*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır


SOL HAREKETİN YENİDEN DOĞUŞU: 1960-70



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə11/24
tarix08.04.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#36691
növüYazı
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   24

SOL HAREKETİN YENİDEN DOĞUŞU: 1960-70
1960-70 dönemi, sol hareket açısından yalnızca bir yeniden doğuş dönemi değil, aynı zamanda kitlelerle son derece canlı bağların kurulduğu bir aydınlanma dönemidir. Bu yıllarda devrim, sosyalizm ve Marksizm kavramlarının (her biri son derece çarpık bir temelde de olsa) yaygın bir tartışma, ilgi ve desteğe konu olduğunu söyleyebiliriz.
1960’lı yıllar sol hareketin makro düzeyde politika yapma imkanını elde ettiği, aydınlarda siyasi radikalizm eğiliminin yaygınlaştığı, sendikal planda yeni arayışların gündeme geldiği bir tarihsel kesittir. Bütün bu gelişmeler, genelde kapitalizmin ve modern sınıfların belirli bir gelişmişlik seviyesine ulaşmış bulunduğu ve özelde de 27 Mayıs’ın yarattığı siyasi cereyan ve ortama bağlı olarak şekilleniyordu. 27 Mayıs askeri darbesinin yeniden ivme kazandırdığı “millici”, “sanayileşmeci” ve “demokratikleşmeci” cereyan, devralınabilecek kökleşmiş herhangi bir devrimci sınıfsal mirasın ve etkilenebilecek herhangi bir devrimci sosyalist uluslararası odağın bulunmadığı 60’lı yıllarda, toplumun değişik kesimlerinin arayış ve taleplerini de doğrudan doğruya etkiliyordu.
’60 sol hareketi bu süreçte ve ilk başlarda özellikle toplumun arayış içindeki iki farklı kesiminin eğilimleri üzerinde şekillendi. Bu kesimlerden biri aydınlar diğeri ise sendikacılardır. YÖN ve TİP ve daha sonra MDD ise ’60 sol hareketini temsil eden siyasi odaklardır.
Bu akımların programatik yaklaşımlarını, “devrim”, örgüt ve sınıf perspektiflerinin kapsam ve anlamını, geçirdikleri iç evrimi ve gelecek döneme devrettikleri mirası kavramak, sol hareketin bugününü anlamak açısından da özel bir öneme sahiptir.
YÖN
Kapitalist gelişme, bir yandan pre-kapitalist unsurlarla bütünleşerek ve onu dönüştürerek gelişmesini sürdürürken, bu aynı süreç, orta köylülüğün alt kesimleri, küçük mülk sahipleri için yoksullaşma ve yoksul köylülük için mülksüzleşme ve proleterleşme süreci demektir. Kır hayatı içinde etki ve sancıları çok daha yoğun olmakla beraber şehir hayatında da bu süreç, tekelcileşmeyle beraber orta ve küçük burjuvazinin artan hoşnutsuzluğu anlamına geliyordu. Özellikle 50’li yılların sonlarına kadar sanayileşme konusunda ciddi bir gelişme sağlanamaması, bu tarihten sonra gündeme gelen “montaja” dayalı sanayileşmeye rağmen kırın boşalması, yoksullaşma ve gecekondulaşmanın devam etmesi, prekapitalist unsurların ve bağımlılık ilişkilerininin farklı bir düzeyde olsa da varlığını sürdürmesi, küçük-burjuva ve orta sınıfların hoşnutsuzluğu kadar aydınların da “bu kapitalizm” karşısında eleştirel bir tavır almalarını doğurdu, özellikle “bağımsız sanayileşme” ideolojisiyle şekillenmiş Cumhuriyet aydınları ve dahası TKP kadroları açısından mevcut kapitalistleşme sürecinin “kalkınma” ve “çağ(117)daşlaşma” getirmeyeceğini, yalnızca bağımlılık ve “Filipin tipi demokrasi”yi doğuracağını düşünmek son derece doğaldı. Üstelik bu kapitalizm “toprak ağalığı”, “tefecilik-bezirganlık” gibi feodal unsurlarla siyasi ve iktisadi planda bütünleşiyorsa...

İşte YÖN çizgisi kapitalist gelişmeye bağlı olarak oluşan bu sosyal-sınıfsal ilişkilerin aydınlar üzerinde yarattığı “etkilerin” bir ürünü olarak şekillendi. Bu şekilleniş ise ideolojik dayanaklarını Kemalizmde buluyordu.


’60 sol hareketi içinde döneme ideolojik ve siyasi perspektif açısından en hazırlıklı giren YÖN Hareketidir. Kemalist devrimin tüm kazanımlarına sahip çıkmak ve onun hedef ve perspektiflerine yeniden geçerlilik kazandırmak iddiasını taşıyan YÖN, eski CHP’li aydınlarla bir takım akademisyenlerin ortak çabası olarak şekilleniyordu. Klasik Cumhuriyet aydını devletçidir ve kendini devletle bütünleştirir; dolayısıyla kapitalist gelişme onun bu toplumsal ve ideolojik konumunu da sarsıyordu. Ağırlıkla CHP’li aydınlardan oluşan YÖN’cülerin hedeflerini “üstten devrimcilik”le sınırlamaları, hiç kuşkusuz klasik Cumhuriyet aydınının devlete yakın pozisyonuyla da doğrudan bağlantılıydı.
1961’de yayın hayatına başlayan YÖN, bu temel perspektif doğrultusunda hedeflerini “çağdaş uygarlık”, “batılılaşma”, “hızlı kalkınma”, “üretimde planlı devletçilik”, “sosyal adaletin sağlanması” vb. olarak saptıyor ve bu hedefler doğrultusunda “öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbüs ve yöneticilerin” topluma yön vermek için ortak çaba içerisinde olmaları gerektiğini belirtiyordu. Dönem boyunca YÖN’ün bu programdan yana ve bu programa karşı güçler hakkındaki tahlillerinde belirli değişiklikler olmasına karşın, programın özünde hiç bir değişiklik sözkonusu değildir. Değişim yalnızca anti-feodal yanı ağır basan Batıcı-çağdaşlaşmacı bir yaklaşımdan, anti-emperyalist, anti-feodal bir doğucu, üçüncü yolcu yaklaşıma doğrudur.
1980’lere uzanan süreçte tüm devrimci demokrat hareketlerce neredeyse bir ön kalıp sayılan ve strateji tartışmalarına ana dayanak yapılan feodalizm-kapitalizm, sanayi burjuvazisi-ticaret burjuvazisi, emperyalizm-milli kapitalizm vb. kategorik ayrımlar ve bunlar arasında kurulan ikilemci mantık YÖN’ün progrâmatik çerçevesinin en asli unsurları arasında yeralmaktadır. YÖN tüm dönem boyunca hiç değişmeyen bir çizgi olarak ilerici mahiyette, ülkenin bağımsızlığından ve kalkınmasından yana bir burjuva kliğin varlığını aramış ve “devrim” anlayışında bu gücün desteklenmesi merkezi bir konuma sahip olmuştur. YÖN’ün programı, özel mülkiyetin kaldırılması, işçi sınıfının tarihsel rolü vb. gibi temel konularda marksist argümanlarla baştan arasına bir sınır çizmiş, gerek öngördüğü değişimin muhtevası gerekse de bunu gerçekleştirecek toplumsal bileşimin saptanması açısından sosyalist dünya görüşünden son derece net bir biçimde farklı bir tercihe sahip olmuştur.(Buna karşın sosyalizm sözcüğüne YÖN’de sıkça rastlanmaktadır. Şöyle: "Sosyalizm, komünizmin panzehiridir" (Abdi İpekçi), " Kemalizm'in altı oku, Türk sosyalizminin temel taşlarıdır. Faşizm ve benzeri ideolojiler, komünizm belası, ancak böyle bir sosyalizmle önlenebilir". (Muzaffer Karan) (YÖN, 12 Eylül 1962, s.39)YÖN’cüler sınıf analizinin Türkiye’ye uymayacağını, Türkiye’deki temel sorunun milli çıkarlar doğrultusunda anti-emperyalist ve anti-feodal mücadele olduğunu belirtiyorlardı.
YÖN’cülerin tüm bu nedenlerle sınıfa bakış açıları da son derece nettir. Onlara göre “sınıf önderliği meselesini sanki bugünün en hayati meselesiymiş(118)gibi herşeyin üstünde sayan bir davranış çeşitli sosyal sınıfların psikolojisini gözönünde tutmadığı için, hiç değilse taktik bakımdan hatalı olmuştur". (Doğan Avcıoğlu, YÖN, Eylül 1966) Sınıf önderliği sorununu "hiç değilse taktik bir hata" olarak değerlendiren YÖN’cüler “çıkarları modernleşme ve kalkınmadan" yana olan "ara tabakaları" “politik hayatta sonucu tayin edici unsur" (Doğan Avcıoğlu, YÖN, Eylül 1966) olarak değerlendirmekle ve bu kesime sınıfa göre çok daha belirleyici bir misyon yüklemektedirler.

Programatik hedefleri açısından son derece belirgin sınır çizgilerine sahip olan YÖN’cüler, aynı zamanda bu amaca ulaşmanın yöntemi konusunda da berrak bir tavra sahiptirler. YÖN’ün programını uygulamak için öngördüğü method hem kemalist gelenekten hem de bu metodu daha gerçekçi gösteren bir olayın, 27 Mayıs’ın yarattığı beklenti ve umutlardan güç ve destek alıyordu. Alttan “ara tabakaların” basıncı ve üstten “genç subayların” çözücü darbesi YÖN’ün “devrim” stratejisinin kapsamını oluşturmaktadır.


Bu akımın örgüt anlayışı da kuşkusuz, “devrim” perspektifiyle son derece uyumludur. Bir aydın hareketi olarak YÖN’ün pratik politika ile ilgisi hep bir “entellektüel cereyan” yaratma çabası ile sınırlı kalmış, bu cereyanın sonuçlarını örgütlemek ve doğrudan siyasal bir aksiyoner olmak çabası ise hiç olmamıştır. YÖN, iktidar hamlesini gerçekleştirme görevini çok net bir biçimde kendi dışına, orduya havale etmiş, kendi misyonunu ise “mevcut düzeni sarsmak” ve bir harekete geçirici odak olmakla sınırlamıştır. İktidar hamlesini kendi dışındaki odaklardan bekleyen YÖN için örgüt sorunu hiç bir zaman önemli olmamıştır. Bütün dönem boyunca, TİP’e alternatif olarak gündeme getirilen başarısız Çalışanlar Partisi girişimi bir yana bırakılacak olursa, YÖN ’ün en önemli örgütsel girişimi Sosyalist Kültür Derneğinin kurulmasıdır.(Sadun Aren, Seyfi Demirsoy gibi farklı yelpazeden kurucuların bulunduğu Sosyalist Kültür Derneğinin amacı, "Milliyetçi, demokratik ilkelere dayanan ve aşırı sınıf çalışmalarını önleyecek" bir sosyalizmin savunulmasıdır. (YöN, 16 Ocak 1963, s.57)
YÖN, bir darbe beklentisi içinde olduğu ölçüde örgüt olma gereği duymamış, ama darbeyi teşvik edeceğini umduğu kitle hareketlerini çeşitli araç ve müdahalelerle alevlendirmeye çalışmıştır.
TİP
Türkiye’de sendikal yapılar sınıf mücadelesinin örgütsel bir ürünü olmaktan ziyade, daha sürecin başlarında, 1946’da devletin yoğun denetim ve yönlendirmesine tabi olarak oluştu. Devlet bu tarihlerde sendikal alanda oluşan merkezkaç(119)eğilimlerini ise yoğun bir baskı ve yasak zinciri altında elimine etti. Ne var ki güdümlü bir tarzda oluşturulmuş ve ABD sendikacılığı ile devletçilik anlayışının kaynaştığı bir ideolojik eğitime tabi tutulmuş olsalar da, sendikacılar arasında da kapitalist gelişme ve işçi sınıfının nicel ve nitel gelişmesine paralel olarak farklı arayış ve yönelimler gündeme geliyordu. TİP, sendikacıların, devlete bağlı sendikal anlayışa ve “siyaset yasağı”na karşı, Avrupa sendikacılığından da ilham alan bir tepkisinin ürünü idi.

Radikal bir geleneği bulunmayan “1946 sendikacı kuşağı” ile bir müddet sonra sendikacıların çağrısı üzerine TİP’e katılan “sosyalist aydınlar”ın sınıfsal-siyasal eğilimleri dönem boyunca TİP’e damgasını vuracaktır. TİP’e katılan aydınların geçmiş birikim ve mirasla dirsek temasları vardı; ne var ki, M. Ali Aybar, B. Boran ve S. Aren’de temsilciliğini bulan bu aydın potansiyel, 1960’lı yıllara bu eski birikimin taşıyıcılığını dahi yapamadılar. Her birinin ortak yanı sosyalizmin liberal bir yorumuna sahip olmalarıdır. Örneğin S. Aren, daha 1960’lı yılların başında YÖN’de kaleme aldığı bir yazıda, Türkiye’de sosyalizmin sınıfsal sömürü ve adaletsizliklerin değil, kalkınma sorununun bir çözümü olarak gündeme girdiğini ve bu nedenle sosyalizme barışçıl geçişin mümkün olduğunu iddia ediyordu. Bu ideolojik argümanlar zamanla kendi içinde evrim geçirmekle beraber öz olarak hiç değişmeden TİP’e damgasını vurdular. TİP’in “sosyalist” aydınları da sosyalizmle kalkınma arasında bire bir ilişki kuruyor, YÖN ve MDD’den bu amaca ulaşmanın yöntemi üzerinde ayrılıyorlardı.


TİP’in çözüm yöntemi, mevcut demokratik anayasal çerçevenin korunması ve genişletilmesi, “işçi ve emekçilerin partisinin” parlamenter yoldan iktidara gelmesidir. TİP, Türkiye’de sosyalizmin nesnel ve öznel şartlarının oluşmadığını iddia ediyor ve sosyalizmi bu şartların olgunlaştırıldığı bir ara sürecin arkasına yerleştiriyordu. TİP’e göre sosyalizmin nesnel koşullarını oluşturmak, ancak sosyalist parti liderliğinde bir çeşit devlet kapitalizmi uygulayıp kalkınma sorununu halletmekle mümkün olabilirdi. Sosyalizmin öznel şartlarını oluşturmak ise demokrasinin ilerletilmesi sayesinde gerçekleşebilirdi. İşçi sınıfı ancak demokratik bir ortamda eğitimini tamamlayabilir ve tarihsel görevlerini kavrayarak kendi partisini demokratik yoldan iktidara getirebilirdi. Kısa zamanda dar bir aydın çevresi olmaktan çıkarak bir kitle partisine dönüşen ve politik varlığını parlamenter düzene borçlu olan TİP, tüm bu nedenlerle darbeci anlayışlarla daha başlangıçta arasına sınır çizmiştir. Bu farklı politik tutumun kapsam ve anlamı B. Boran’ın şu sözlerinde ifadesini bulmaktadır: “Demokratik yolu ve yığınları başa koymak gerekir, reformlar köklü değişikliklerden çıkarı olan sınıfların uyanması ve teşkilatlanmasıyla gerçekleştirilebilir."(Aktaran, Abdurrahman Atalay, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, No:63, s.2143)
TİP’in parti anlayışı da kendi politik konumlanışı ile doğrudan bağlantılı olarak parlamentarizm ile şekillenmiştir. TİP’de seçimlere girebilmek, girilen seçimlerde “başarı” kazanmak, örgütsel şekilleniş konusunda da temel motivasyondur. Üye standartlarında, il ve ilçe teşkilatlarının kuruluş tarzında ve çok daha çarpıcı olarak Genel Merkezin Ankara’ya nakledilmesinde hep bu anlayış doğ(120)rultusunda hareket edilmiştir.
1965 seçimini izleyen dönemde sosyalizm vurgusunun öne çıkması ve cepheci anlayışlarla araya bir sınır çizilmesi partinin liberal-popülist karakterinde bir değişiklik yaratmadı. TİP’in 1965’te ulaştığı “sosyalizm” anlayışı marksist-leninist bir kavrayışın gelişmesi anlamına gelmiyordu. Bu sosyalizm vurgusu, daha çok, bu yıllarda “ortanın solu” anlayışına yönelerek TİP’e yakınlaşan ve TİP’i yedeklemek isteyen CHP ile farklılaşmanın bir aracıydı.("...toplumculuk akımını yozlaştırmak için her çareye başvuran CHP bugün Türkiye İşçi Partisine karşı himayeci gösterilmek istenirken, sol akımın önderliğini ele geçirmeye çalışıyor." (Suat Aksoy, Sosyal Adalet dergisi, Ağustos 1965, sayı:17) Orta ve küçük-burjuvazinin tekelcileşmeye ve uğradığı önemli gelir kayıplarına paralel olarak sola yönelişinin belirginleştiği 1965 ve izleyen dönem, aynı zamanda iki parti arasında parlamenter solun temsilciliği konusunda rekabetin de şiddetlendiği bir dönemdir. “Seçim zaferi”nin ardından “1968’de başa güreşmek, ‘70’lerde de iktidar olmak” düşleri gören TİP’in cephe tezlerini bir kenara bırakarak “sosyalizm” vurgusunu öne geçirmeye başlaması bu dönemde ve bu şartlar altında gerçekleşti.
Bu nedenle TİP’in “sosyalizm” vurgusunu öne çıkarmaya başlamasına rağmen, ittifak, örgüt, öncülük vb. konularda eski çizgiyi muhafaza etmesi ve çok daha önemlisi 1965’li yıllarda çok daha köylücü bir çizgiye yönelmesi, yalnızca görüntüde bir paradokstur, gerçekte ise TİP’in parlamenter konumlanışı açısından büyük bir iç tutarlılığa sahiptir. TİP parlamentarizmi aşmak için değil, aksine bu çizgiyi değişen şartlar altında da koruyabilmek güdüsüyle 1965 seçimlerinden sonra sosyalizm vurgusunu devreye sokmuştur.
Tüm bunlara karşın dönem boyunca işçi sınıfına hem fiziki olarak hem de söylemde en yakın pozisyonda görünen siyasi odak TİP’tir. TİP’in üye bileşiminde ve oy potansiyelinde işçi sınıfı belirli bir ağırlığa sahiptir. Ne var ki, bu konuda da görüntü ile gerçek arasında önemli bir mesafe olduğu söylenebilir. TİP’de önemli bir sendikacı ağırlığının olması, partinin işçi sınıfı içinde de kayda değer bir örgütlülüğü olduğu kanısı uyandırabilmektedir. Gerçekte ise, dönem boyunca, TİP’in işçi sınıfı içinde örgütlenmesinin önünde, sendika bürokrasisi kendi aristokratik çıkarlarıyla en büyük engeli oluşturmuştur. Partideki orta sınıf aydınları ile sendika bürokrasisi arasında işçi sınıfının denetiminin sendika bürokrasisine bırakılması konusunda adeta zımni bir anlaşma vardır. İkinci ve daha önemlisi de, TİP’in mevcut işçi üyeleri ile arasındaki örgütsel ilişki, fabrika temeline dayalı bir ilişki değildir.
Neticede TİP’in işçi sınıfına bakışı da parlamentarizmle koşullanmış liberal-popülist bir bakıştır. TİP için, özellikle 1968’lere kadar, işçi sınıfı önemi sıklıkla köylülüğün gerisine düşen bir oy potansiyelidir. TİP’in sosyalizm anlayışının parlamenter-popülist karakteri, parti, iktidar vb. sorunlara yaklaşımda da net bir biçimde görülmektedir. Anti-emperyalist mücadeleyi reddeden, bunun yerine sözde anti-kapitalist mücadeleyi yerleştiren TİP için, anti-kapitalist-sosyalist(121)mücadele işçi sınıfının bağımsız siyasal-örgütsel ve ideolojik mücadelesine dayanması gereken bir süreç değildir. Aksine “Türkiye’de... (Batı’dakinden farklı olarak -E.E.) sosyalist hareket, işçi-emekçi sınıfların birleşik hareketi olarak gelişmektedir”.(Behice Boran, Sosyalizm ve Türkiye Sosyalizmi, s.86) Sosyalist hareketin işçi ve emekçilerin ortak hareketi olarak geliştiği yönündeki bu tespit doğal sonuçlarına, parti ve iktidar anlayışına dek genişletiliyordu. TİP’in liberal-popülist anlayışının bir uzantısı olarak sosyalist parti “işçi ve emekçilerin ortak partisi”, sosyalist iktidar da “tüm emekçi sınıfların ortak iktidarı” olarak tanımlanmıştır.
‘60’lı yılların ortalarından itibaren, pratik planda işçi hareketi ve toplumsal muhalefet hareketlerinde yükselme ve militanlaşma, parlamenter umutların erimeye başlaması vb., teorik planda ise hayli sınırlı ve çarpık bir kavrayışa dayansa da marksist birikimin genişlemesi, bu hareketin mevcut konumunu teorik-pratik planda daha tartışmalı hale getiriyor ve yeniden bir kimlik tanımlamasını zorunlu kılıyordu. Örneğin TİP’in bu yıllarda içine düştüğü çelişkiyi, İdris Küçükömer’in 1968 yılında ve TİP Ankara Kurultayında yaptığı konuşma çarpıcı bir biçimde özetlemektedir.
Parti içindeki çelişmenin objektif şartları var. O da şudur. Tüzük ve program eskimiştir... Ve program yapıldıktan sonra Türkiye’de şahit olduğumuz bir strateji tartışması ortaya çıkmıştır... Programdaki bu eksiklik ve bunun yanında mevcut tezatlar, parti dışından, bu parti devrimci bir parti midir, bu parti sosyalist bir parti midir, eylemde nasıl hareket edecektir vs. soruları sorarak, bu parti içindeki çelişkileri ortaya atmıştır.” (Aktaran, TİP’ in Birinci On Yılı, İnfo Türk Yay., sayı: 143)
İşte bir yandan MDD’cilerin strateji ve icazetcilik-devrimcilik tartışmalarının TİP tabanında önemli bir yankı bulması ve TİP içinde MDD’ci muhalefetin güçlenmesi, diğer yandan Aybarcı popülizmin sendika bürokrasisinde yarattığı hoşnutsuzluk ve hepsinden önemlisi TİP’in güç kaybına uğradığının gittikçe netleşmesi, Emek grubu etrafında bir parti içi muhalefetin şekillenmesini tazyik etti.
Emek grubunu yaratan gelişmeler, popülist argümanlara karşın 1967’den itibaren partinin taşrada ciddi bir güç yitimine uğraması, ama öte yandan TİP’in üzerinde yükselebileceğine inandığı bir işçi potansiyelinin ortaya çıkmasıdır. Bu eğilimi, 1967 yılında bir grup sendikacının Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’i kurmuş olmaları güçlendirdi. TİP’le yakın bağı bulunan DİSK kısa zamanda işçi sınıfının genelinde sempati ve ilgi toplamaya başlamıştı.
TİP içinde reformist bir işçi hareketi yaratma amacı etrafında gelişen ve Emek’te cisimleşen muhalefet, partiyi bu çizgiye oturtabilmek açısından, yalnızca partinin yıpranmış önderi Aybar’ı değil, daha önemlisi partinin reformist konumunu sorgulayan ve onu “sonu görünmeyen maceralara” kanalize etmeye çalışan MDD muhalefetini de tasfiye etmek zorundaydı. Böylece sosyalist devrim argümanları bir kez daha ve bu kez daha marksizan biçimde, partinin parlamentarist çizgisini, reformist bir işçi partisi yaratma temelinde yeniden inşa(122)etmek ve ona zarar verecek unsurları tasfiye etmek amacıyla devreye sokulacaktır.(Örneğin B. Boran, ihtilalci parti konumlanışının ancak devrimci bir duruma bağlı olarak ortaya çıkabileceğini ve bugün devrimci bir durumdan da sözedilemeyeceğine göre sosyalistlerin işçi sınıfının çıkarlarını parlamenter yoldan korumalarının dışında hiç bir seçenekleri olmadığını söylüyordu. Emek grubu devlet, devrim, parti, ittifaklar vb. gibi sınıfın ihtilalci hareketinin oluşumu açısından kritik önem taşıyan konularda eski çizgiyi sürdürdü. TİP yönetimine karşı muhalefetlerini ilan ettikleri daha ilk sayılarında Emek dergisi yazarları, TİP’in işçi ve emekçi sınıfların ortak partisi olması gerektiğini belirtiyorlar, ayrıca sosyalist iktidarı da işçi ve emekçilerin ortak iktidarı olarak tanımlıyorlardı. Böylece Aybar TİP’i ile Emek grubu esasen parti-sınıf ve sosyalist iktidara ilişkin ortak yaklaşımları savunuyorlardı.)
MDD
1965’lerde şekillenmeye başlayan, 1967’lerden sonra yükselişe geçen MDD Hareketi ise, bu dönemin eski TKP mirası ile en dolaysız bağları bulunan siyasi odağıdır. Hemen tüm önemli kadroları eski TKP kökenli olan MDD, ’60-70 döneminde adeta YÖN’le aynılaşan bir politik tutum gösterir. Ne var ki YÖN ile MDD arasında, ikincisinin daha marksizan ve alt sınıfların eylemine daha yakın bir pozisyonda olmasından kaynaklanan farklılık, YÖN’ün geleceğe hiç bir politik miras ve etki bırakmadan sönmesine neden olurken, MDD’yi ’71 devrimci hareketinin şekillendiği ve etkilendiği bir odak haline dönüştürdü.
MDD, hem eski TKP’den hem de ’71 sonrası hareketlerden belirgin farklılıklar taşıyan ve bir yönüyle ’60-’70 dönemine has bir harekettir. Devralınan mirasın zayıflığı, olumsuzluğu, birikim yetersizliği, örgütsüz bir ara dönem ve uluslarası planda etkin bir devrimci marksist odak bulunmaması vb. gibi faktörler MDD hareketini, 27 Mayıs’ın pratik, YÖN’ün ise teorik etkisine çok daha açık bir hale getiriyordu. MDD eski TKP mirasıyla YÖN’ün bir sentezi olarak şekillendi. Ayrıca bir rakip olarak TİP’in varlığı ve bu TİP’in dış TKP tarafından destekleniyor olması, MDD’nin daha ilk adımda önemli bir gençlik tabanı elde etmesi MDD çizgisinin ’60 sonrası şekillenişinde önemli faktörler oldu.
1967’lerde MDD Hareketi daha başından TİP’le aralarındaki temel ayrım noktasının programatik değil mücadele anlayışına ilişkin bir ayrım olduğunu deklare ederek siyaset sahnesine çıktı. MDD Hareketi de YÖN ve TİP’le ortak kanıyı paylaşıyordu. Nesnel ve öznel koşullar sosyalizm açısından henüz olgun değildir ve atılması gereken ilk adım sosyalizmin önkoşullarını hazırlayacak bir siyasal-sosyal ortamı yaratmaktır.
MDD Hareketi, işte bu noktada, sosyalizmin önkoşullarını yaratacak düzenin nasıl, hangi yolla kurulacağı konusunda TİP’ten ayrılmakta ve YÖN Hareketi ile paralelliğini önemli ölçüde korumaktadır. MDD’cilere göre, emperyalizme bağımlı komprador iktidar yıkılmadan sosyalizme geçişin koşullarını hazırlayacak bir düzen yaratılamaz. Sosyalizme geçebilmek için bağımlılığı ve geri üretim(123)ilişkilerini tasfiye etmek zorunludur. Bu, anti-emperyalist (milli), anti-feodal (demokratik) devrim aracılığıyla gerçekleşebilir.

MDD, teorik planda işçi sınıfını “önder güç” ve diğer toplumsal kesimleri ise “işçi sınıfının müttefikleri” olarak değerlendirmekle beraber, MDD ve SD arasında çizilen kesin kategorik ayrım, küçük-burjuva radikalizmine atfedilen siyasal misyon, gerçekte bu akımın da işçi önderliği ile sınıf partisi sorununu, “hiç değilse taktik bakımdan hatalı” değerlendirerek geleceğe ertelediğini göstermektedir. MDD’cilerin sınıf önderliği ve sınıf partisine ilişkin anlayışları cepheci anlayışın basit bir yansıması olmaktan öteye gidememektedir. Aydınlık dergisi, TİP’in ideal bir sosyalist parti olması için yapılması gerekenleri sıralarken, MDD’cilerin sınıf partisi anlayışlarını da net bir biçimde yansıtmaktadır. “TİP, sosyalizmin bilimini temel alan, emekçileri parti içinde örgütleyip sosyalist kadrolar oluşturmak ve bütün milli sınıfları milli kurtuluş saflarında toplamaya yönelen parti olmalıdır."(Aydınlık, Aralık 1968, sayı:2, s. 10)


MDD Hareketi, milli demokratik devrime kimin önderlik edeceği sorusuna, teorik planda dahi işçi sınıfı lehine kesin bir yanıt vermezken, küçük-burjuva radikallerinin demokratik devrim ve hatta sosyalist devrimden yana önemli bir güç olduğunu savunmaktadır. Teorik planda küçük-burjuva radikallerinin (özelde ordu) lehindeki bu eğilim, pratik politikada tam anlamıyla bir darbe teşvikçiliğine dönüşmektedir.
1968’li yıllara gelindiğinde, MDD çizgisinin demokratik devrim anlayışında da Komintern’in teorik çerçevesine doğru bir yakınlaşma görülür. Alt sınıfların gelişen muhalefetine karşın, MDD sürecinde temel ittifak olarak değerlendirilen milli burjuvazinin bir türlü ortaya çıkmıyor olması, bu sınıfın devrimciliği konusunda ve özellikle de gençlik hareketinin kadroları arasında ciddi şüpheler doğurmuştur. Bu dönemde özellikle geri kadroların basıncıyla MDD teorisinde, milli burjuvazinin tarafsızlaştırılması gereken bir güç olduğu yolunda vurgular ortaya çıkmıştır. Ne var ki buna karşın MDD’ci akımın politik yönelişi değişmemiş, daha da ötesi, “kaynayan ortam” darbeci zihniyeti daha da güçlendirmiştir.
MDD çizgisi açısından örgüt sorunu ise sürekli “güncel” ama hep ertelenen bir sorundur. MDD, dönem boyunca bir yandan TİP’i “sosyalist bir parti” olarak değerlendirmiş, öte yandan da onun politik hattını parlamentarizm ve icazetçilikle eleştirmiştir. 141 ve 142’nin yürürlükte olduğu bir Türkiye’de “gerçek bir sosyalist parti” kurulamayacağı ve kurulsa dahi bunun aynen TİP gibi icazetçi bir parti olacağı vurgusu, örgütsüzlüğün gerekçesi olarak kullanılmıştır.
Esasen MDD’nin sosyalist nitelikte bir örgütsel oluşuma sıcak bakmaması, YÖN ile aynı politik amaca sahip olması ile ilgilidir. MDD’nin YÖN’den tek farkı, darbeci beklentileri dejenere edilmiş marksist kavram ve kategorilerle ifade ediyor olmasıdır. MDD, iki önemli tespite dayalı olarak örgüt fikrinin uzağına düşüyordu. Birincisi; “bağımsızlık olmadan sosyalizm olmaz”, ikincisi; “bağımsızlığı sağlamak işi esasen küçük-burjuva radikallerine aittir”. Dolayısıyla “proleter devrimcilerin” görevi “küçük-burjuva radikallerinin “bağımsızlık”(124) mücadelesini desteklemek ve ancak bundan sonra kendi sosyalist siyasal görevlerini ve bu görevlerin yürütücüsü proletarya partisini gündeme getirmek olmalıdır.
İşte bu tespitler MDD ile YÖN’ün temel olarak “bağımsızlık, kalkınma” problematiğinde ifadesini bulan aynı amaca ve dahası bu amaca ulaşmak için alt sınıfların tazyiki ve kemalist subayların çözücü darbesinde simgeleşen aynı siyaset tarzına sahip olduklarını göstermektedir. Bu ortak amaç ve siyaset tarzı nedeniyledir ki, MDD’nin dönem boyunca örgütsel arayışı hep küçük-burjuva radikalleriyle ortak bir platform olarak düşünülen Devrimci Güç Birliğini (Dev-Güç) yaratma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Nitekim bu güç birliği 1968 Mart’ında Dev-Güç’ün kurulmasıyla gerçekleşti. Gel gör ki, Dev-Güç “küçük-burjuva radikalleri”ni harekete geçirmek konusunda herhangi bir başarı sağlayamadan ve fiilen FKF’nin eylemliliğine dayanan bir oluşum olarak bir süre sonra sönüp gitti. Dev-Güç projesinin başarısızlığa uğramasıyladır ki, MDD’nin etkilediği genç kadrolar arasında örgüt ve parti arayışı hızlandı. Bir müddet TİP’in ele geçirilmesi vaadleriyle doldurulan boşluk bu tarihten sonra daha da belirginleşti. Ve yeni bir parti için “sosyalist şura” toplanması girişimleri bu döneme denk düştü.
Örgüt sorununa yaklaşımda döneme damgasını vuran bir özellik de illegalite fikrinden uzaklıktır. Dönem boyunca, legalite imkanları dışında bir parti tarafların hiç birinin gündem ve perspektifinde değildir. Bu perspektif sınırlılığı en çelişik ve en çarpıcı biçimde, yine MDD şahsında ifadesini bulur. MDD’cilerin “141 ve 142. maddelerin yürürlükte olduğu bir ülkede gerçek sosyalist parti kurulamaz” gerekçesiyle parti oluşumunu erteleyen bir mantık sergilediklerini belirtmiştik. Dönem sonunda parti kurmak amacıyla sosyalist şura toplamayı planlayan MDD’cilerin bu kez de 141 ve 142 yürürlükte olduğu için “mümkün olduğunca az kusurlu” bir parti kurmak amacında oldukları görülür. Ne ki, TKP, dolayısıyla illegalite tecrübesine de sahip olan bu kadroların aklına “kusursuz” bir illegal parti kurmak fikri hiç gelmez.
Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə