Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014, 5(1), DOI:10.1501/sbeder
_
0000000065
140
İslamiyet: “Tüccarlar ve Cihatçılar”
İslam dinine baktığımızda ise, İslam öncesi Arap aşiretlerinin sosyo-ekonomik yapılarının
yansıması olarak kendini var etmiş Arap paganizmindeki çelişki ve çatışmaların İslamiyetle birlikte
farklı bir boyut kazanarak sürdüğünü görmekteyiz.
İslam öncesi Arap Yarımadası hem dinsel
3
, hem
etnik, hem de uyarlanma biçimleri bakımından oldukça heterojen bir yapıya sahipti. Şehirlerde temel
geçim örüntüsü ticarete dayanmakla birlikte, şehirleri kuşatan çöllerde ise göçebe çobanlar ve yine
göçebe savaşçı Bedeviler yaşamaktaydı. Aslında göçebeler de yağmalama yoluyla dolaylı olarak
ticaretten nasiplenmekteydi. Çünkü Arap Yarımadası önemli bir ticaret merkeziydi. Köle ticaretinden
baharat ticaretine, lüks tüketimden çeşitli madenlere kadar pek çok şey Arap tüccarların “kalemi”ni
oluşturmaktaydı.
Öte yandan Bedevi saldırıları bazen yerini, koruma işine de bırakıyordu. Bedeviler, kervanları
koruyarak, ya da yerleşik halktan ‘huve’ olarak adlandırılan haraç alarak da yaşamlarını idame
ettirebiliyorlardı (Lindholm, 2004: 48). Arap Yarımadası’ndaki göçebe ve yerleşikler arasında süren
çatışma ve uzlaşı şeklindeki diyalektik ilişkinin dışında, şehirler arasında da ticaretten kaynaklanan
çekişmeler söz konusuydu. Merkezi yönetimi olmayan Araplarda, her bir şehir kabileler ve aileler
arasında bölünmüştü. Dolayısıyla şehirlerde de, aileler arasında iktidar olma kavgası gündelik hayatın
bir parçasıydı. Nitekim Mekke’de Kureyş Kabilesi etkindi. Ancak Kureyş kabilesi içinde de Haşimi ve
Ümeyye gibi aileler arasında iktidar mücadelesi sürmekteydi. Yani hayatın her alanı aileden kabileye,
şehirden rakip şehirlere ve yerleşikten göçebeye uzanan karmaşık bir diyalektik ilişkiler ağına sahipti.
Söz konusu çekişmenin izlerini Kuran’da da bulmak mümkündür. Kuran’da (2004: 470) yer alan Fil
Sûresî’nde şöyle denilmektedir:
Rabbinin, fillerle gelen orduya ne yaptığını bilmiyor musun? Üzerine uçan varlıklar gönderip,
takdir edilen azaba uğratarak onların planlarını bozmadı mı? Sonunda onları, sapının dibine
kadar yenilen bir ekine benzetti.
Fil Sûresi’nde anlatılan hikâye “Ebrehe” hikâyesi olarak bilinmektedir. Bu hikayeye göre:
Yemen hükümdarı olan Ebrehe, Mekke’nin hem bir ticaret merkezi hem de hac merkezi
olarak yükselip zenginleşmesini çekemeyen birisiydi. Bu nedenle Mekke’de hacca gidilmesini
yasaklamayı ve Mekke yerine Yemen’de bir hac merkezi oluşturmayı düşündü. Bu amaçla
3
İslam’ın ilk ortaya çıktığı Mekke ve Medine dahi Semitik Politeizmin, Museviliğin ve Ortodoks Hıristiyanlığın
bir arada yaşadığı çok dinli bir yapıya sahipti (Eliade, 1997: 171).
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014, 5(1), DOI:10.1501/sbeder
_
0000000065
141
Yemen’de Kulleys olarak adlandırılan görkemli bir kilise yaptırdı. Tüm girişimlerine rağmen
Mekke’nin ticaret merkezi olmasını engelleyemedi. Bunun üzerine Ebrehe, ordusuyla gidip
Mekke’de yer alan Beyt-i Haram’ı yıkmayı planladı. Fillerle desteklenmiş Ebrehe ordusunun
şehirlerine geldiğini duyan Mekkeliler paniğe kapıldılar. Ebrehe Mekke’ye yaklaştığında,
şehrin lideri ve Kureyş Kabilesinin reisi Abdülmüttalib’e haber göndererek, “kimsenin
kendisine karşı koymamasını”, amacının “sadece Beyt-i Haram’ı yıkmak olduğunu” bildirdi.
Korkuya kapılan Mekke halkı Ebrehe’nin Beyt-i Haram’ı yıkmasına razı oldular. Ancak,
Beyt-i Haram’ı yıkmak için Mekke’ye yönelen Ebrehe ordusunun üzerine aniden taşlar
yağmaya başladı. Gök yüzü onlara taş atan kuşlarla doluydu. Bir anda Ebrehe ordusu filleriyle
beraber darmadağın olmuştu (Süleyme, 2003: 272-279).
İslamiyet öncesine dayanan Mekke - Yemen çatışması, İslamiyet döneminde de devam etmiş;
hatta Yemen, İslamiyet'in ilk yıllarından itibaren heterodoks hareketlerin en önemli kalelerinden birisi
olmuştur. Nitekim 987’de Yemen’de kurulan Zeydi Devleti’nden sonra 1962’ye kadar kesintili olsa da
Zeydi imamları yönetimi ellerinde bulundurmuştur (Rahman, 1995: 252).
Benzer şekilde Mekke ve Medine arasında da hasmane bir ilişki vardı.
Bu nedenle Muhammed
Peygamber bu çelişkiyi akıllıca değerlendirmiş ve Mekke’de işler yolunda gitmeyince Medine’ye
geçmiştir. Sanıldığının aksine Medinelilerin Muhammed Peygamberi sahiplenmeleri İslam'a olan
inançlarından değildi. Çünkü Medine’de Müslüman olmuş insanların sayısı 100’ü geçmemekteydi
(Rahman, 1995). Asıl neden yukarıda bahsedilen Mekke ve Medine arasındaki ticari çekişmeydi.
Tahmin edileceği gibi İslamiyet'ten sonra da söz konusu çatışmalar devam etmiş ve yeri
geldiğinde yine bu ilişkilerden kaynaklı İslam’ın teolojik yorumları dahi farklılaşmıştır. Üstelik
İslamiyet, Arap Yarımadası dışına yayılınca hem dinsel hem de siyasi anlamda pek çok farklı kültürle
karşılaşmış ve çoğu yerde söz konusu kültürler içinde yeni biçimler almıştır. Söz gelimi Musevilik,
Hıristiyanlık, Zerdüştilik, Maniheizm, Budizm ve Mazdekizm gibi dinlerin yanı sıra bu dinlere ev
sahipliği yapmış olan İran, Çin, Mısır, Hint, Yunan ve Anadolu kültürlerinin siyasal örgütlenmeleri ve
uyarlanma biçimleri İslam’ın pek çok farklı yorumlarının ve pratiklerinin ortaya çıkmasında etkili
olmuştur.
Öte yandan ilk Müslümanlar, Muhammed Peygamberin yakın çevresindeki zenginlerin yanı
sıra, “bir kısmı daha sonra savaş ganimetleriyle zenginleşecek” (Weber, 1968: 262-263) olan
çoğunlukla fakir ve ayrıcalıkları bulunmayan insanlardan oluşmaktaydı.
Muhammed’in sözlerinde ve
Kuran’da yer alan “herkesin Allah katında eşit olduğu” ibaresi ve zenginlerden alınan zekât, özellikle
toplumun ezilen kesimlerini cezp etmiştir. Bu söylem aynı zamanda, ilk yıllarda, zengin aristokrat
aileleri de rahatsız etmiştir (Lindholm, 2004: 124). Ancak bu durum İslamın zenginliği lanetlediği,