31
İnsan değerli bir varlık olup, varlıkların en mükemmelidir. Ancak, yukarıdaki
ayetlerden de anlaşılacağı üzere, insan aynı zamanda hem doğru yola hem de yanlışa
yönelebilecek bir nitelikte yaratılmıştır. Hevâ, insanı bu olumsuz yöne sevkeden
unsurların başında gelmektedir.
Ancak hevânın insan nefsinde potansiyel olarak mevcut olması o kimsenin
mutlak suretle yanlışlara düşmesi anlamına gelmez.
Hevâ insanın en kuvvetli zaafıdır. İlim, insan için hevâya karşı doğru olanın
hangisi olduğu bilgisidir. Akıl ise öyle bir lütuf ve nimettir ki, kişinin hevâya karşı
doğruyu tercih etmesinde rol oynar.
C-HEVÂ-NEFS İLİŞKİSİ
Allah ilahi kulluğu gerçekleştirebilmesi için bir takım arzuları insana
sevdirmiştir. Yani nefs (insan benliği) yaratılışı itibariyle hevâ ve şehvet kuvvetlerine
sahiptir. Ancak, Allah koyduğu meşru sınırlar içerisinde insanın ilim ve akılla bu
yönünü günah olmayan yararlı yönlere kanalize etmesini ister. Yani, şehvet kuvveti
de denilen bu arzuları Yüce Yaratıcı insanlara sevdirmekle birlikte, imtihanının da
bir gereği olarak bunlara sınırlamalar getirmiştir. Ancak, insan bazen bu sınırlamaları
aşarak hevâsına uyup O’na asi olabilmektedir. Şöyle ki:
Kur’an’da:
“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü?”
(
Furkân
25/43) buyrulmaktadır.
32
Burada hevâsını ilah edinen kişinin arzularına kulluk etmesinden dolayı puta
tapan kimse gibi şirk içerisinde olduğu ifade edilmektedir. Demek ki putların (sahte
ilahların) en başta geleni insanın hevâsıdır.
İnsan kelimesi hem “yakın olmak (üns)”, hem de “unutmak (nisyan)” ile
alakalıdır ve biri olumlu diğeri olumsuz bu iki manayı da özünde barındırır. Tek
başına kelimelerin manaları dahi böylece bir ilahi hakikati duyurur: İnsan beşeriyeti
ile ademiyeti arasında sınanan bir varlıktır. İnsanın vazifesi “beşer” olarak
kalmamak, beşeriyetini ademiyetinin emrine vererek başlangıçtaki, meleklerin secde
kıldığı kâmil halini kazanmaya çalışmaktır. Bu hal “ahsen-i takvim” dir. Eğer insan
beşeriyetine yönelir, ademiyetini ihmal ederse “esfel-i sâfilîn” den olur.
32
Şüphesiz ki insanda hevâyı yaratan Yüce Allah’tır. Nitekim Allah nefsi
yaratmış ve ona fücur ve takvasını ilham etmiştir. Bununla birlikte, Yüce Allah’a
kullukla, ondan başkasına eğilmemekle nefsini yücelten de, Yüce Allah’tan başka
şeylere taparak nefsini alçaltan da yine insandır.
Ancak nefs, hevâ gibi kötü bir şey değildir. İyi tarafları da kötü tarafları da
vardır. Bu da göstermektedir ki insanın hamuru veya benliği yapısal olarak hevâya
kaynaklık edecek durumdadır. Hevâ, insandaki hayvani arzulardan ibarettir. Hevâyı
insanın yapısından gelen arzu ve ihtiraslar olarak nitelendirebiliriz.
İnsanın bu arzu ve ihtiraslara karşı her zaman zaafları vardır.
Sufîlere göre emmare nefs; bedensel hazlara meyilli, lezzet ve şehveti
emreden, kalbi süflî (alçak) yöne çeken bir kuvvettir. Suflî isteklerin peşinden
sürüklenen bu nefs, insanın her zaman yücelikten basitliğe düşürebilmektedir.
32
Ali Yurtgezen, “Adam Olmak”, Semerkand Aylık Tasavvufi Dergi, Sayı 81, Eylül 2005.
33
İnsan tanımlanan bu huy ve haliyle kalır ve bu onda kuvvetlenirse ıslah
edilmesi zorlaşır. İşte insanda kesinlikle var olan, onun için bu kadar önemli ve bir o
kadar da tehlikeli olan bu yönü çok iyi tanımak gerekir.
Nitekim Kur’an insan benliğindeki bu zaafları haber vermekte ve bunlar
dikkate alınmazsa düşülecek durumları bildirmektedir.
O halde, insan hem kendisindeki zaafları bilmeli ve ona göre davranmalı, hem
de kendi işinden kendi sorumlu olduğunu idrak etmelidir. Allah’ın razı olmadığı şeyi
arzulayan nefs, sahibine zarar verecek kötülükleri emreder.
Bir insan genel ve sınırsız, sırf mutlak hevânın kayıtsız egemenliğine girerse,
hevâ da onu kendisini sonuç hakkında düşünmeksizin hazır olan lezzete çağırır.
Ondan acı ve elem çekse ve bu onu gelecek lezzetlerden menetse bile, yine de insanı
şimdiki ve geçici lezzetleri elde etmeye teşvik eder ki bu hep öyle olur.
Hevâya meyilli nefse uymak hayvani bir özgürlük olmakla birlikte, insanın
arzuları önünde mağlup olması, şehvetine kulluk etmesi, iradesine sahip olmayıp
ihtiraslarının esiri olması durumudur. Bu durum insanlığını yitirmiş, köleleşmiş
kimselerin durumudur.
Nefs-i emmare sıfatı iki şeye şiddetle sarılır ve onları besler. Bunlar hevâ ve
bencilliktir. Nefsi emmare aynı zamanda da kendini üstün görme, kendini
beğenmişlik, gurur, kıskançlık, dedikodu, haksızlık, eziyet, işkence, Allah’a ortak
kabul etmek, Allah’tan ümidi keserek başkasından yardım beklemek, dünyaya aşırı
bağlılık, makam sevgisi, fuhuş gibi insanı felakete sürükleyen ve akla gelebilecek
bütün kötülüklerin kaynağıdır.
İnsan bütün bunların bilincinde olmalı, iç âleminin olayları ile beden
olaylarının karşılıklı birbirlerini etkilediklerini bilmeli ve ruhu bedene hakim
34
kılmalıdır. Aksi halde nefsin yapısında var olan bu olumsuz eğilimlerin insanı
egemenliği altına alması kaçınılmazdır.
33
VI- AKIL-DAVRANIŞ İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA HAZ DÜŞKÜNLÜĞÜ
Hz. Muhammed (s.a.v) bir hadisinde:
“Akıllı, Allah Teâlâ’ya iman edip Peygamberlerine inanan ve emirlerini
yerine getiren kimsedir.” buyurmaktadır.
34
Büyük İslam âlimi Gazâlî (rah.) ise aklı dört manada izah eder. Buna göre:
1-İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir.
İnsanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazari ilimler öğrenmeye kabiliyet kazanırlar ve
birçok gizli hüner ve sanatları elde ederler.
2-İkinin birden çok olduğunu bilmek; bir adamın bir anda iki yerde
bulunamayacağının bilmesi gibi zaruri ilimlerdir.
3-Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim, tecrübelerden anlar ve
tecrübeler kendini olgunlaştırırsa ona akıllı denir.
4-Yaratılıştan olan huyun bir dereceye yükselmesidir ki bütün bu işlerin
neticesini anlar ve geleceği tehlikeli olan hazlara davet eden şehvetini yener. Bu
kuvvet kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp geleceği düşünerek
hareket ettiği için akıllı sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir hususiyettir.
Buna “akl-ı müstefad” denir.
Aklın bu dört manasından birincisi asıl ve köktür. İkincisi, onun en yakın
dalıdır. Üçüncü mana, birinci ve ikinci manaların dallarıdır. Çünkü tecrübe ilimleri
33
Cora, ss. 64-69.
34
Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn (I. Cilt), s. 218.
Dostları ilə paylaş: |