuponlarla ilgili
düşüncelerimizi anlatmamızı istedi. Konuşma sürerken, Polly
aniden, “Bayan Lucy, Madam bizim çalışmalarımızı neden
alıyor?” diye sordu.
Hepimiz sustuk. Bayan Lucy çabuk öfkelenen biri değildi,
ama öfkelendiği zaman mutlaka farkına varırdınız ve biz de
başta onun Polly’yi azarlayacağını sandık. Ama sonra fark


ettik ki Bayan Lucy kızmamış, sadece derin düşüncelere
dalmıştı. Yazıya geçirilmemiş bir kuralı yıktığı için Polly’ye
çok kızdığımı, ama bir taraftan da Bayan Lucy’nin vereceği
cevabı duymak için çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Belli
ki bu karışık duyguları hisseden tek ben değildim, herkes
Polly’ye delici gözlerle baktı, sonra bakışlarını heyecanla
Bayan Lucy’ye çevirdiler; sanırım haksızlıktı zavallı Polly’ye
yapılan. Bize çok uzun gelen bir süreden sonra, Bayan Lucy
şöyle dedi:
“Size bugün söyleyebileceğim tek şey, bunun iyi bir
nedenle yapıldığıdır. Çok önemli bir nedeni var. Ama şimdi
açıklamaya çalışsam bile anlayacağınızı sanmıyorum.
Umarım bir gün size açıklayabilirim.”
Bayan Lucy’ye ısrar etmedik. Masanın çevresindeki
herkes utanç içindeydi, daha fazla bilgi almak için can
atmamıza rağmen, sohbetin bu tehlikeli bölgeden
uzaklaşmasını istiyorduk. Hemen ardından, –biraz yapay
biçimde de olsa– kuponlarla ilgili tartışmaya döndüğümüze
memnun olduk. Ancak Bayan Lucy’nin sözleri kafamı
karıştırmıştı, sonraki birkaç gün hep onun söylediklerini
düşündüm. Bu yüzden, o gün göl kıyısında Tommy bana
Bayan Lucy’le konuştuklarını anlatırken, onun bazı konularda
“yeterince eğitim almadığımızı” söylediğini aktarırken,
kütüphanedeki olay –ve benzer birkaç şey daha– aklımı
kurcalamaya devam etti.
Hazır kupon konusu açılmışken, Satışlarda ilgili birkaç
şey söylemek istiyorum, daha önce de biraz söz etmiştim bu
konudan. Satışlar bizim için önemliydi, çünkü bu sayede
elimize dışarıdan bir şeyler geçiyordu. Örneğin, Tommy’nin
polo gömleği Satışlar’dan gelmişti. Giysilerimizi,


oyuncaklarımızı, başka bir öğrenci tarafından yapılmamış
özel şeyleri Satışlar’dan alıyorduk.
Ayda bir kez, büyük beyaz bir kamyonet uzun yolda
göründüğünde, heyecan bütün evde ve çevresinde hissedilirdi.
Avluya park ettiğinde bir kalabalık hazır bekliyor olurdu onu;
çoğunlukla da Küçükler, çünkü on iki on üç yaşını aştınız mı
heyecanınızı açıkça belli etmeyi kendinize yakıştırmazsınız.
Ama gerçek şu ki, hepimiz heyecanlanırdık.
Şimdi geriye baktığımda o kadar heyecanlanmamızı
komik buluyorum, çünkü Satışlar’da çoğunlukla hayal
kırıklığı yaşardık. Özel sayılacak bir şey genellikle
bulunmazdı, kuponlarımızı yıpranmaya yüz tutmuş ya da
kırılmış şeylerin yerine aynılarını almaya harcardık. Ama
sanırım şu önemliydi; hepimiz Satışlar’da özel bir şey
bulmuştuk geçmişte; bir ceket, bir saat, hiç kullanılmayan
ama gururla yatağımızın yanına yerleştirdiğimiz bir makas.
Hepimiz bir zamanlar böyle bir eşya bulmuştuk Satışlar’da,
bu nedenle ne kadar tersini göstermeye çalışsak da, eskiden
hissettiğimiz umudu ya da yaşadığımız heyecanı üzerimizden
silkip atamıyorduk.
Aslında, kamyonet boşaltılırken yanında bulunmak
önemliydi. Küçükler’den biriyseniz, kolileri depoya taşıyan
tulumlu iki adamı takip eder ve onlara kutuların içinde ne
olduğunu sorardınız. Genelde, “Bir sürü güzel şey, tatlım,”
diye cevap verirlerdi. Sormaya devam ederdiniz: “Peki kriket
topu var mı?” Er ya da geç gülümseyip, “Evet, var tatlım.
Gerçek bir kriket topu var,” diye cevap verince, tezahüratla
karşılanırlardı.
Koliler genelde açık olurdu, böylece içlerindeki türlü
şeyleri şöyle bir görebilirdiniz, hatta bazen adamlar
yapmamaları gereken bir şey yapar, birkaç objeyi daha iyi


görmeniz için kolilerden çıkarırlardı. Bu nedenle, onların
gelişinden yaklaşık bir hafta sonra başlayan gerçek
Satışlar’dan önce, belki bir eşofman takımı ya da müzik
kaseti hakkında söylentiler yayılırdı. Sorun çıksa da, bunun
nedeni, birkaç öğrencinin birden aynı şeyi gözüne kestirmesi
olurdu.
Satışlar’a, Takaslar’daki sessiz atmosferin tam tersi hâkim
olurdu. Yemek Salonu’nda yapılır, kalabalık ve gürültülü
geçerdi. Aslında itiş kakış ve bağırış eğlencenin bir
parçasıydı, genellikle de kıvamında kalırdı. Ancak arada bir
işler çığırından çıkar, öğrenciler birbirlerinin elinden bir
şeyleri çekip almaya çalışır, hatta dövüşmeye başlardı. O
zaman denetçiler Satışlar’ı kapatmakla tehdit ederdi ve
hepimiz ertesi gün sabah töreninde Bayan Emily tarafından
paylanırdık.
Hailsham’da günlerimiz her zaman sabah toplantısıyla
başlar, toplantı genelde kısa sürerdi; birkaç duyuru yapılır,
belki bir öğrenci şiir okurdu. Bayan Emily genelde çok
konuşmaz, sahnede dimdik oturur, konuşulanları başıyla
onaylar, arada bir de, fısıldaşan olursa buz gibi bakışlarıyla
onları sustururdu. Ama kavgalı geçen Satışlar’dan sonraki
sabah her şey farklı olurdu. Bize yere oturmamızı emrederdi –
toplantılarda genellikle ayakta dururduk–, hiçbir bildiri
okunmaz ya da gösteriler yapılmazdı, sadece Bayan Emily
konuşurdu, yirmi, otuz dakika boyunca, hatta bazen daha
fazla. Sesini ender olarak yükseltirdi, ama böyle durumlarda
bize buz gibi davranırdı ve hiçbirimiz, hatta Büyükler
5’tekiler bile çıt çıkaramazdık.
Bayan Emily’yi hayal kırıklığına uğratmış olduğumuz için
topluca kötü hissederdik kendimizi, ama ne kadar çabalasak
da onun konuşmalarını takip edemezdik. Bir nedeni


kullandığı dildi. “Ayrıcalığı hak etmeyen”, “fırsatları kötüye
kullanan”; bu iki ifade, Ruth’un Dover merkezindeki
odasında Hailsham’ı anımsarken aklımıza geldi. Bayan
Emily’nin söyledikleri genel hatlarıyla yeterince açıktı:
Hailsham öğrencileri olduğumuz için hepimiz özeldik; bu
yüzden, yanlış davranışlarda bulunduğumuzda daha büyük
hayal kırıklığı yaratıyorduk. Ama bunun ötesinde her şey bir
sis perdesi içindeydi. Bazen ciddiyetle konuşurken birden
duruverir ve: “Nedir bu? Nedir? Bizi engelleyen nedir?” gibi
şeyler söylerdi. Sonra orada öylece durur, gözleri kapalı,
kaşları çatık, sanki bir bulmacayı çözmeye çalışırmış gibi
beklerdi. Kafamız karışsa ve kendimizi tuhaf hissetsek de,
orada oturur, kafasındaki neyse çözmesini ister, bekler
dururduk. Sonra bazen hafifçe iç çekerdi –bizi affedeceğine
dair bir işaret– ya da: “Ama zorbalığa boyun eğmeyeceğim!
Hayır! Hailsham da boyun eğmeyecek!” diye patlayarak
sessizliğini birdenbire bozardı.
Bu uzun söylevleri hatırladığımızda, Ruth, Bayan
Emily’nin bu denli anlaşılmaz konuşmasının ne kadar garip
olduğunu söyledi, çünkü Bayan Emily derslerde çok net ve
açık konuşurdu. Bir keresinde, Hailsham’ın müdürünü, bazen
rüyadaymış gibi kendi kendine konuşup dolaşırken
gördüğümü söyleyince, Ruth alındı ve:
“Asla öyle olmadı!” dedi. “Başında bir kaçık olsaydı,
Hailsham öyle bir yer olabilir miydi? Bayan Emily’nin her
şeye yeten bir aklı vardı.”
Onunla tartışmadım. Tabii ki Bayan Emily ürkütücü bir
şekilde zekiydi. Diyelim ki, evde ya da civarında, olmamanız
gereken bir yerdesiniz ve bir gözetmenin geldiğini gördünüz;
hemen bir yere saklanabilirdiniz. Hailsham’da saklanacak çok
yer vardı; dolaplar, köşeler, çalılıklar, ağaçlıklar. Ama


yaklaşan Bayan Emily ise yüreğiniz çökerdi, çünkü o, nerede
olursanız olun sizi bulurdu. Sanki altıncı hisse sahipti. Bir
dolabın içine girip kapısını sıkıca kapayıp hiç hareket
etmeseniz bile, Bayan Emily’nin ayak seslerinin dolabın
önünde duracağını, onun size, “Tamam, hadi çık bakalım
oradan,” diyeceğini bilirdiniz.
İkinci kat holünde Sylvie C.’nin başına gelen de buydu. O
olayda, Bayan Emily bir öfke nöbeti geçirmişti.
Öfkelendiğinde asla –mesela Bayan Lucy gibi– bağırmayan
Bayan Emily, çok daha korkutucu olurdu. Gözlerini kısar ve
kendi kendine öfkeyle fısıldamaya başlar, sanki görünmez bir
meslektaşıyla vereceği en ağır cezanın ne olduğunu tartışırdı.
Bunu öyle bir yapardı ki, söylediklerini hem duymak hem de
duymamak isterdiniz. Ama Bayan Emily’nin öfkesinden
çoğunlukla kötü bir şey çıkmazdı. Hemen hiç kimseyi
cezalandırmaz, iş vermez ya da özel izinleri kaldırmazdı. Yine
de kendinizi berbat hissederdiniz, Bayan Emily’nin gözünden
düştüğünüzü bilmek yeterdi, hemen kendinizi affettirmek için
bir şeyler yapmaya çalışırdınız.
Ama şu var ki; Bayan Emily’nin ne yapacağını önceden
kestirmek imkânsızdı. Sylvie o olayda en büyük cezayı almış
olabilir, ama Laura ravent tarhında koşarken yakaladığında
Bayan Emily ona: “Orada olmamalısın kızım. Hadi tarhtan
çık ve git bakalım buradan,” demekle yetinmiş ve yoluna
devam etmişti.
Bir keresinde de ben Bayan Emily’yi kızdırdığımı sandım.
Ana binanın çevresini saran dar patika en sevdiğim yerlerden
biriydi. Bütün köşeleri, evin uzantılarını takip ederdi.
Çalılıkların yanından sıkışarak ilerler, sarmaşık kaplı iki
kemerin altından ve paslı bir kapıdan geçerdiniz. Patika
boyunca ilerlerken, binanın pencerelerinden içeri


bakabilirdiniz. Sanırım bu patikayı sevmemin bir nedeni de,
bize yasak olup olmadığını bilmememdi. Tabii ki ders
saatlerinde bu yoldan geçemezdik. Ama hafta sonları ya da
akşamları orada dolaşmak serbest miydi, bilmiyorduk. Ne
olursa olsun, öğrencilerin çoğu patikada dolaşmaya çekinirdi
ve belki de herkesten uzaklaşmak, burayı benim için çekici
kılan şeylerden biriydi.
Her neyse, güneşli bir akşamüstü patikada küçük bir
yürüyüş yapıyordum. Sanırım Büyükler 3’teydim. Her
zamanki gibi, önünden geçtiğim odaların pencerelerinden
içeri bakıyordum, derken baktığım sınıfın içinde Bayan
Emily’nin durduğunu gördüm. Tek başına bir aşağı bir yukarı
yürüyor, kendi kendine konuşuyor, odada olmayan seyircilere
bir şeyler anlatıyordu. Bir derse ya da sabahki törene
hazırlanıyor sandım, ama tam oradan uzaklaşmak üzereyken
beni gördü ve dönüp doğrudan yüzüme baktı. Dondum
kaldım, kızacak sandım, derken fark ettim ki konuşmasına
devam ediyor, ama bu sefer bana anlatıyordu. Sonra, çok
doğal bir şey yapıyormuş gibi sınıfa dönüp oradaki görünmez
bir öğrenciye dikti bakışlarım. Patikada parmak ucumda
yürümeye devam ettim, sonraki bir iki gün boyunca Bayan
Emily’nin beni gördüğünde ne söyleyeceğini endişeyle
bekledim. Tek kelime etmedi bu konuda.
Aslında şu anda konuşmak istediğim konu bu değil. Şimdi
asıl yapmak istediğim, Ruth’la ilgili birkaç şeyi netleştirmek;
onunla nasıl tanıştığımızı ve arkadaş olduğumuzu, birlikte
geçirdiğimiz ilk yılları anlatmak. Çünkü bugünlerde, öğleden
sonraları uzun saatler boyunca tarlaların yanında araba
sürerken, belki arada bir servis istasyonunda durup kahvemi
içerken yine onu düşündüğümü fark ediyorum.


Onunla karşılaşır karşılaşmaz arkadaş olmamıştık. Beş altı
yaşındayken Ruth’la değil, Hannah’yla ya da Laura’yla bir
şeyler yaptığımızı hatırlıyorum. Hayatımızın bu ilk
devresinden, Ruth’la ilgili tek bir bulanık anım var.
Kum havuzunda oynuyorum. Kumda benimle birlikte
birkaç çocuk daha var, kalabalığız ve birbirimize sinir olmaya
başlıyoruz. Açık havadayız, ılık güneşin altındayız, demek ki
Bebekler’in oyun alanındaki kum havuzundayız veya
olasılıkla Kuzey Oyun Sahası’ndaki uzun atlama pistinin
ucundaki kum havuzunda. Her neyse, hava sıcak, susuyorum
ve kum havuzunda bu kadar kalabalık olmamızdan
hoşlanmıyorum. Derken Ruth’un orada ayakta durduğunu
görüyorum, bizim gibi kum havuzunun içinde değil, birkaç
adım ötede. Benim arkamda bir yerlerde duran iki kıza çok
kızmış, daha önce olan bir şeyden dolayı herhalde, gözlerini
öfkeyle onlara dikmiş bakıyor. Tahminimce, o sırada Ruth’u
çok az tanıyorum. Ama benim üzerimde bir izlenim bırakmış
olmalı, çünkü kumda ne yapıyorsam hızımı kesmeden
yapmaya devam ediyorum, Ruth’un bakışlarını üzerime
çevirmesinden korkuyorum. Tek kelime söylememiştim, ama
onun, arkamdaki kızlarla beraber olmadığımı ve öfkelendiği
şeyle alakam olamadığını anlamasını istemiştim.
Bu, ilk zamanlardan Ruth’la ilgili hatırladığım tek şey.
Aynı yaştaydık, bu nedenle sık sık karşılaşmış olmamız
gerekir, ama kum havuzundaki olay dışında onunla ilgili
hiçbir şey hatırlamıyorum; ta ki birkaç yıl sonra, yedi ya da
sekiz yaşımızda Küçükler’e başlayana dek.
Güney Oyun Sahası, Küçükler tarafından en çok
kullanılan oyun sahasıydı. Kavak ağaçlarının köşesinde, bir
öğle yemeği vakti, Ruth yanıma geldi, beni baştan aşağı
süzdü ve:


“Atıma binmek ister misin?” diye sordu.
O sırada iki üç çocukla oynuyordum ama Ruth’un
sorusunu sadece bana yönelttiği belliydi. Bu beni çok mutlu
etti, ama cevap vermeden önce onu denemek istedim.
“Peki, atının adı ne?”
Ruth bana bir adım yaklaştı. “En iyi atım, Yıldırım. Ona
binmene izin vermem. O çok tehlikelidir. Ama Böğürtlen’e
binebilirsin, kamçı kullanmamak şartıyla. Ya da istersen
başka herhangi birini alabilirsin,” dedi. Sonra, “Senin atın var
mı?” diye sordu.
Ona baktım ve cevap vermeden önce dikkatle düşündüm.
“Hayır, benim atım yok.”
“Bir tane bile mi yok?”
“Hayır.”
“Peki. Böğürtlen’e binebilirsin ve onu seversen sende
kalabilir. Ama kamçını sakın kullanma. Ayrıca hemen şimdi
gelmelisin.”
Arkadaşlarım zaten dönüp oyunlarına devam etmeye
başlamışlardı. Bu yüzden omuz silkip Ruth’la birlikte
yanlarından ayrıldım.
Saha oyun oynayan çocuklarla doluydu, bazıları bizden
büyüktü, ama Ruth bizi onların arasından kendinden emin bir
şekilde geçirdi, hep bir ya da iki adım önümden gitti.
Bahçenin dikenli telli sınırına vardığımızda bana döndü ve:
“Tamam, onlara burada bineceğiz,” dedi. “Sen
Böğürtlen’i al.”
Bana uzattığı görünmez dizginleri kabul ettim, sonra at
binmeye başladık, çitin yanında bir aşağı bir yukarı, bazen
yavaşça koşuyorduk, bazen var gücümüzle. Ruth’a bir atım
olmadığını söylemekle iyi yapmıştım, çünkü Böğürtlen’le
biraz zaman geçirdikten sonra Ruth beni diğer atlarına da tek


tek bindirdi, her birinin zayıf tarafını belirterek onlara
binerken nelere dikkat etmem gerektiğini anlattı.
“Söylemiştim ya sana! Zerrin’e binerken arkaya doğru
iyice eğilmelisin! Daha fazla eğil! İyice arkaya yatmazsan
onun hiç hoşuna gitmez!”
Ama oldukça başarılı olmuşum atlarına binerken, çünkü
bir süre sonra benim Yıldırım’a, onun en sevdiği ata binmeme
de izin verdi. O gün atlara ne kadar zaman ayırdık
hatırlamıyorum; oldukça uzun bir süre bindik ve sanırım
ikimiz de oyunda kendimizi kaybettik. Ama sonra birdenbire,
neden bilmiyorum, Ruth oyuna son verdi, atlarını kasıtlı
olarak yorduğumu iddia etti ve hepsini teker teker ağıllarına
yerleştirmemi istedi. Çitin bir bölümünü işaret etti, ben de
atları oraya götürmeye başladım, bunu yaparken Ruth bana
giderek daha fazla kızıyor, her şeyi yanlış yaptığımı
söylüyordu.
“Bayan Geraldine’i sever misin?”
Sanırım bir gözetmeni sevip sevmediğimi ilk kez
düşünüyordum. Sonuçta, “Tabii ki seviyorum,” dedim.
“Ama onu gerçekten seviyor musun? Çok özel biriymiş
gibi? En sevdiğin oymuş gibi?”
“Evet, seviyorum. En çok onu seviyorum.”
Ruth bana uzun uzun baktı. Sonunda, “Peki. Bu durumda
onun gizli bekçilerinden biri olmana izin veriyorum,” dedi.
Sonra ana binaya doğru yürümeye başladık. Ruth’un ne
demek istediğini anlatmasını bekledim, ama bunu yapmadı.
Gerçi işin aslını sonraki birkaç gün içinde öğrendim.


Beşinci Bölüm
“Gizli bekçiler” işi ne kadar sürdü hatırlamıyorum.
Dover’da ona bakarken Ruth’la bu konuyu konuştuk; o, iki ya
da üç hafta sürdüğünü iddia etti, ama bu kesinlikle yanlıştı.
Herhalde bu konu onu utandırıyordu, bu yüzden hafızasından
silinmiş gitmişti. Benim tahminim; biz yedi ya da sekiz
yaşındayken, dokuz ay kadar sürdürdük bekçiliği, hatta bir
yıl.
Gizli bekçileri gerçekten Ruth mu yaratmıştı, asla emin
olamadım, ama hiç şüphesiz grubumuzun lideriydi. Altı ila on
kişi arasındaydı grubumuzun sayısı; Ruth ne zaman birini
kovsa ya da gruba alsa, sayı değişiyordu. Hailsham’daki en
iyi gözetmenin Bayan Geraldine olduğuna inanıyorduk ve ona
hediye edebileceğimiz şeyler yapıyorduk; aklıma gelenlerden
biri, büyük bir sayfa üstüne yapıştırılmış kurutulmuş çiçekler.
Ama esas var oluş nedenimiz tabii ki onu korumaktı.
Bekçilere katıldığım sırada, Bayan Geraldine’i kaçırma
planını, Ruth ve grubumuzdaki herkes çoktandır biliyordu. Bu
planın arkasındaki ismin kim olduğundan emin değildik.
Bazen Büyükler’deki bazı oğlanlardan, bazen de kendi
akranımız oğlanlardan şüpheleniyorduk. Pek sevmediğimiz
bir gözetmen vardı; Bayan Eileen. Bir süre planın arkasındaki
beynin o olduğunu düşündük. Kaçırma eylemi ne zaman


gerçekleşecek bilmiyorduk, ama emin olduğumuz bir şey
varsa, o da işin içinde ormanla ilgili bir şey olacağıydı.
Tepedeki orman, Hailsham Evi’nin arkasında
yükseliyordu. Gerçekte tek görebildiğimiz bir sıra karanlık
ağaçtı, ama o yaşta onların varlığını gece gündüz hisseden
sadece ben değildim. İşler kötüleştiğinde, sanki Hailsham’ın
üzerini gölgeliyorlardı; tek yapmanız gereken başınızı çevirip
bakmak ya da pencereye doğru yürümekti, orada, ilerde
tehditkâr bir şekilde bekliyorlardı. En emniyetli yer ana
binanın ön tarafıydı, çünkü oradaki pencerelerden
görünmüyorlardı. Yine de, onlardan gerçekte hiç
kaçamıyordunuz.
Orman hakkında türlü çeşit korkunç hikâye anlatılıyordu.
Bir rivayete göre, biz daha Hailsham’a gelmeden önce,
oğlanlardan biri arkadaşlarıyla büyük bir kavgaya tutuşmuş
ve Hailsham’ın sınırlarının dışına kaçmış. Cesedi iki gün
sonra, yukarda, ormanda bulunmuş; bir ağaca bağlanmış ve
elleriyle ayakları kesilmiş haldeymiş. Bir diğer rivayete göre,
ormandaki ağaçlar arasında bir kızın hayaleti dolaşıyormuş.
Bu kız bir Hailsham öğrencisiymiş ve bir gün dışarıda ne
olduğunu görmek için çitin üstünden atlamış. Bu bizim
zamanımızdan çok önce olmuş, gözetmenler o zamanlarda
çok daha katı, hatta zalimmişler, kız geri dönmek istediğinde
izin vermemişler. Kız bahçe duvarının dışında günlerce
yalvarmış, ama onu kimse içeri almamış. Sonunda ormana
gitmiş, başına bir şey gelmiş ve kız ölmüş. Ama hayaleti hep
ormanda dolaşıyor, Hailsham’a bakıp içeri girmesine izin
verilmesini bekliyormuş.
Gözetmenler ısrarla bunların hepsinin saçma sapan,
uydurma hikâyeler olduğunu söylüyorlardı. Ama büyük
öğrenciler, gözetmenlerin onlara da küçükken aynı şeyi


söylediklerini anlatırlardı; aynı onlara yapıldığı gibi, yakında
bize de korkunç gerçek açıklanacaktı.
Orman en çok geceleri, yatakhanede uyumaya çalışırken
aklımıza giriyordu. Dalları hışırdatan rüzgârı duyduğumuzu
sanıyorduk. Hakkında konuştukça her şey daha da
zorlaşıyordu. Bir gece hatırlıyorum, Marge K.’ye kızmıştık –
gün içinde bizi gerçekten utandıran bir şey yapmıştı– ve onu
yatağından çıkarıp yüzünü pencereye yaslamış, ormana
bakmasını emrederek cezalandırmıştık. Kız önce gözlerini
sıkı sıkı kapadı, ama kollarını büktük ve gözlerini açmaya
zorladık, ta ki ay ışığıyla aydınlanan gökyüzünün altındaki
ormanı gördüğüne emin olana kadar. Bu dehşet, gece boyunca
kızı ağlatmaya yetmişti.
O yaşlarda sürekli ormandan korkardık demiyorum.
Mesela haftalarca ormanı düşünmediğim oluyordu, hatta bazı
günler cesaretimi toplayıp, “Böyle bir saçmalığa nasıl
inanıyoruz?” diye düşünüyordum. Ama sonra küçük bir şey
oluyor –birinin o hikâyelerden birini anlatması, bir kitaptaki
korkunç bir bölüm, hatta tesadüfen ormanı hatırlatan bir
cümle– ve tekrardan gölgenin karanlığında bir dönemi
başlatıyordu. Bayan Geraldine’i ormana kaçıracaklarını
düşünmemiz şaşırtıcı değildi.
Ama sonuçta hiçbirimiz Bayan Geraldine’i korumak için
pratik adımlar atmadık. Faaliyetlerimiz, plan hakkında daha
fazla kanıt toplamaktan ibaretti. Nedendir bilmem, tehlikeyi
yanı başımızda hissetmek bizi memnun ediyordu.
“Kanıtlarımızın” çoğunu, iş başındaki komplocuları tespit
ederek buluyorduk. Mesela, bir sabah ikinci kattaki sınıftan
dışarı bakarken, Bayan Eileen ve Bay Roger’ın avluda Bayan
Geraldine’le konuştuğunu gördük. Bir süre sonra Bayan
Geraldine onlardan ayrılıp limonluğa doğru gitti, ama biz


geride kalanları izlemeye devam ettik; Bayan Eileen ve Bay
Roger’ın kafa kafaya verip gizlice konuştuklarını, bunu
yaparken de gözden kaybolmakta olan Bayan Geraldine’e
baktıklarını gördük.
Bunun üzerine Ruth, “Bay Roger,” dedi başını iki yana
sallayarak. “Kim derdi ki Bay Roger da işin içinde?”
Bu şekilde, plana dâhil olan insanların listesini çıkardık;
ömür boyu düşman ilan ettiğimiz gözetmen ve öğrencilerden
oluşan bir listeydi. Ama fantezimizin ne kadar temelsiz
olduğunu da biliyorduk sanırım, çünkü her türlü çatışmadan
kaçıyorduk. Yoğun tartışmalardan sonra, bir öğrencinin
komploculara dâhil olduğuna karar verir, ama sonra ona
meydan okumamak için bahaneler uydurur, bütün “kanıtlar”
elimize geçene kadar bekleyelim, derdik. Benzer biçimde,
Bayan Geraldine’e bulduklarımız hakkında tek kelime
etmememiz gerektiği konusunda da anlaşmıştık, onu
uyarmamız iyi bir sonuç vermezdi.
Büyüyüp de doğal olarak bu konuyu aştıktan sonra,
geçmişte gizli bekçiler grubunu Ruth’un zoruyla
sürdürdüğümüzü söylemek çok kolay olurdu. Tabii ki, gizli
bekçiler onun için çok önemliydi. Kaçırma planını en
başından beri bilen oydu ve bu, ona müthiş bir otorite
sağlıyordu; benim gibi sonradan gruba dâhil olanların
döneminden çok daha öncesinde gerçek kanıtların ortaya
çıktığını ima ederek –bize henüz söylemediği şeyler vardı–
grup adına verdiği her kararı savunabiliyordu. Mesela birinin
gruptan kovulmasına karar verirse ve buna karşı konulursa,
“daha önceden” bildiklerine gizemli bir şekilde atıfta
bulunurdu. Ruth, bekçiliği sonuna kadar sürdürmekte
kararlıydı, bu belliydi. Ama gerçek şu ki, ona yakınlaşan
herkes, hepimiz bu fanteziyi yaşatmakta ve o kadar uzun


sürmesinde rol oynamıştık. Satranç oyunu sırasında yaşanan
kavgadan sonra olanlar, anlatmaya çalıştığım şeyin iyi bir
kanıtı.
Ruth’un bir satranç uzmanı olduğunu ve bana oyunu
öğretebileceğini sanmıştım. Bu çok çılgınca bir fikir değildi;
bizden büyük öğrenciler pencere kenarlarında ya da çimenli
tepelerde satranç tahtasına eğilmiş oynarken, yanlarından
geçen Ruth sık sık durup oyunlarını dikkatle izlerdi. Onları
bırakıp tekrar yürümeye başladığımız zaman Ruth her iki
oyuncunun da gözünden kaçan ve kendisinin fark ettiği bir
hamleyi anlatırdı. “İnanılmaz aptallar,” diye mırıldanır, başını
iki yana sallardı. Bütün bunlar bende hayranlık uyandırdı ve o
süslü taşlarla oyuna kendim de dalmak istedim. Dolayısıyla
Satışlar’da bir satranç takımı bulup hemen almaya karar
verdiğimde –çok fazla kuponuma mal olsa da– Ruth’a
güveniyordum.
Sonraki birkaç gün boyunca ne zaman konuyu açsam,
Ruth iç çekip çok acil yapması gereken işleri varmış gibi rol
yaptı. Yağmurlu bir öğleden sonra onu nihayet köşeye
sıkıştırdığımda ve bilardo odasında satranç takımını çıkarıp
oyuna hazırladığımda, bana damaya benzer bir oyun
göstermeye başladı. Satrancın farklı özelliği, ona göre, her
parçanın damadaki gibi kurbağa atlaması yapmak yerine L
şeklinde derlemesiydi; sanırım bunu atı inceleyerek
çıkarmıştı. Ona inanmadım; gerçekten hayal kırıklığına
uğramıştım ama bir şey söylememeye dikkat ettim ve bir süre
ona uydum. Birkaç dakika birbirimizin taşlarını almakla geçti,
saldırımızı hep L şeklinde yapıyorduk. Bu böyle devam etti;
ta ki ben onu yenmeye çalıştığımda, yaptığım bir hamleyi


taşımı çok düz bir şekilde ilerlettiğim için geçersiz sayana
kadar.
O anda ayağa kalktım, satranç takımımı topladım ve
yürüyüp gittim. Oyunu bilmediğini yüksek sesle yüzüne
vurmadım –hayal kırıklığına uğramış olsam da fazla ileri
gitmemem gerektiğini biliyordum– ama öyle çekip gitmem
sanırım yeterince açıklayıcı olmuştu.
Belki bir gün sonra, evin en üst katına çıkıp, Bay
George’un şiir dersi verdiği 20. Oda’ya girdim. Dersin
başlamasından önce miydi sonra mıydı, sınıf dolu muydu
değil miydi hatırlamıyorum. Elimde kitaplarımla yürüdüğümü
hatırlıyorum, Ruth ve diğerlerinin konuştuğu yere doğru
ilerlediğimde, oturdukları masalara güneş ışığı vuruyordu.
Kafa kafaya vermiş olduklarından gizli bekçilerden söz
ettiklerini hemen anladım ve Ruth’la bir gün önce çatışmış
olmama rağmen, hiç tereddüt etmeden yanlarına gittim. Gerçi
yanlarına varmadan önce, birazdan ne olacağını anladım;
belki aralarındaki bir bakışmayı fark etmişimdir. Bir su
birikintisine basmadan bir saniye önce suyu görürsünüz, ama
yapacağınız hiçbir şey yoktur ya, onun gibiydi. Onlar susup
bana bakmadan önce içim acımaya başladı; hatta Ruth, “A
Kathy, nasılsın? Kusura bakma, biz bir şey konuşuyorduk
şimdi. Birazdan biter. Kusura bakma,” demeden önce bile.
Daha cümlesini bitirmeden arkamı dönüp gitmeye
başlamıştım bile. Ruth ve diğerlerinden çok kendime
kızıyordum bu duruma düştüğüm için. Kuşkusuz öfkeliydim,
ama ağlayıp ağlamadığımı hatırlamıyorum. Sonraki birkaç
gün, ne zaman gizli bekçiler grubunu bir köşede konuşurken
ya da çimenlerde yürürken görsem, yanaklarıma ateş bastıydı.
20. Oda’da aşağılanmamdan iki gün sonra, ana binanın
merdivenlerinden inerken Moira B.’nin tam arkamda


olduğunu fark ettim. Konuşmaya başladık –özel bir şey
hakkında değil– ve evin içinde beraber dolandık. Öğle yemeği
arası olmalıydı, çünkü avluya çıktığımızda yaklaşık yirmi
öğrenci küçük gruplar halinde etrafta takılıyordu. Avlunun
karşı köşesinde, Ruth ve gizli bekçilerden üçü ayakta, sırtları
bize dönük olarak Güney Oyun Sahası’na bakıyorlardı. Bu
kadar ilgiyle neye baktıklarını görmeye çalıştım, Moira’nın da
yanımda durup onları seyrettiğini fark ettim. Onun da bir
zamanlar gizli bekçiler grubunda olduğunu ve bir ay kadar
önce kovulduğunu hatırladım. Sonraki birkaç saniye boyunca,
ikimizin bir arada bulunması keskin, utanca benzer bir hisle
doldurdu içimi, ikimiz de yakın zamanda aşağılanmıştık ve
bizi dışlayanların doğrudan yüzlerine bakıyorduk. Belki
Moira da benzer hislere kapılmıştı; her neyse, sessizliği ilk
bozan o oldu:
“Şu gizli bekçiler grubu ne aptalca değil mi? Hâlâ böyle
bir şeye nasıl inanabiliyorlar? Sanki hâlâ Bebekler’deler.”
Bugün bile şaşırıyorum Moira’nın söylediklerini
duyduğumda beni boğan hislerin gücüne. Ona döndüm ve
kızgınlıkla:
“Sen ne biliyorsun ki?” dedim. “Hiçbir şey bilmiyorsun,
çünkü uzun süre önce şutlandın gruptan! Bizim keşfettiğimiz
şeyleri bilseydin, bu kadar aptalca bir laf etmezdin.”
“Saçmalama.” Moira hiçbir zaman çabuk pes eden biri
olmamıştı. “Ruth’un bir uydurması daha, hepsi bu.”
“Peki, o zaman nasıl oldu da onların konuştuklarını bizzat
duydum? Bayan Geraldine’i süt kamyonunda ormana
götüreceklerini nasıl oldu da ben kendi kulaklarımla duydum?
Yaptıkları planı nasıl oldu da Ruth ya da başkası değil de ben
duydum?”


Moira artık bana kendinden emin gözlerle bakmıyordu.
“Sen mi duydun? Nasıl? Nerede?”
“Konuştuklarını çok net duydum. Her kelimeyi duydum.
Benim nerede olduğumu bilmiyorlardı. Gölün kıyısındaydım,
benim duyduğumu bilmiyorlardı. İşte, gördün mü, demek ki
bir şey bilmiyormuşsun!”
Onu itip yanından geçtim ve kalabalık avluya doğru
yürüdüm, dönüp Ruth ile diğerlerine göz attım, onlar hâlâ
Güney Oyun Sahası’na bakıyorlardı, Moira ile aramda
geçenlerin farkında değildiler. Sonra onlara artık hiç
kızmadığımı anladım; sadece Moira beni çok sinirlendirmişti,
o kadar.
Şimdi bile, uzun yolda araba sürerken, düşüncelerimin
gittiği başka bir yer yoksa, bütün bunları kafamda
döndürürken bulurum kendimi. Moira B.’ye neden o kadar
kötü davrandığımı merak ederim, çünkü o benim
müttefikimdi sadece. Sanırım Moria o gün ikimizin birlikte
bir sınırı geçmemizi istemişti ve ben buna henüz hazır
değildim. Sanırım o çizginin ötesinde daha zor ve daha
karanlık bir şey olduğunu hissediyordum ve bunu
istemiyordum. Sadece kendim için değil, hepimiz adına
istemiyordum.
Ama başka zamanlarda, bunun doğru olmadığını
düşünüyorum. Olay sadece Ruth ve benimle ilgiliydi, o
günlerde Ruth’un bende uyandırdığı sadakat hissinden
kaynaklanmıştı. Belki de bu nedenle, Ruth’a Dover’daki
merkezde bakarken, bazı anlarda çok istesem de, o gün
Moira’yla aramda geçenleri anlatmadım.
Bayan Geraldine ile ilgili bütün bu olaylar, gizli bekçiler
grubu yok olup gittikten çok sonra, yaklaşık üç yıl sonra olan


bir olayı hatırlatıyor bana.
Evin arka tarafındaki giriş katında, 5. Oda’da dersin
başlamasını bekliyorduk. 5. Oda en küçük sınıftı, özellikle kış
sabahlarında radyatörler çalışmaya başladığında çok ısınır,
pencere camları buğulanır, içerisi iyice bunaltıcı olurdu. Belki
de abartıyorumdur; ama odaya sığabilmek için öğrencilerin
dip dibe oturduklarını hatırlıyorum.
O sabah Ruth sıranın arkasında bir sandalyeye
oturabilmişti, ben de sıranın üstünde oturuyordum,
grubumuzdan iki ya da üç kız da, odanın içinde kenarlara
tünemiş ya da yaslanmış duruyorlardı. Sanırım kalem
kutusunu ilk fark eden ben oldum; birine yer açmak için
toparlanırken fark ettim.
Şimdi gözümün önünde duruyormuş gibi görebiliyorum
onu: cilalanmış ayakkabı gibi parlaktı; üzerinde daire içine
alınmış ve rastgele serpiştirilmiş kırmızı noktalar olan, koyu
ten rengi bir kalem kutusuydu. Üstündeki fermuarın ucunda
tüylü bir ponpon vardı. Yer açmak için kımıldadığımda, tam
üstüne oturacakken Ruth altımdan çekti aldı. Ama tam da
Ruth’un istediği gibi görmüştüm onu ve, “Ah! Nereden aldın
bunu? Satışlar’dan mı?” diye sordum.
Oda gürültülüydü ama yakınımızdaki kızlar beni
duymuşlardı, böylece dört ya da beş kız toplaşıp kalem
kutusuna hayranlıkla bakmaya başladık. Ruth birkaç saniye
boyunca bir şey söylemeden kızların yüzlerini inceledi.
Sonuçta üstüne basa basa:
“Şöyle diyelim. Satışlar’da aldım diyelim,” dedi. Sonra
bize çokbilmiş bir ifadeyle gülümsedi.
Bu oldukça zararsız bir cevap gibi görünebilir, ama
gerçekte sanki birden bana vurmuş gibi hissettim, sonraki
birkaç saniye içinde hem yandım, hem üşüdüm. Cevabıyla ve


gülümsemesiyle ne demek istediğini çok iyi anlamıştım; ona
kalem kutusunu Bayan Geraldine’in hediye ettiğini ima
ediyordu.
Bu konuda yanılmış olmam imkânsızdı, çünkü haftalardır
bu yönde imalarda bulunuyordu. Ruth’un gülümsemesi, bazen
kullandığı ses tonu –bazen parmağını dudaklarına götürüşü ya
da elini ağzına yaklaştırıp fısıldarmış gibi yapışı–, Bayan
Geraldine’in ona yaptığı bir iyiliği göstermeye yarıyordu:
Bayan Geraldine Ruth’un hafta arası saat dörtten önce bilardo
odasında müzik çalmasına izin vermiş; Bayan Geraldine
çimenlerde yürürken sessiz olunmasını istemiş, ama Ruth
yanına yaklaştığında onunla konuşmaya başlamış, sonra
diğerlerinin konuşmasına da izin vermişti. Hep bu tür şeyler
oluyordu; asla açıkça değil, sadece gülümseyerek ve
“aramızda kalsın” ifadesiyle anlatılan şeyler.
Tabii ki gözetmenlerin öğrenciler arasında ayrım
yapmasına asla izin yoktu, ama bazı sınırlar dâhilinde küçük
şefkat gösterilerinde bulunuyorlardı; Ruth’un ima ettiği şeyler
de bu sınırlar dâhilindeydi. Yine de ben Ruth’un bu tür
imalarda bulunmasından nefret ediyordum. Tabii yalan mı
söylüyor yoksa doğru mu, hiçbir zaman emin olamıyordum,
ama gerçekte hiçbir şey “anlatmadığı” için, ona meydan
okumak imkânsızdı. Ne zaman böyle bir şey söylese aldırış
etmemem gerekiyordu, dişimi sıkıp o anın bir an önce
geçmesini dilemekten başka yapacak şey yoktu.
Bazen konuşmanın gidişatından bu tür bir olayın
yaklaştığını hisseder ve kendimi hazırlardım. Böyle
zamanlarda bile dayak yemiş gibi oluyor ve birkaç dakika
etrafımdaki hiçbir şeye odaklanamıyordum. Ama o kış sabahı
5. Oda’da hazırlıksız yakalanmıştım. Kalem kutusunu
gördükten sonra bile, bir gözetmenin bir öğrenciye o tür bir


hediye vermesi bana öyle inanılmaz geldi ki, kendimi
tutamadım. Bu yüzden, Ruth söyleyeceğini söylediğinde,
duygusal çarpıntının genelde yaptığım gibi geçip gitmesine
izin veremedim. Ona baktım, kızgınlığımı gizlemeye
çalışmadım. Ruth, belki de yaklaşan tehlikeyi sezerek, bana
hızla ve tiyatral bir tavırla: “Tek kelime etme!” dedi ve yine
gülümsedi. Ama ben ona gülümseyemedim ve öfkeyle
bakmaya devam ettim. Şansım yaver gitti de gözetmen o
sırada geldi ve ders başladı.
Kafasına takılan bir şey üzerine saatlerce düşünen
çocuklardan biri olmadım hiçbir zaman. Bugünlerde öyle biri
oldum sayılır, ama işimden ve saatlerce boş tarlalar arasında
uzun süre araba kullanmamdan dolayı. Mesela Laura gibi
olmadım hiçbir zaman; çok şakacı olmasına karşın günlerce,
hatta haftalarca birinin söylediği bir şey hakkında üzülür
dururdu. Ama 5. Oda’daki o sabahtan sonra bir tür transa
girdim. Konuşmalar sırasında aklım başka şeylere dağıldı,
dersler ben hiçbir şey anlamadan geçti bitti. Ruth’un
yaptığının bu sefer yanına kalmamasını sağlamaya karar
vermiştim, ama uzun süre bu konuda yapıcı bir çabam
olmadı; sadece zihnimde Ruth’un gerçek yüzünü ifşa ettiğimi
ve onu yaptığını kabul etmeye zorladığımı hayal ederek
olağanüstü sahneler yarattım. Hatta puslu bir fantezimde,
Bayan Geraldine olayı duyuyor ve Ruth’u herkesin önünde
azarlıyordu.
Günler sonra daha dikkatli düşünmeye başladım. Kalem
kutusunu Ruth’a Bayan Geraldine vermemişse kim vermiş
olabilirdi? Bir başka öğrenciden almış olabilirdi, ama bu pek
mümkün görünmüyordu. Bu kadar muhteşem bir eşya başka
birine ait olsaydı, hatta bizden çok büyük birine bile ait
olsaydı, mutlaka fark edilirdi. Kalem kutusu Hailsham’da


zaten dolaşmış bir şey olsaydı, Ruth böyle bir masal uydurma
riskine asla girmezdi. Onu Satışlar’da bulduğuna emindim.
Bu durumda da, Ruth’tan önce başkaları kalem kutusunu
görmüş olabilirdi. Ama kalem kutusunun yolda olduğunu
öğrenip –izin verilmese de bazen böyle şeyler olduğu
duyuluyordu– Satışlar başlamadan önce satış temsilcilerinden
birine rezerve ettirdiyse, başka kimsenin görmediğinden emin
olabilirdi.
Fakat Satışlar’da alınan her şeyin kaydı tutuluyor, bunları
kimin aldığı da not ediliyordu. Bu kayıtları elde etmek pek
kolay olmasa da –satış temsilcileri her satıştan sonra bu
kayıtları Bayan Emily’nin ofisine götürüyorlardı– bunlar çok
gizli belgeler de sayılmazdı. Bir sonraki Satışlar’dan sonra
satış temsilcilerinden birinin yanında takılırsam, sayfalara göz
atmam çok zor olmazdı.
Böylece planımın ana hatlarını çıkardım, ertesi birkaç gün
boyunca da ayrıntılandırdım; bunu yaparken belirlediğim her
adımı atmam gerekmediğini anladım. Kalem kutusunun
Satışlar’dan geldiği konusunda haklıysam, sadece blöf
yapmam yeterli olacaktı.
Ruth’la saçakların altında yaptığımız konuşma böyle
başladı. Sisli bir gündü ve yağmur çiseliyordu. İkimiz
yatakhane barakalarından spor çadırına doğru yürüyorduk
sanırım, emin değilim. Her neyse, avluyu geçtiğimiz sırada
yağmur şiddetlendi ve hiç acelemiz olmadığı için ana binanın
saçaklarının altına, ön giriş kapısının yanına kaçtık.
Bir süre oraya sığındık ve sisin içinden çıkıp evin
kapılarına doğru koşan öğrencileri izledik, ama yağmur bir
türlü hafiflemiyordu. Orada durdukça gerginliğim arttı, çünkü
beklediğim fırsatı yakaladığımı bilyordum. Eminim Ruth da


bir şeylerin yaklaştığını anlamıştı. Sonunda, açıkça
konuşmaya karar verdim.
“Geçen salı günkü Satışlar’da,” dedim, “deftere
bakıyordum, kayıt defterine yani.”
“Neden kayıtlara bakıyordun?” diye aceleyle sordu Ruth.
“Niye böyle bir şey yapıyordun ki?”
“Hiçbir sebebi yok. Christian C. satış temsilcilerinden
biriydi, ben de onunla konuşuyordum. Büyükler’deki
oğlanların en iyisi o, kesinlikle. Sayfaları da öylesine
çeviriyordum, bir şey yapıyor olmak için.”
Ruth’un düşünceleri hızlanmıştı, bunu görebiliyordum,
şimdi neden bahsettiğimi anlamıştı. Ama sakin bir şekilde:
“Bakması sıkıcı bir şey,” dedi.
“Yo, ilginçti aslında, insanlar neler almış, görüyorsun.”
Bunu söylerken yağmuru izliyordum. Sonra dönüp Ruth’a
baktım ve şoke oldum. Ne bekliyordum bilmiyorum; son bir
ay içinde kurduğum bütün fantezilere rağmen, şu anda
gözümün önünde gerçekleşen olayı yaşamanın nasıl olacağını
hiç düşünmemiştim. Ruth’un ne kadar üzgün olduğunu
gördüm, ilk defa dili tutulmuştu ve gözyaşlarını bastırmaya
çalışıyordu. Birdenbire davranışım bana çok şaşırtıcı göründü.
Bütün uğraşım, bütün planlarım en sevgili arkadaşımı üzme
amacını taşıyordu. Kalem kutusu hakkında küçük bir yalan
söylemişse ne olmuş yani? Hepimiz gözetmenlerden birinin
kuralları görmezden gelip bizim için özel bir şey yapmasını
zaman zaman hayal etmemiş miydik? Ani bir kucaklayış,
gizli bir mektup ya da hediyenin hayalini kurmamış mıydık?
Ruth’un tek yaptığı bu zararsız hayallerden birini bir adım
ileri götürmekti; Bayan Geraldine’in adını bile kullanmamıştı.
Kendimi çok kötü hissediyordum ve kafam karışmıştı.
Orada, Ruth’un yanında durup sise ve yağmura bakarken,


verdiğim zararı düzeltecek bir şey gelmiyordu aklıma.
Sanırım şöyle zavallı bir söz söyledim: “Her şey yolunda,
fazla bir şey görmedim.” Aptalca sözlerim havada asılı kaldı.
Birkaç saniye süren sessizlikten sonra, Ruth yağmurun içine
yürüdü.


Altıncı Bölüm
Ruth beni açıkça olanlardan sorumlu tutsaydı, herhalde
kendimi daha iyi hissederdim. Ama ilk kez içine kapanmıştı.
Sanki bu olanlar onu çok utandırmıştı –ezmişti–; hatta
kızamayacak ya da bana cevap veremeyecek kadar utanç
içindeydi. Saçakların altındaki konuşmadan sonraki birkaç
karşılaşmamızda en azından öfkelenmesini bekledim, ama
hayır, o tamamen medeni, belki biraz da soğuk davranıyordu.
Onu afişe edeceğimden korktuğunu fark ettim –kalem kutusu
tabii ki ortadan yok oldu–; benden korkmasına gerek
olmadığını söylemek istedim. Ama sorun şu ki, olanlar açıkça
konuşulmadığından, konuyu tekrar açmanın yolunu
bulamadım.
Bir süre, Ruth’a, Bayan Geraldine’in kalbinde özel bir
yeri olduğunu ima etmek için her fırsatı değerlendirmeye
çalıştım. Mesela bir keresinde, bazılarımız ders arasında
dışarı çıkıp İngiliz beyzbolu antrenmanı yapmak istemiştik,
çünkü üst sınıf öğrencileri bizimle maç yapmak istiyordu.
Oysa yağmur yağıyordu ve dışarı çıkmamıza izin verilmesi
zor görünüyordu. Bayan Geraldine’in nöbetteki
gözetmenlerden biri olduğunu gördüm ve: “Eğer Ruth gidip
Bayan Geraldine’e sorarsa, belki bir şansımız olur,” dedim.
Hatırladığım kadarıyla bu önerime kimse katılmadı; belki
duymadıkları için, çünkü o sırada herkes konuşuyordu. Ama


bunu Ruth’un tam arkasında durarak söyledim ve Ruth’un
memnun olduğunu gördüm.
Bir başka seferinde de birkaçımız Bayan Geraldine’in
dersinden çıkıyorduk ve kapıdan çıkarken Bayan Geraldine’in
tam arkasına düştüm. Bayan Geraldine’in arkasında benim
yerime Ruth yürüsün diye adımlarımı yavaşlattım. Bunu
yaparken hiç tantana yaratmadım, sanki bu doğal, yapılması
gereken ve Bayan Geraldine’in hoşuna gidecek bir şeymiş
gibi davrandım; kazara iki en iyi arkadaş arasında kalsaydım
yapacağım şeydi. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Ruth bir an
şaşkınlığını belli etti, sonra beni başıyla selamladı ve geçti.
Bu tür küçük şeyler Ruth’u mutlu etmiş olabilir, ama o
sisli günde saçakların altında yaşadığımız kırgınlığı onarmak
için yeterli değildi. Bu konuda olumlu bir adım atamadığım
hissi içimi kemirmeye başladı. Özellikle hatırladığım bir anı;
spor binasının önündeki banklardan birinde oturuyordum
akşamüstü, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum, pişmanlık ve
iç sıkıntısından neredeyse gözyaşlarına boğulacaktım. Hiçbir
şey değişmeseydi ne olurdu bilmem. Belki her şey unutulur
giderdi ya da belki Ruth ve ben birbirimizden uzaklaşırdık.
Derken birdenbire her şeyi yoluna koyacak bir şans çıktı
karşıma.
Bay Roger’ın sanat derslerinden birindeydik, ama o bir
nedenle sınıftan dışarı çıkmıştı. Bu yüzden şövalelerin
arasında dolanıyor, çene çalıp birbirimizin çalışmalarına
bakıyorduk. Sonra Midge A. adındaki kız yanımıza geldi ve
Ruth’a arkadaş canlısı bir sesle:
“Kalem kutun nerede? Nefis bir şey o!” dedi.
Ruth gerildi ve etrafta kim var kim yok diye hızlıca
çevresine baktı. Belki dışardan bir iki öğrenci dışında herkes
bizim gruptandı. Satış kayıtları konusunu Ruth’dan başka


kimseye açmamıştım, ama sanırım o bunu bilmiyordu.
Midge’e cevap verirken sesi her zamankinden yumuşaktı:
“Yanımda değil. Koleksiyon sandığımda tutuyorum.”
“O kadar tatlı ki! Nereden almıştın onu?”
Midge’in Ruth’u sorgulayışı son derece masumaneydi, bu
çok belliydi. Ama o anda çevrede bulunan herkes, Ruth’un
kalem kutusunu ilk gösterişi esnasında 5. Oda’da olan
öğrencilerdi ve hepsi bakıyorlardı. Ruth’un tereddüt ettiğini
gördüm. Daha sonra olanları tekrar aklımdan geçirdiğimde
anladım; bana mükemmel bir fırsat sunmuştu. Oysa o sırada
düşünmeden hareket etmiştim. Ruth’un garip bir açmazda
kaldığım Midge ya da başkası fark etmeden önce söze
girmiştim, hepsi bu.
“Nereden aldığını söyleyemeyiz.”
Ruth, Midge ve diğerleri bana baktılar, belki biraz
şaşırmışlardı. Ama serinkanlılığımı sürdürdüm ve sadece
Midge’le konuşmaya devam ettim.
“Kalem kutusunun nereden geldiğini söylememek için
bazı iyi nedenlerimiz var.”
Midge omuz silkti. “Yani bir sır.”
Büyük bir sır,” dedim. Sonra, terslemeye çalışmadığımı
göstermek için ona gülümsedim.
Diğerleri de beni desteklemek istercesine başlarıyla
onayladılar. Ama Ruth’un yüzünde belirsiz bir ifade vardı.
Sanki aklı şimdi tamamen başka bir yerdeydi. Midge yine
omuz silkti ve hatırladığım kadarıyla konu orada kapandı. Ya
yürüyüp ayrıldı yanımızdan ya da başka bir şey hakkında
konuşmaya başladı.
Satış kayıtları konusunu nasıl Ruth’la açıkça
konuşamadıysam, o da şimdi Midge’le arasına girmemden
dolayı bana teşekkür edemiyordu. Ama sadece sonraki iki gün


boyunca değil, takip eden haftalar boyunca bana karşı olan
davranışlarından anlamıştım; benden çok memnun kalmıştı.
Yakın geçmişte aynı durumda kaldığımdan, onun da benim
için çok özel, hoş bir şey yapmak için fırsat kolladığını
gösteren işaretleri kolaylıkla görebiliyordum. Bu iyi bir histi.
Hatta bir iki kez, keşke bana iyilik yapma şansını yıllarca
yakalayamasa da, aramızdaki bu iyi his hep sürse diye
düşündüğümü hatırlıyorum. Öyle ya da böyle, beklediği fırsat
doğdu; Midge olayından yaklaşık bir ay sonra, en sevdiğim
müzik kasetimi kaybettiğimde.
O müzik kasetinin bir kopyası hâlâ var bende. Yakın
zamana kadar, yağmurlu günlerde arabamla tarla yollarında
dolaşırken arada bir dinlerdim. Ama şimdi arabamdaki
kasetçalar o kadar kötü durumda ki, kaseti çalmaya cesaret
edemiyorum. Odamda dinleyecek vaktim de olmuyor. Yine
de, bu kaset sahip olduğum en değerli şeylerden biri. Belki
sene sonunda, bakıcılıktan ayrılınca daha fazla dinlemeye
vakit bulurum.
Albümün adı, Karanlıktan Sonra Şarkılar ve Judy
Bridgewater’ın. Bugün bende olan kopya, Hailsham’daki,
sonradan kaybettiğim kaset değil. Yıllar sonra Tommy’yle
Norfolk’ta bulduğumuz kaset; ama bu da başlı başına ayrı bir
hikâye, daha sonra anlatacağım. Şimdi o ilk kasetten
bahsetmek istiyorum, kaybolan kasetten.
Konuyu daha fazla açmadan önce, o günlerde Norfolk
hakkında yaşadığımız bir olayı anlatmalıyım. Bu konuda
yıllarca konuştuk, sanırım kendi aramızda bir şaka haline
gelmiş ve küçükken bir ders sırasında başlamıştı.
İngiltere’nin farklı bölgelerini Bayan Emily öğretti
bizlere. Karatahtaya kocaman bir harita asar, hemen yanına da


bir şövale yerleştirirdi. Sonra, diyelim ki Oxfordshire’ı mı
anlatıyor, o bölgeye ait fotoğrafları gösteren büyük bir
takvimi şövalenin üstüne yerleştirirdi. Hatta bu resimli
takvimlerden oluşan bir koleksiyonu vardı, bölgelerin çoğunu
bu yöntemle öğrendik. Haritada bir noktayı işaret eder,
şövalenin başına geçer ve yeni bir resim gösterirdi, içinden
nehirler geçen küçük köyler, tepelerin eteklerinde beyaz
anıtlar, tarlaların yanında eski kiliseler vardı; sahilde bir yeri
anlatıyorsa, insanlarla dolu plajlar, martıların uçuştuğu
yamaçlar görürdük. Sanırım çevremizdeki yerler hakkında
fikrimiz olmasını istiyordu, şimdi yıllar sonra, bakıcı olarak
yollarda o kadar vakit geçirdikten sonra, farklı bölgeler
hakkındaki bilgilerimin hâlâ Bayan Emily’nin şövale üstüne
yerleştirdiği resimlerden gelmesi ne kadar ilginç. Diyelim ki
arabamla Derbyshire’dan geçiyorum; sahte Tudor tarzı bir
pub ve savaş anıtı olan yemyeşil bir köy ararken buluyorum
kendimi ve aradığımın, Derbyshire’ın adını ilk duyuşumda
Bayan Emily’nin bize gösterdiği resim olduğunu fark
ediyorum.
Her neyse, anlatmak istediğim şu; Bayan Emily’nin
takvimlerinde bir eksiklik vardı, hiçbirinde Norfolk’la ilgili
tek bir resim yoktu. Aynı dersleri birkaç kez gördük, her
seferinde, acaba Bayan Emily Norfolk’a ait bir resim buldu
mu diye merak ettim, ama resimler hiç değişmedi. İşaret
değneğini haritaya doğru şöyle bir sallar: “İşte burada Norfolk
var. Çok hoş bir yerdir,” derdi.
Sonra bir gün Bayan Emily’nin durup düşüncelere
daldığını hatırlıyorum, belki de elinde resim olmadığı için ne
göstereceğine karar vermemişti. Sonunda düşünmeyi bıraktı
ve tekrar haritaya döndü.


“Bakın, Norfolk burada, doğuda, denize uzanan şu
burunda sıkışıp kaldığı için, orada gidecek hiçbir yer yoktur.
Kuzeye ve güneye giden insanlar...” –işaret değneğini bir
aşağı bir yukarı oynattı– “Norfolk’a hiç uğramaz. Bu yüzden,
İngiltere’nin çok sakin bir köşesidir, oldukça güzel bir yerdir.
Ama aynı zamanda kayıp bir köşedir.”

Yüklə 1,25 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə