*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır


Genel değerlendirme ve ara sonuçlar



Yüklə 1,58 Mb.
səhifə12/24
tarix08.04.2018
ölçüsü1,58 Mb.
#36691
növüYazı
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   24

Genel değerlendirme ve ara sonuçlar
1960’lı yıllarda, sol hareketin yeniden doğuşu, geri kalmışlığa ve bunun sorumlusu olarak görülen bağımlılık ilişkilerine tepki şeklinde gelişiyor. Bu tepki nesnel kaynağını emperyalizme bağımlı gelişmenin yarattığı toplumsal değişim ortamında buldu. Aydın kesimlerindeki politizasyon yükselişi moral dayanaklarını ise 27 Mayıs darbesinden alıyordu. 27 Mayıs, “kalkınma”nın önünde engel olarak gözüken “feodal” ve “emperyalist” güçlerin ve bu güçlerin çıkarlarını temsil eden “Amerikancı” iktidarların, genç subayların çözücü darbesiyle bertaraf edilebilecekleri ve ülkenin bağımsız kalkınmacı yola sokulabileceği yönünde umut verici bir örnek kabul edildi.
27 Mayıs’ın, YÖN-MDD Hareketlerinde cisimleşen bu umut verici etkisi, üstelik dönem boyunca uluslararası plandaki bazı siyasi gelişmeler tarafından da pekiştiriliyordu. Bir dizi ülkede anti-Amerkancı çizgi temelinde çeşitli “darbe”(125)girişimlerinin olması ve Nasır örneğinde olduğu gibi bunların bir kısmının “gözkamaştırıcı başarılar” elde etmesi, aydınların bu yöndeki siyasal eğilimlerini moral açıdan kuvvetlendiriyordu.

TİP, 27 Mayıs’ın kuvvetlendirdiği “darbeci” eğilimlerle daha baştan arasına sınır çizmekle beraber, o da kendi politik konumlanışına uygun bir tarzda, 27 Mayıs’ın kuvvetlendirdiği bir başka “eğilimin”, parlamentarizmin temsilcisi oluyordu. Dönem boyunca YÖN-MDD akımı 27 Mayıs’ın gerçekleştiriliş tarzını, TİP ise 27 Mayıs’ın gerçekleştirmiş olduğu “Demokratik Anayasa”yı, kendi politik amaç ve programlarıyla doğrudan doğruya ilişkilendireceklerdir.(Bu iki farklı politik konum kaçınılmaz olarak, tarihi de kendi politik konumlanışlarına göre yeniden yorumlayacaklardır. TİP ve YÖN-MDD çizgisinde hakim olan parlamenter ve darbeci anlayış, Cumhuriyet tarihinin dönüm noktaları konusunda da iki akımı farklı saptamalara götürecektir. Bu farklı saptamaların en önemli yanı, iki farklı eğilimin politik perspektif ve sonuçlarının geçmişi açıklama temelinde ifade edilmesidir. YÖN ve MDD açısından 1945 bir karşı devrim momentidir ve doğal olarak amaç da 1945 öncesine, demek ki yarım kalan devrim sürecine yeniden dönebilmektir. Nitekim M. Belli “Türkiye 1920’lerde sosyalist devrime bugünlerden çok daha yakındı ama 1945 karşı devriminden sonra gündemde olan artık MDD’dir” derken, aynı zamanda MDD’nin “devrim” perspektifini de ortaya koyuyordu. 27 Mayıs’ın gerçekleştiriliş tarzına değil ama “anayasası”na değer veren TİP, süreç içinde tarihi de kendi politik konumlanışı açısından yeniden inşa etti. Aybar, daha sonraki tarihine miras kalacak bir saptamaya tam da bu konumda ve dönemde ulaştı. MDD’ye göre bir karşı-devrim momenti olan 1945’ler, TİP’e göre, “çok partili hayata geçişi”, “demokrasiyi” başlattığı için Cumhuriyet tarihi açısından oldukça önemli bir ilerlemeyi temsil ediyordu.)


’60 solunun programatik çerçevesi de bu ortamda ve esasen ortak bir zeminde şekillenecektir. Kemalizmin sol yorumu YÖN’ün, YÖN-Kemalizm ve eski TKP çizgisinin sentezi de MDD’nin programatik çerçevesini oluşturdu. TİP’in programı ise temelde aynı çizgiyi temsil etmekle beraber, TİP bu programı kendi politik konumlanışı doğrultusunda pârlamentarist-liberal bir yoruma tabi tuttu. Ne var ki, neticede 27 Mayısçılık, Kemalizm, cephecilik, anti-emperyalizm, köylücülük, anti-feodalizm bu dönem solunun ortak programatik çerçevesini vermektedir.
1960’lı yıllar sol hareketin genel problematiği, “kalkınma” ve “bağımsızlık” ekseninde şekillenmiştir. Kapitalizmin nesnel-bilimsel kavranışına ve eleştirisine dayanan bir sosyalizm anlayışı yerine, toplumsal yapının geriliğine ve bağımlılığına duyulan bir tepkinin teorik planda ütopik, politik planda ise düzen kurumlarını doğrudan hedeflemeyen bir tarzda ifadesi, ’60 solunun karakteristiğidir. Kaynağında kapitalizmin bulunduğu sosyal ve sınıfsal sonuçlara karşı kaynağı gözardı eden bir programatik çerçeveyle karşı konulmaya çalışılmıştır.
Üçüncü yolcu, “bağımsız kapitalizm”ci bu temel popülist önermelerin teorik altyapısı da son derece eklektiktir. Üretimin evrenselleşme sürecinin hızlandığı, yabancı sermaye ile yerli sermayenin organik bir bütünleşmeye doğru yolaldığı(126)bu tarihsel kesitte, emperyalizm salt bir rantiye ilişki olarak değerlendiriliyor, onun feodal, yarı-feodal unsurlarla kurduğu ilişki, emperyalizmin sanayileşmenin karşıtı olduğuna kanıt sayılıyordu. Böylece emperyalizm-kompradorlar-feodal toprak ağaları ittifakına karşı, sanayinin gelişmesinden yana olan “milli burjuvazi” ilerici ilan ediliyordu.(TİP emperyalizmle yerli burjuvazi arasındaki çıkar ortaklığını, sanayi burjuvazisi ile ticaret burjuvazisi arasındaki bütünleşmeyi doğru tespit etmekle birlikte, sanayi burjuvazisinin farklı fraksiyonları arasında ilericilik-gericilik ayrımı yapmaktadır ve dönem boyunca ittifak yapmak amacıyla demokrasinin ilerletilmesinden yana burjuva fraksiyon arayışını sürdürmektedir.)
Oysa dönem boyunca süreç bu teorik yaklaşımların tümünün de Türkiye’nin yaşadığı kapitalistleşme sürecine ne denli zıt ve ütopik olduğunu gösterecekti. Emperyalizm sanayiyi geliştiriyor ve feodal unsurları da tedrici biçimde kapitalistleştirerek tasfiye ediyordu. Emperyalizmle, sanayi burjuvazisi de dahil yerli burjuvazi arasında temel bir çelişki değil, aksine hızlanan bir bütünleşme sözkonusuydu.
’60 sol hareketine damgasını vuran liberal-parlemantarist ve kemalist-popülist anlayış belirttiğimiz gibi bu akımların işçi sınıfının rolü ve parti-sınıf ilişkileri konusundaki yaklaşımlarında da hakimdir. Herşeyden önce belirtmek gerekir ki, ’60 sonrası sol hareketin yeniden şekillenişi işçi sınıfının rolünün değil, “cephe” politikalarının tartışıldığı bir ortamda gerçekleşiyor. Yalnızca YÖN’de değil, aynı zamanda TİP’de de ilk tartışma konusu “cephe” sorunudur. TİP’in yayın organı “Sosyal Adalet” daha ilk sayısında emperyalizme, büyük burjuvazi ve toprak ağalarına karşı, milli burjuvaziyi de kapsayan geniş bir cephe önerisi getiriyor. Bu noktada, 1965’e kadar TİP ve YÖN arasında herhangi bir uyuşmazlık ve tartışma yoktur. 1965 “seçim zaferi” TİP’in “cephe” vurgularında değişiklik yaratınca, bu tarihten itibaren YÖN, TİP’e karşı bir tavır alıyordu.
Ne ki TİP, MDD ve YÖN’de, özellikle de ilk ikisinde teori ve pratik alanında yaşanan çelişkili süreç daima daha marksizan argümanlar kullanılarak giderilmeye çalışıldı. Bu süreç, MDD’ciliğin kendi içinde bir kopuşla küçük-burjuva sosyalizmine evrilişine ve TİP’in yine bir iç ayrışma ile reformist bir işçi partisine dönüşme çabalarına dek uzanmaktadır. Yön aydınları ise ideolojik planda Kemalizmle kurdukları dolaysız bağlantılar ve dolayısıyla alt sınıfların siyasal eğilimlerine uzaklıkları nedeniyle, ’71 şokundan sonra, “kapitalist kalkınma yoluna” rıza göstererek ‘60’da ayrıldıkları CHP saflarına geri döndüler.
‘60’lı yılların sonlarına doğru, sol hareket, kapitalist ilişkilerin yaygınlaşmasına paralel olarak Kürt aydınları başta olmak üzere Kürt emekçi halkındaki ulusal uyanışın yarattığı basınçla da hem harekete hakim şoven çizgiyi aşmaya, hem de buna bağlı olarak kemalizmin ideolojik gölgesinden kurtulmaya başlamıştır.
1969’da Kürt aydınlarının ulusal bilinçlenmesinin örgütsel bir ifadesi olarak kurulan Doğu Demokratik Kültür Ocakları’nın etkin faaliyetleri, Irak’ta 1970’de(127)yapılan özerklik antlaşmasının moral etkileri ve kitleselleşen Doğu Mitingleri, özellikle de Kürt aydınları üzerinden ’60 sol hareketini de olumlu noktada etkiliyordu. Yayın hayatı boyunca Kürt sorunu hakkında yazı yayınlamamayı tercih eden Türk Solu dergisi 12 Mart günlerinde bu basınçtan etkilenerek adını Türkiye Solu olarak değiştirecek, TİP’in 1970’te gerçekleşen 4. Kongresi Kürt sorunu ile ilgili dönemin en ileri metnini, parti kararı olarak kaleme alacaktı.

1970’li yıllara gelindiğinde TİP ve MDD içerisinde Kürt ulusal sorununa karşı duyarlılığın artması ve bu sorunun artık “Doğunun geri kalmışlığı” ya da “kapitalizmin eşitsiz gelişmesi” argümanları ile değil, Kürt halkı üzerindeki ulusal tahakkümle açıklanan bir sorun haline dönüşmesi, sol hareketin evrimi açısından son derece önemli bir gelişmedir.


***
Bütün bu göstergeler, bu akımların siyasal konumlanışları ve ideolojik şekillenişleri açısından Marksizm dışı konumlarını göstermekle beraber 1960’lı yıllarda Marksizmin Türkiye toprağına, üstelik bu kez son derece etkili bir tarzda girdiği de açıktır. Marksizmin cisimleştiği bir ideolojik siyasal odağın bulunmaması, bu dönemi bir “marksist aydınlanma” dönemi olarak nitelememizi engellemez.
Her tarihsel-siyasal hareket, doğuş ortamının hem genel özelliklerinden hem de ondan daha çok özgün yapısından etkilenir ve bu özelliklerin koşullandırmaları altında şekillenir. Bu koşullandırmanın sonucunda, bazen Marksizm belirli bir coğrafyada ideolojik ve siyasal akım olarak oluşur, ne ki sıklıkla gerçekleşen bu değil, Marksizmin belirli bir sosyal-sınıfsal ortamın baskısı altında dejenerasyona uğramasıdır.
Marksizmin bütünsel ve iç tutarlılığa sahip bir ideolojik sistem olarak doğmuş olması, aynı zamanda bundan böyle “Marksizmin saflığının” da garanti altına alındığı anlamına gelmez. Genel planda Marksizmin sapmaları doğal olarak Marksizmin içinden çıkar. Ne var ki süreç, yerel planda adeta kural olarak tersinden işler ve marksist ideolojik ve siyasal odaklar, marksizmin sapmalarından ya da “marksist” olduğu iddiasındaki sınıf dışı akımlardan, bir dizi iç mücadele sonucu oluşur.
1960-70 dönemi, Marksizm dışı ideolojik-politik akımların damgasını vurduğu bir dönemdir. Buna karşın, emperyalist entegrasyona tepki, kapitalizmin sonuçlarına karşı alt sınıfların hareketlenmesi, dünya yüzeyinde esen Marksizm iddialı neo-popülist cereyan, TKP’nin etki ve birikimleri vb. etkenler, toplumsal çalkantı ve arayışların yoğunlaştığı bu dönemde, Marksizmi yeniden ve güçlü bir biçimde Türkiye’nin gündemine yerleştirdi. Bu, toplum yüzeyinde hayli etkili, bir o kadar da sığ ve çarpık bir “marksist” bilinçlenmenin yaşanması demekti.
Marksist bir ideolojik odağın ortaya çıkması, Marksizmin bilimsel-sınıfsal kavranışı ile mümkündür. Sosyalizmin bir siyasal hareket haline gelme süreci(128)ise bilimsel-sınıfsal kavrayışın, sınıf hareketiyle birleşme sürecinde ifadesini bulur. 1960-70 dönemi bu açıdan değerlendirildiğinde, modern kapitalist ilişkilerin tahlili üzerine oturan bir sosyalizm anlayışı, proletaryanın öncülüğü ve diğer sınıflardan bağımsızlığı kavrayışı, parti fikri vb. bu dönemde mevcut değildir ve bulundukları kadarıyla ise bir hayli dejenere olduklarını söyleyebiliriz. Kuşkusuz Marksizmin bu “çarpık” yorumu, salt başına teorik yetersizlik ve uluslararası alanda hakim olan ideolojik cereyanlarla açıklanamaz. Ne var ki, 1960-71 döneminde yaşanan “marksistleşme” sürecine ilişkin yapılan bir değerlendirme, bu dönemin teorik miras ve seviye bakımından oldukça sığ olduğunu ve bu durumun da mevcut aydın potansiyelini marksist ideolojik şekillenme konusunda dezavantajlı bir konuma düşürdüğünü saptamak durumundadır. Bu dönemin teorik kapasite açısından en gelişkin aydınları YÖN’cülerdir ve kendi dışındaki aydın potansiyelini de teorik olarak yönlendirdikleri söylenebilir. TİP programının YÖN’ün sunduğu programatik çerçeveyi nerdeyse kopya etmesi dahi bu yönlendirmenin etki derecesini açıklar. Behice Boran, Sadun Aren vb. gibi akademisyenlerin (geçmişte TKP ile dirsek temasında olmalarına karşın), marksist formasyonlarının hayli sınırlı olduğu söylenebilir. Marksist eserler üzerindeki yasağın 1960’lı yıllarda kalktığını ve bu eserlerin yoğun olarak yayımlanmasının ise dönem ortasından sonra gerçekleştiğini düşünürsek dönemin ilerici, devrimci kadrolarının marksist literatür hakkındaki bilgi birikimi daha iyi anlaşılabilecektir. İlerici-devrimci toplumsal muhalefetin odaklandığı TİP, kadro ve taban eğitimi konusunda dönem boyunca hemen hiç bir ciddi adım atamayacak, bu TİP’e yöneltilen eleştirilerin başlıcalarından biri olacaktır. Dönem boyunca marksist literatürün popülerleştirilmesi yönündeki adımlar daha çok da çeviriler aracılığıyla MDD Hareketi tarafından atılacaktır. Ne var ki bu çeviriler hem son derece sınırlıdır, hem de oldukça çarpıtılmıştır.

Hiç kuşku yok ki, uluslararası siyasal atmosfer ve uluslararası komünist hareketin yaşamış olduğu deformasyonun da marksistleşme süreci üzerinde etkileri mevcuttur. Ne var ki, ’60 sol hareketinin hiç bir unsurunun, uluslararası siyasal odaklarla doğrudan bir teması sözkonusu değildir. Bu hareketlerin uluslararası düzeyde organik ilişkilere sahip olmamaları, ideolojik-siyasal şekillenişlerinde de dış siyasal odakların belirleyici bir yönlendiriciliğe sahip olmadıkları anlamına geliyordu.


Bu dönem, Batıdaki devrim dalgasının çekildiği, bu coğrafyada kapitalizmin nispi bir istikrara ve gelişme çizgisine sahip olduğu, Doğu’da ise sınıfsal ve ulusal kaynaşmaların yoğunlaştığı bir tarihsel kesittir. Bunun ise ikili bir sonucu olmuştur. Bir; devrim dalgasının Doğu’ya kayması Marksizmi devrimci demokrasinin etkisine daha açık hale getirmiştir, iki; öte yandan devrim dalgasının Batı’dan çekilmesi ise bu coğrafyada Marksizmi reformist demokratizmin basıncıyla yüzyüze bırakmıştır. İki dünya savaşını izleyen dönemden günümüze uzanan tarihsel aralık Doğu’da ulusal kurtuluş savaşlarının Batı’da ise faşizmin yarattığı korku ve paniğin karşılıklı kuvvetlendirici etkisiyle de, bir devrimci sınıfsal teori olarak Marksizmi, sapmaların ya da sınıf dışı akımların dejeneras(129)yonu karşısında hayli savunmasız bırakmıştır. Kuşkusuz bu faktörlere, sosyalist ülkelerin yaşadığı deformasyon da eklenince, “dış odak”ların Marksizmin dejenarasyonunu önlemek bir yana bu dejenerasyonu pekiştiren bir etkiye sahip olduğu söylenebilir.

Türkiye de bu sürecin dışında değildi. Üstelik ‘60’lı yıllara sağlam ve olumlu marksist bir mirasın taşınamadığı düşünülünce, dışarda “düzeltici” bir mihrakın bulunmaması çok daha kritik bir öneme sahip oluyordu.


Rusya’da Marksizmin ortaya çıkış sürecinde, Batı’nın güçlü bir işçi hareketine ve güçlü bir teorik birikime sahip olduğunu ve marksistleşme sürecinde bu dış “düzeltici odak”ların hayli önemli bir role sahip olduğunu da hatırlarsak, Türkiye sol hareketinin doğuş ve oluşum sürecinde, ne denli önemli bir olanaktan yoksun olduğu da ortaya çıkar. Daha sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi Türkiye’de yaşanan marksistleşme sürecinde, kendisi deformasyona uğramış olsa da uluslararası komünist odakların yine de önemli bir rolü olmuştur.
Bu dönemde hayli yaygın olan “özgünlük” vurguları da dikkate alındığında, bu dönemin ilerici aydın potansiyelinin, en azından bir bölümünün (TİP’li aydınlar) uluslararası siyasal odakların teorik-ideolojik etkisine kendilerini daha başından kapalı tutmaya çalıştıkları da görülür. ’60 döneminde gerçekten de solun ortak çizgisi olarak tanımlanabilecek bir özelliğe, kendini “Türkiye’nin özgün yolunu” temsil etme misyonuyla tanımlama eğilimine tanık olunur. (“...Türkiye'ye özgü sosyalist rotayı çizmek ve Türk sosyalist hareketini yüzde yüz bağımsız yabancı etkilerden uzak, ... bir hareket olarak raya oturtmak mücadelesini vermektedir." B. Boran, Sosyalizm ve Türkiye Sosyalizmi, s.71 "Türkiye işçi Partisinin sosyalizmi, ‘Türkiye sosyalizmi’ ithal malı değildir. Bu ne Batıdaki, ne Doğudaki örneklere benzer." M. A. Aybar, aktaran Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, C.3, s.494 "Türkiye sosyalizmi bilimsel toplumculuğun ışığında ama her türlü dogmacılıktan, taklitçilikten, tekerlemecilikten kaçınarak, gaziler çağından ta istiklal Savaşına kadar kendi milli tarihinden destek bulan Türkiye'nin ..." YÖN, 7.5.1965, sayı:110 "... Türkiye emekçilerinin... çıkarları gereği, Sovyetler Birliği’ne bu ülkeyi yöneten partiye karşı olumlu bir tutumu benimsemek ... başka şeydir 'Moskovacı' olmak başka şey...'Maocu', 'Kastrocu', ‘Moskovacı’ yakıştırmalarına cevabımız şudur ... Biz Türkiyeciyiz. Türkiye emekçilerinin davasının savuncusuyuz biz." M. Belli, “Her Devrim Milli Bir Yol izler”, Türk Solu, 27 Şubat 1968) Bu “özgünlük” vurguları hem bu dönemdeki milliyetçi eğilimlerin gücünü göstermekte, hem de bu akımların Marksizm-Leninizmle ve uluslararası siyasal odaklarla araya sınır çizme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
MDD’ci çizgi ise, gerek geçmiş TKP ile gerekse Komintern gelenekleriyle kendini en fazla bağlı hisseden aydınlar tarafından temsil edilmektedir. Bunların o günkü SBKP, ÇKP vb. partilerin ideolojik-teorik argümanlarından haberleri olduğu da muhakkaktır. Ne var ki, M. Belli, H. Kıvılcımlı vb. aydınlarca temsil(130)edilen bu çizginin sözkonusu uluslararası odaklarla bağı son derece dolaylıdır ve SBKP çizgisine daha yakın bulunmalarına karşın, kendilerini nispeten “bağımsız” bir çizgiye oturtmaktadırlar.(1951 Tevkifatından sonra kendini tasfiye eden TKP, '60'lardan sonra iki ayrı kanat olarak ortaya çıktı. İç ve dış TKP. Dış TKP'nin SSCB ile doğrudan bağlantısı olması, M.Belli kanadını SBKP karşısında daha mesafeli ve soğuk bir yaklaşıma sürükledi.)MDD’cilerin ’60 sonrasındaki teorik-politik çizgileri kuşkusuz ki TKP mirası ile de bağlantılıdır. Fakat bu aydınların 1960 sonrası politik konumları, taşıyıcısı oldukları TKP çizgisinden dahi özellikle iki kritik konuda geridir.
Birincisi bu aydınlar, özellikle de M. Belli’de simgelenen çizgi, işçi sınıfının mücadelesi karşısında son derece ilgisiz bir konumdadır. Oysa Şefik Hüsnü TKP’si, faaliyeti boyunca sınıf içinde örgütlenme çabasına özel bir önem vermiştir. Birincisi ile doğrudan bağlantılı ikinci gerileme ise “örgüt” ve “illégalité” konularında görülmektedir. Yine Şefik Hüsnü TKP’si tüm Kemalizm hayranlığına ve bu hayranlıkla da beslenen legalist eğilimlere karşın örgüt fikrine hep yakındır. Ayrıca TKP, legal imkanlardan yoksun olunan bir dönemde illegal olarak siyasal faaliyet yürütmüştür. MDD çizgisi ise “icazetçiliğe” karşı olma adına legal planda hiç bir örgütsel oluşuma yönelmediği gibi illegal alanda faaliyet yürütmek için de herhangi bir çabası olmamış, dönem boyunca bir hareket görüntüsünü aşamamıştır.
Bu dönemin bir başka eski TKP’lisi H. Kıvılcımlı ise, sınıf ve parti kavrayışı açısından M. Belli çizgisinden daha ileri bir konumu ifade etmekle beraber, politik konumlanış açısından özel bir yer işgal etmez. H. Kıvılcımlı da, 1960 ve sonrası dönemde “darbe” umudu ve bekleyişi artan aydınlar arasındadır. 1930’lu yıllarda özellikle Kemalizm ve ulusal sorun konusunda TKP çizgisinden daha ileri bir tutuma sahip olan H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs’ın yarattığı sarsıntı içinde 1960’lı yıllara adeta bu ileri tutumlarını terkederek girer. ‘60’lı yıllarda H. Kıvılcımlı üzerinde de uluslararası siyasal odakların doğrudan ve belirleyici bir etkisi yoktur. H.Kıvılcımlı’da oluşan “darbeci” hayaller, onun “tarih tezi” ile şekillenen teorik sisteminin bir ürünüdür. Kıvılcımlı, Osmanlı ve Türkiye’nin “özgün” karakterinden kaynaklandığını iddia ettiği “ordunun bizdeki ilerici rolü” üzerine tezleriyle, başından itibaren özellikle devlet ve sınıf ilişkileri alanında çarpık bir marksist kavrayış edinmiştir.
Özetle, 1960-71 dönemindeki “marksistleşme” sürecinde, uluslararası siyasi odakların doğrudan ve belirleyici bir etkisi yoktur. Bu dönemde TKP ve Komintern geleneğinin etkilerini üzerinde taşıyan aydınlar dahi, geçmişe göre daha geri bir teorik ve politik konuma sahiptirler. TKP politik faaliyeti boyunca sürekli olarak Kominternin sağ kanadını oluşturan partiler arasında yeralmıştı. 1960’lı döneme ulaşan TKP’liler ise, kendi temsil ettikleri mirasın daha sağına düşeceklerdir. Bu durumun ‘60’lı yıllarda yaşanan “marksistleşme süreci” açısından önemli anlamları vardır. Bir, Marksizmin Türkiye toprağına etkin bir şekilde yerleştiği bu yıllarda, dünya düzeyinde “marksistleşme süreci”nin olumlu bir rotaya çekilme(131)sini sağlayacak etkin bir sosyalist siyasal odak yoktur; iki, varolan son derece sınırlı ve Kemalizmle bulaşık miras, bu yıllara çok daha dejenere bir biçimde taşınmıştır. Bir diğer özellik ise, tüm bu nedenlerle Türkiye sol hareketinin oldukça yerli bir akım olarak şekillenmesidir.

Gerçekten de, Türkiye sol hareketi ancak 1968’lerde uluslararası odakların etkisine daha açık hale gelecektir. Bu dönemde bir yandan Çin-Sovyet çatışmasının, diğer yandan Vietnam Devriminin ve Latin Amerika’daki gerilla mücadelesinin rüzgarlarının Türkiye sol hareketi üzerinde kuvvetli etkileri görülecektir. Ne var ki bu dış etkenler, sol hareketlerin politik ve teorik konumlanışlarında köklü bir değişiklik yaratmayacak, aksine sol hareketler az çok şekillenmiş yol ayrımında kendi politik yönelişlerine en uygun uluslararası odağı “yolgösterici” olarak kabul edeceklerdir. TİP, SBKP’nin “barışçıl geçiş”, “barış içinde birarada yaşama” vb. tezlerine daha belirgin bir şekilde angaje olmaya başlarken, MDD’ciliğin bir kesimi, SBKP’nin “kapitalist olmayan kalkınma yolu”, “ileri demokrasi” vb. tezlerine, diğer kesimi ise maoculuğun çeşitli yorumlarına ve Latin Amerika devrimciliği tezlerine vb. angaje olacaklardır. Kuşkusuz tüm bu etkilenmeler, oturulan sınıfsal-politik zemine göre çeşitli farklılıklar gösterecektir. Orta sınıf aydınların ve sendika bürokrasisinin etkilenişi, kendi reformcu politik konumlanışını meşrulaştırmak amacına dönük gerçekleşirken, gençliğin ve alt sınıfların yükselen eylemliliğinin temsilcisi olan kadrolar daha çok Marieghella, Guevara, Çarı Mazumdarcılık gibi Latin Amerika devrimciliği ve maoculuğunun devrimci yorumlarından kendi “eylem” arzularını meşrulaştıracak tarzda etkileneceklerdir.


1960-71 döneminde yaşanan “marksistleşme süreci”ni kavramak açısından saptanması gereken bir önemli unsur da, ’60 sol hareketinin devralabileceği radikal bir burjuva devrimci kültür, gelenek ve mirasın da bulunmamasıdır.
Varolan miras Kemalizm ve bu mirası en dolaysız bir biçimde temsil eden ise YÖN Hareketidir. Burjuva devrim mirasının dolaysız temsilcisi YÖN Hareketinin ise, ’60 sol hareketine katkısı, üçüncü yolcu eğilimleri güçlendirmek ve darbeci anlayışı yaygınlaştırmaktır. Burjuva devrimci mirasın örgüt, mücadele biçimleri, kültür vb. konularda son derece kısır olması, alt sınıfların mücadele konusunda geçmişten devralabileceği hiç bir ileri kazanım olmaması anlamına geliyordu. Aynı zamanda Cumhuriyet dönemi boyunca mevcut düzen kurumlarını karşısına alan radikal bir aydın hareketliliğine de rastlanmaması da, burjuva devrimci mirasın zayıflığı ile doğrudan bağlantılıydı. Cumhuriyet aydını kitle radikalizminden kopuk bir “yukarıdan devrimciliği” miras edinmişti. YÖN’cü aydınların ileriye dönük olarak devrimci aydın hareketliliği yaratma konusunda hiç bir birikim bırakmadan ‘70’li yıllarda tümüyle düzene entegre olması, bu durumun en somut göstergesi sayılmalıdır.
1971 darbesiyle kapanan dönemde, sol hareketin yaşadığı aydın erozyonu yalnızca YÖN kadroları ile sınırlı değildir. Sol hareket ’74 sonrasına son derece sınırlı bir aydın kadro devredebilecektir ve bunların pek çoğu da devrimci bir pozisyondan uzak bir politik konumlanışı tercih edeceklerdir. FKF, Dev-Genç(132)deneyimiyle açılıp 71 çıkışıyla doruğuna çıkan bu dönemden sonra öğrenci kökenli kadroların “marksistleşme süreci”nde sol hareketin aydın ihtiyacı açısından çok önemli bir yer tuttuğunu görüyoruz. Bu değişiklik sol harekette devrimcileşme sürecini hızlandırdığı gibi aynı zamanda bir teorik kısırlığın başlangıcı anlamına da geliyordu. 1960’lı yılların en önemli yanı bir aydın politizasyonu ile başlayan bu dönemin büyük bir aydın erozyonu ile sona ermesidir.
Gerçek anlamı darbeciliği aşmamakla birlikte YÖN ve MDD’nin bir devrim fikri ve ajitasyonuna sahip olması, ama devrim perspektiflerinin muhtevasıyla bağlantılı olarak da örgüt fikrinden uzaklıkları, öte yandan temelini parlamenter varoluştan alan, bu nedenle kitle radikalizmine kapalı olan TİP’te örgüt fikrinin daha gelişkin olması, ’60 sol hareketinin temel karakteristiklerindendir. Bu durum burjuva mirasın sınırlılığıyla da birleşince, devrimci akımların (örneğin Rus burjuva devrimcilerinin devrettikleri türden) ciddi bir örgüt mirası devralmamalarına neden olacaktır.
’60 sol hareketinin, geleceğe devrettiği bir başka önemli özelliği, işçi sınıfının sosyalizm için henüz nitel ve nicel anlamda “olgun” olmadığı şeklindeki ortak saptamadır. MDD’nin devrimi burjuva fraksiyonlara, TİP’in ise sosyalizmi uzak geleceğe devretmesinin temel gerekçesi olan bu saptama ’71 Hareketi açısından son derece çetrefil bir sorun olacak, bu hareketlerin parti-sınıf ilişkileri ve devrim teorisi açısından (dışardan esen neo-popülist cereyanın da basıncıyla) leninist kavramlardan uzaklaşmasını kolaylaştıracaktı.
Özellikle dönem sonuna doğru belirginlik kazanan temalara karşın, ’61-’71 dönemindeki yol ayrımlarının temel nedeni ne leninist literatüre bağlı strateji tartışmaları, ne de uluslararası siyasal odaklara karşı alınan farklı tutumlardır. Temel ayrım noktası, ’60 solunun çeşitli unsurlarının oturdukları toplumsal tabana da bağlı olarak farklı politika tarzlarını edinmeleri ve “devrim” sorununa yaklaşım tarzlarıdır. Gerek strateji tartışmaları gerekse de uluslararası politik odaklara karşı tutum bu ayrım üzerine ve bu ayrımın önemini karartacak tarzda gelişmiştir.
71 HAREKETİ: DEVRİMCİ BİR ÇIKIŞ
1968 ve izleyen yıllar, burjuva düzeninin iktisadi ve siyasi krizinin derinleştiği ve derinleşen krize paralel olarak kitle muhalefetinin yükseliş içine girdiği yıllardır.
Burjuva düzen, iktisadi planda dış ticaret açıklarının büyümesi, enflasyonun yükselmesi ve yatırımların durması vb. gibi etkenlerin yarattığı basıncın altındaydı. Mali bağımlılığın teknolojik bağımlılıkla bütünleşmiş olması, dış borçları ödemek için döviz bulamayan kapitalist ekonomide yatırımları da durduruyor ve mevcut üretimde önemli kapasite düşüşleri yaratıyordu.
İktisadi krize paralel olarak siyasi planda da bunalım öğeleri birikiyor, burjuva klikler arası ayrışma ve çatışmalar boyutlanıyordu. Burjuva düzeninin kurumlaşmış-geleneksel partileri AP ve CHP, bu ayrışmaya paralel olarak iç(133)bölünmelere uğruyorlardı. MGP, MNP, DP, CKMP gibi özellikle tarım ve taşra burjuvazisinin temsilciliğine soyunan yeni partiler ortaya çıkıyordu. Bu ayrışma ve çatışmaların yarattığı istikrarsızlık ortamında, burjuva düzenin temel kurumlarından biri olan parlamento, iktisadi-siyasi krize müdahale gücünü önemli ölçüde yitiriyordu.

Burjuva düzeninin bir diğer temel kurumu olan ordu ise, kendi içinde yaşanan çatlağa rağmen, özellikle hiyerarşinin üst kademelerinde bütünlüğünü koruyordu. Özellikle başlangıçta bir nevi sosyal güvenlik kuruluşu olarak kurulan, ama zamanla yerli ve yabancı sermayeyle ortak yatırımlara yönelen OYAK aracılığıyla ordunun sermaye düzenine ne denli bağımlı kılındığı, süreç içerisinde ve ancak pratiğin gücüyle kanıtlanabilecektir. 9 Mart’ta genç subayların giriştiği darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması, ordunun sermayeyle bütünleşme derecesini net olarak gösterirken, darbeci hayaller de yıkıma uğruyordu.

Düzen cephesinde bu gelişmeler yaşanırken kitle muhalefeti de gittikçe daha militan biçimlere bürünerek yükselişini sürdürdü. 1968 yılı sokak gösterilerinin yoğunlaştığı ve aynı zamanda bu gösterilerin sokak çatışmalarına dönüştüğü bir yıl oldu. Anti-emperyalist şiarlar etrafında yükselen kitle muhalefetine yönelik, burjuvazinin desteğinde örgütlenen gerici saldırılar yoğunlaşmaya başladı. Kanlı pazar ile doruğuna çıkan bu gerici saldırılar özellikle gençlik kesiminde silahlı mücadele fikrinin güçlenmesine de neden oldu.

Üniversite eylemlerinin işgallere, kır yoksullarının eylemlerinin mitinglerden toprak işgallerine, işçilerin eylemlerinin grevlerden fabrika işgallerine dönüştüğü ve sokak çatışmalarının yoğunlaştığı, bu dönemde, gençlik farklı ve kendi özgücüne dayanan bir eylem çizgisine adeta kendiliğinden ulaşmıştı.

TİP’in bu dönemdeki tavrı ise, ünlü “eylem yapmayalım provakasyon olur, faşizm gelir” tavrıydı. Bu tavrın dayandığı politik nesnellik yalnızca onun parlamenterist politika tarzı olabilirdi. Yoksa bu dönem, işçi eylemlerinin ve kitle muhalefetinin aldığı radikal biçimler bir yana burjuvazinin de net olarak parlamento dışı çözümlere yöneldiği, parlamenter mücadelenin olanaklarının tümüyle tükendiği bir dönemdir.

MDD ve artık Devrim dergisi etrafında kümelenen YÖN’cüler ise, gelişen anti-emperyalist gençlik hareketine hem anti-Amerikancı bağımsızlıkçı karakteri nedeniyle, hem de daha çok darbeyi uyaran hareketler olarak daha sıcak yaklaşıyorlar, eylemleri destekleyen bir ajitasyon-propaganda faaliyeti yürütüyorlardı. Ne var ki, onların eylemlere verdiği destek de politik amaçları doğrultusunda iki önemli kayıt taşıyordu. Orduyu karşıya almamak, milli ve küçük-burjuvaziyi ürkütmemek.

İşte 1960’Iı yılların sonlarına bu koşullar içinde girildi. Bu tarihlerde anti-emperyalist mücadelede pratik inisiyatif öğrenci gençliğin elindeydi. Gençlik bu mücadelede kazandığı radikallik ve inisiyatifi kendi örgütlenmesi olan FKF’ye de taşıyor, bu örgütlenmede Kıbrıs olaylarından 6 Filo’ya, küçük üretici eylemlerine, işçi eylemlerine vb. dek politikalar üretiliyordu. FKF’nin Dev-Genç’e (134)dönüşüm süreci, aynı zamanda gençlik kadrolarının kendi mücadele isteklerini “provakasyon olur” ya da “milli burjuvaziyi ürkütmeyelim” gerekçesiyle sınırlandırmak isteyen TİP ve MDD’nin çizgisine karşı da bir tepkinin oluşum sürecidir. TİP’in seçim yenilgileri, alt sınıfların yükselen ve radikalleşen eylemleri, burjuvazinin içindeki hesaplaşmaların netleştiği bu dönemde, hala “ilerici milli burjuvazi”nin herhangi bir politik aksiyonunun görülmemesi vb. bu kopuşun sosyal-siyasal ortamını hazırlamıştı. MDD’ci fikirleri desteklemek amacıyla yeni yeni çevrilen Lenin ve özellikle Mao’nun eserleri de, genç kadroların devrimde alt sınıfların ve öncünün rolü konusunda kendi konumlarına uygun teorik argümanlar edinmelerine imkan sağlıyordu.

’71 kopuşu, bu sosyal-siyasal atmosferde ve pratikte farklı bir mücadele çizgisi geliştirmiş olan gençlik kadrolarının kendi eylem çizgilerine teorik bir temel arama çabaları içinde şekillendi.


Politik-örgütsel ifadelerini de THKO, THKP-C ve TKP-ML’de buldu. Her biri genç kadrolar tarafından oluşturulan bu hareketler, TİP, MDD ve MDD’nin sağ kanadı olarak değerlendirilen PDA çevresinin eylemsizliğine, uzlaşmacılığına bir tepki olarak oluştu. Bu tepki herşeyden önce pratik bir tepki idi. Teorik planda ise bu hareketler, her biri farklı düzeylerde olmakla birlikte uluslararası devrimci popülist hareketlerle, MDD çizgisinin eklektik bir sentezine dayanıyorlardı.
71 devrimci hareketi
’71 kopuşunu simgeleyen örgütler içerisinde THKO (yarattığı moral değerler ve etkiler bir yana) geçmişi aşma konusunda ileriye en az miras bırakan akım oldu. THKO’da ’71 kopuşu hemen yalnızca bir pratik tavır olarak kaldı ve teorik alanda geçmişi aşmaya yönelik hiç bir ciddi uzanım sağlayamadı. THKO geriye bir kaç bildiri ve Türkiye Devriminin Yolu broşürü dışında hiç bir yazılı belge bırakmadı.
THKO, milli demokratik devrim çizgisini halk savaşı anlayışı çerçevesinde savunmaktadır. Ne var ki Mao’nun halk savaşı stratejisi işçi sınıfının tarihsel rolünü hiç değilse teorik planda reddetmezken, THKO "üretimde bulunan proletaryanın savaşıma müsait olmadığı" gerekçesiyle "üretim dışı proletaryayı (kır yoksulları ve küçük üreticilik)" temel almaktadır.
Gerek bu metinler, gerekse de THKO militanlarının savunmaları, bu örgütün, devlet, parti, sınıf vb. gibi temel sorunlarda MDD’nin dahi gerisine düşen bir kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir.
THKO’nun parti fikrine yaklaşımı “cephe”ci anlayışın ilkel bir uzantısıdır. Partinin bağımsız politik hattı ve cephe içindeki hegemonyası konularında, THKO oldukça geri bir çizgiye sahiptir. Sözkonusu olan bütün anti-emperyalist güçleri kapsayan bir ordu yaratmak ve partiye bu ordunun yürüttüğü mücadele süreci içerisinde ulaşmaktır.
THKO çizgisinin geçmişe dönük eleştirisinin temeli ve kapsamı bu metinlerde de ifadesini bulmuş, THKO geçmişin eleştirisi temelinde “silahlı mücade(135)lenin her şart altında temel mücadele biçimi olması gerektiği” sonucuna varmıştır.

THKO’da dönem boyunca ne bir ciddi örgütlenme faaliyeti nede ideolojik-teorik bir çaba görülmeyecektir.


Fokocu, kemalist eğilimler taşıyan THKO dışındaki diğer iki oluşum THKP-C ve TKP-ML, ’60 sol hareketinden daha kapsamlı kopuş denemeleridir ve bu nedenle kendinden sonraki dönemin sol hareketi üzerinde daha kalıcı etkiler yaratmışlardır.
THKP-C, MDD içinde yaşanan bir iç ayrışma sürecinin ürünü olarak doğmuştur. Ayrılık, teorik düzlemdeki ifadelerini, cephe, öncülük, aşamalı-kesintisiz devrim, demokratik devrimin muhtevası vb. konularda bulmuştur.
PDA çizgisi, demokratik devrimde hegemonya sorununa ve bu devrimin muhtevasına ilişkin Mihri Bellici yaklaşımı sürdürüyor ve devrimde proletaryanın mutlak hegemonyası fikrini reddediyordu. PDA’ya göre milli demokratik devrim, işçi sınıfının öncülüğünde dört milli sınıfın iktidarı ele geçirerek milli demokratik ekonomiyi uygulamasıdır. Ne var ki, bu devrimin proletarya hegemonyasında olması zorunluluğu yoktur ve pekala küçük-burjuva-milli burjuva önderliğinde de gerçekleşebilir.
PDA, tıpkı MDD gibi proletaryanın fiili önderliğinde olmayan, ama proletarya önderliğini “profesyonel devrimcilerin” ikame ettiği bir devrim anlayışından uzaktır. Ne var ki bu görünürdeki olumluluk politika zemininde burjuvaziye tam bir teslimiyete, reformist bir çizgiye tekabül ediyordu. Madem ki proletarya, devrimi gerçekleştirecek objektif ve sübjektif şartlardan yoksundur, o zaman yapılması gereken bu şartların oluşması için zorunlu olan koşulları yaratmaktır. Proletarya ancak bu koşulların yaratılmasına bağlı olarak tarihsel görevini yerine getirebilir. Bu MDD’ciliğin klasik aşamalı devrim anlayışıdır. PDA’nın bu noktada MDD’den tek farkı sahip olduğu köylücü eğilimdir. PDA kitlelere dayanmayan (“kitle çizgisine aykırı”) her türlü “devrim” girişimini “maceracılık” olarak değerlendirmektedir.
PDA başından itibaren teorik sistemini maoculuğun liberal yorumuyla sol kemalizmin bir sentezi üzerine inşa etmiştir. Devrim anlayışında anti-feodal mücadele hem emperyalizme, hem de tekelci sermayeye karşı mücadeleye göre çok daha baskın bir yer işgal etmektedir. Çıkarları feodalizmin tasfiyesinden yana olan kesimlerle cephe arayışı PDA’ya göre politik faaliyette yakalanması gereken temel halkadır. PDA milli cephe ile proletarya partisinin yaratılmasını aynı sürecin içiçe geçmiş görevleri olarak değerlendirmekte ve milli cephenin kurulması için proletarya partisinin varlığının şart koşulamayacağını savunmaktadır.

THKP-C kendi teorik temelini genel olarak MDD, özel olarak da PDA çizgisinin eleştirisi temelinde inşa etmiştir. THKP-C’nin bu akımlardan ilk ve en temel farklılığı “öncülük” konusundadır. MDD öncülüğü açık bir biçimde burjuva sınıflara havale ederken, PDA öncülük konusunda temel olarak MDD çizgisini sürdürmekle birlikte kitle çizgisi vurgusu yapmakta ve bu PDA’yı örgüt fikrine daha da yakınlaştırmaktadır. THKP-C ise kitleye rağmen öncüye abartılı(136)bir belirleyici rol biçme konusunda PDA’ya göre klasik MDD çizgisine çok daha yakındır. Ne var ki, THKP-C’nin klasik MDD çizgisinde öncünün kim olacağı sorusunda düğümlenen çok daha temel bir farklılığı vardır. THKP-C, MDD’nin “genç subaylara ve küçük-burjuvaziye” devrettiği öncülük rolünü proletaryanın temsilcisi olarak nitelediği “profesyonel devrimcilere” aktararak, devrimci hareketin düzen karşısında daha bağımsız ve kendi özgücüne güvenen bir çizgiye yaklaşmasını teorik alanda da formüle etmektedir.



Düzenle araya konulan mesafe, THKP-C’nin cephe ve partileşme sürecine MDD-PDA çizgisinden daha farklı bir yaklaşım ortaya koymasında da ifadesini buluyordu. THKP-C bir cephe arayışına girilebilmesi için proletarya partisini şart koşuyor, cepheyi ana görev olan partinin yaratılmasına bağlı olarak şekillenecek tali bir görev olarak tanımlıyordu. Parti cephe teorisyeni M. Çayan bu yaklaşımını demokratik devrim anlayışına dek uzatarak gündemdeki devrimi işçi sınıfının ideolojik, politik, örgütsel öncülüğünde ve kesintisiz olarak sosyalizme yönelen bir süreç olarak tanımladı. Böylece burjuva devrimini, burjuvaziye havale eden ve sosyalizme yönelmek için bir burjuva aşamayı zorunlu gören klasik MDD çizgisi yerine, devrimi sınıfın öncülüğünde kesintisiz bir süreç olarak değerlendiren daha ileri bir formülasyon getirildi.
Ne var ki, tüm bu ileri noktalarına karşın THKP-C çizgisi kendi politik konumlanışını rasyonalize etme çabası içinde marksist-leninist kavram ve kategorilerle gittikçe araya daha net bir sınır çizdi. ’60 sol hareketine hakim olan ve neredeyse onların ideolojik planda Marksizm dışı konumlarının ortak “izahı” haline dönüşen “özgünlük” vurguları, THKP-C Hareketi açısından da benzer bir işlev gördü.
İlk başlarda ve PDA’nın proletaryanın devrimde önderliği yerine getirebilmesi için gerekli objektif ve sübjektif şartların olmadığı görüşünü eleştiri temelinde, Türkiye’deki kapitalizmin gelişkinlik düzeyi hakkında yapılan ileri vurgular, “ideolojik önderlik” teziyle çeliştiği oranda terk edildi. THKP-C parti ve sınıf ilişkileri, devrimde sınıfın önderlik rolü vb. konularda Leninizmden uzaklaşarak, küçük-burjuva radikalizmine uygun bir teorik sistem yaratma girişimine yöneldi.
Küçük-burjuva radikalizminin “sınıflarüstü sınıf mücadelesi” eğiliminin teorik bir ifadeye kavuşturulma çabası, THKP-C’de oldukça eklektik ve kimi noktalarda ise oldukça özgün bir teori ortaya çıkardı.
M. Çayan, sınıf dışı bir siyasal radikalizmi teorize etme çabasında (kendi teorik yaklaşımına sosyalist teori ve pratikten dayanaklar bulmaya özen göstermekle birlikte), emperyalizmin “üçüncü bunalım dönemi”ne özgü teorik yaklaşımları getirme ve dogmatizme karşıtlık iddiası ile ilk başta Marks’ın determinist yaklaşımının açıklama gücünü Batı ile sınırlayarak reddeder. Ne var ki, bir Doğu ülkesi olan Rusya’da demokratik devrim için proletaryanın fiili öncülüğünü şart koşan Lenin’le çelişkiye düşmekten kurtulamaz ve “üçüncü bunalım dönemi”nin özgünlüğünü devreye sokarak “İki Taktik”i de kategorik olarak reddeder. M. Çayan’ın “eklektik ve özgün” teorik yaklaşımlarından biri de emperyalizm konusundadır. M. Çayan emperyalizmin içsel bir olgu haline(137)geldiğini iddia ederek ’60 sol hareketinin anti-emperyalist mücadeleyi daha çok dış güçlere ve özelde ABD emperyalizmine indirgeyen çizgisinden farklılaşır ve bu teoriye pratik politikada önem kazandıran bir sonuca ulaşarak, anti-emperyalist mücadelenin daha ilk elden iç düşmana yönelmesi gerektiğini savunur. Bu tespit, demokratik devrimin doğrudan doğruya mevcut burjuva devlet yapısına yönelen bir devrim (anti oligarşik) olarak tanımlanması, ’71 devrimciliğinin düzen karşısındaki devrimci pozisyonunun bir başka teorik ifadesidir.

Ne var ki, emperyalizmin içselleşmesi tespiti, anti-emperyalist mücadelenin zorunlu olarak anti-kapitalist mücadeleye bağlanması gerektiği sonucuna değil, THKP-C’nin küçük-burjuva popülist çizgisi doğrultusunda sınıflararası ayrım ve çıkar farklılığını örten ve devrimin sınıfsal niteliğini karartan sonuçlara ulaşır. Nasıl PDA çizgisi anti-kapitalist mücadelenin milleti böleceğini, ama anti-feodal mücadelenin tüm ilerici kesimleri ortak bir platformda birleştireceğini savunuyorsa, THKP-C de emperyalizmin içselleşmesi sayesinde anti-oligarşik devrimin tüm halkın ortak çıkarı haline geldiğini savunur.


Nihayetinde THKP-C’nin teorik çizgisi anti-emperyalizmle sınırlı bir perspektife ve belirli bir mücadele tarzının, silahlı mücadelenin formüle edilmesine dayanır. M. Çayan “çağımızın baş çelişkisinin ezilen uluslar ve emperyalizm arasında” olduğunu savunur. Çağımızın baş çelişkisi bu olduğu içindir ki profesyonel devrimciler temel savaş alanı olarak kırları seçmelidirler. Kapitalizmin belirli bir gelişmişlik seviyesini kabul eden ve demokratik devrimi bir toprak devrimi olarak görmeyen THKP-C açısından temel gücün köylüler, temel savaşım alanının kırlar olarak tespit edilmesi, teorik planda son derece çelişik bir tutumdur, bu çelişik tutum iki temel gerekçeyle düzeltilmeye çalışılır. Bir, işçi sınıfı nitel ve nicel açıdan zayıftır;(”Ülkenin işgal altında olduğunun bile farkında olmadığı bir evrede proletaryanın fiili öncülüğünden bahsetmek, oportünizmin daniskasıdır.”( M. Çayan, Bütün Yazılar, s. 99) M. Çayan, işçi sınıfının bilinç geriliğini kırların temel alınmasında en önemli neden olarak tespit ettikten bir yıl sonra, işçi sınıfının objektif şartlar açısından da fiili öncülük yapamayacağı sonucuna, yani bir yıl önce PDA’yı eleştirdiği konuma düşecektir.)iki, kırlar devrimin tarım devrimi olması nedeniyle değil, emperyalizmin denetiminin bu alanlarda zayıf olması nedeniyle temel savaşım alanlarıdır.
1971 devrimciliğinin bir başka önemli örgütü TKP-ML’dir. İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları Şubat 1972’de “DABK Kararı” ile “TİİKP revizyonizmine” karşı bir iç mücadele başlattılar ve bu iç mücadelinin sonucunda devrimci bir kopuş yaşayarak TKP-ML örgütünü kurdular.
İbrahim Kaypakkaya, ’71 kopuşunun simgeleri arasında önemli ölçüde işkencedeki direnişi ile tanınan, ama teorik yaklaşımları açısından en az bilinen isimdir. Onun teorik görüşleri maoizmin radikal bir yorumuna dayanmakla birlikte, bu köylücü eğilimle sınırlı değildir. Kaypakkaya ’71 Hareketi içinde ’60 sol hareketinden en köklü biçimde kopuş yaşayan kişidir. Kemalizm ve ulusal(138)sorun alanında burjuva ideolojisinin ’60 sol hareketi üzerindeki son derece dolaysız hegemonyası İbrahim Kaypakkaya tarafından aşılmıştır.

Kaypakkaya, TİİKP gibi halk savaşını savunmakta, TİİKP’i ise bu savaşımın gerektirdiği pratik inisiyatifi göstermemekle, pasifizmle suçlamaktadır. İktidarın parça parça alınmasına dayalı halk savaşı stratejisi, temel örgütlenme biçiminin silahlı örgütlenme, temel mücadele biçiminin de silahlı mücadele olmasını zorunlu kılarken, TİİKP bu yönde hiç bir somut adım atmamaktadır. Oysa, Kaypakkaya işçi sınıfının ve halkın ayaklanması için en zorunlu görevin bir devrimci önderlik yaratılması olduğunu düşünüyor ve “şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu kurtuluşlarının ancak silahlı mücadele ile olacağını kavramış durumdadır...", “Genel olarak dünyada özel olarak da Türkiye' de objektif şartlar devrime son derece elverişlidir" (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, Önsöz) saptamasını yapıyordu. Bu saptama yalnızca İbrahim Kaypakkaya’ya özgü değildir. ’71 devrimci hareketinin hemen tüm kesimleri bu ortak saptamayı paylaşıyordu.


İ. Kaypakkaya’da kopuş bu pratik boyutuyla sınırlı değildir. Kaypakkaya’yı, muhatabı TİİKP ile köklü bir hesaplaşma arzusu, aynı zamanda TİİKP’in devamcısı olduğunu iddia ettiği Şefik Hüsnü TKP’si ile de bir hesaplaşmaya götürmüş, bu hesaplaşma, Kaypakkaya’nın Kemalizm ve şovenizmden kopuş yaşamasını da kolaylaştırmıştır. Kemalizm ve şovenizmle kopuşmayı kolaylaştıran bir diğer önemli unsur da, İ.Kaypakkaya’nın TİİKP Doğu Anadolu Bölge Komitesi Sekreterliğini yapmasıdır. Genel çalışma alanı Doğu Anadolu, özel çalışma alanı Malatya ve Dersim olan Kaypakkaya, hem Kürt gerçeğini ve Dersim isyanını canlı tanıklarından öğrenme fırsatı buluyor hem de kemalist bir jargonla Kürt köylülerini halk savaşına kanalize etmenin güçlüğünü pratikte yaşıyordu. Bu politik pozisyon, Kaypakkaya'nın Kemalizm ve milli meselede burjuva ideolojisinin etkilerini aşmasını kolaylaştıran önemli bir unsur oldu.
Ne var ki, devrimci bir konumlanış ve Kürt sorunu ile Kemalizm konularında ileri bir noktada bulunmasına karşın, Kaypakkaya, tüm diğer temel sorunlarda hakim popülist ideolojinin etkilerini taşımaktadır. Örneğin çağ tahlili konusunda “Emperyalizm proleter devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları çağı” görüşünü ulusal kurtuluş savaşlarının çağın tipik özelliği olduğunu iddia ederek eleştiren Kaypakkaya, Dünya’daki baş çelişmeyi “emperyalizm ve sosyal-emperyalizmle ezilen uluslar ve halklar arasında çelişme” olarak değerlendirerek politik planda sınıfsal ayrım ve mücadeleyi karartan sonuçlara ulaşmaktadır.
TKP-ML, THKP-C ve THKO’ya göre çok daha köylücü bir ideoloji ve politik bir tutum sergilemiştir. Kuşkusuz bunun ilk nedeni TKP-ML’nin TİİKP içerisinden çıkan bir oluşum olmasıdır. Ne var ki bu köylücü eğilimi pekiştiren son derece önemli başka etkenler de vardır. TKP-ML’nin ortaya çıktığı Şubat 1972 yılında hem işçi hareketi ezilmiş ve susturulmuş ve çok daha önemlisi THKO ve THKP-C ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Teorik planda kırları temel almak iddiasıyla ortaya çıkan THKO ve THKP-C, pratikte bir şehir gerillacılığı faaliyeti sürdürdüler. Nitekim teori ve pratik arasındaki bu farklılık M. Çayan’ı(139)klasik maoculuktan uzaklaştırarak Dauglos Bravo ve Carlos Marieghellacılığa doğru yaklaştırdı. İşte şehir gerillacılığının THKO ve THKP-C nezdinde aldığı bu ağır yenilgi, TKP-ML’nin savaşımın üsleri olarak kırların temel alınması yönündeki fikrini pekiştirdi. TKP-ML’nin köylücü eğiliminin bir diğer belirleyici nedeni bu hareketin çıkış aşamasında zaten fiilen TİİKP-DABK’a (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) dayalı olmasıdır. Dolayısıyla TKP-ML’in kurucuları açısından kırlık alanlarda konumlanma daha hareketin kuruluş aşamasında fiilen sözkonusuydu.

Kaypakkaya Kemalizm ve ulusal sorun gibi temel alanlarda burjuva ideolojisinin etkilerini aşmakla birlikte teorik sisteminin asal unsurları politik konumlanışına uygun olarak kızıl siyasi üsler yaratmak problematiği etrafında oluşmuştur. TKP-ML kendi politik varlığını halk savaşında, sınıfsal tabanını da yoksul köylülükte aramıştır. Partinin adında “köylü” ibaresi bulunmasını ilkesel açıdan doğru bulmayan Kaypakkaya, uzun halk savaşı içinde ve kızıl siyasi üsler yaratma temelinde yürütülecek bir savaşımda partinin objektif olarak bir “köylü” partisi olacağı gerçeği ile hiç ilgilenmemekte, daha da ötesi bu çelişkiyi feodalizmin kökünden tasfiye edildiği bir sürece kadar meşrulaştırmaktadır. (“Ve feodalizm kökünden tasfiye edilmediği sürece de köylü kitlesi önemli bir devrimci güç olarak kalır ve devrimin muhtevası demokratik devrim olarak kalır." İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yay. , s.30)


Kaypakkaya’nın demokratik devrime ilişkin görüşleri de klasik maocu görüşlerin bir tekrarı niteliğindedir. Demokratik devrimi bir toprak devrimi olarak nitelendiren Kaypakkaya devrimin temel gücü olarak köylülüğü, temel örgütlenme alanları olarak kırları görmektedir. Klasik MDD’ciliğin cephe ve milli burjuvazi konusundaki tahlilleri de Kaypakkaya’da varlığını sürdürmektedir. Kaypakkaya’nın cephe konusunda MDD’den tek farklılığı cepheyi proletarya partisinin hegemonyasında bir oluşum olarak değerlendirmesidir.
Genel değerlendirme ve ara sonuçlar
’71 devrimci hareketi bir kopuştur, kuşkusuz her kopuş gibi geçmiş dönemle bağlantı noktaları vardır. Alt sınıflara dayanma çabasında olan ve özgüce güven temelinde bir çizgi tutturmak isteyen ’71 devrimcileri, geçmişin eleştirisini de bu temelde gerçekleştirmişlerdir. THKO, THKP-C ve TKP-ML Hareketlerinin tümü de geçmişin parlamentarist ve devrimi kendi dışına havale eden tutumlarının yerine öncünün silahlı mücadeleyi temel alan aktivitesini yerleştirmişlerdir. TİP’in reformizmine karşı yasadışı silahlı mücadele, MDD’nin cuntacılığına ve milli burjuvaziden aktivite beklentilerine karşı profesyonel devrimcilerin ve alt sınıfların belirleyici rolü...
Ne var ki, ’71 kopuşu taşıdığı politik önemin büyüklüğüne karşın ideolojik-programatik planda hayli sınırlı bir kopuştur. Evrim klasik MDD’cilikten maocu, kastrocu, marieghellacı vb. demokratik devrimciliğe doğrudur. Örgüt sorunun(140)daki ilerlemeye ve partiye duyulan yakıcı ihtiyaca rağmen, teorik planda leninist parti fikrine bir yakınlaşma değil aksine bir uzaklaşma sözkonusudur. Parti anlayışı konusunda klasik MDD’cilik, işçi sınıfının partisinin yaratılması yönünde değil, sınıfa dayanmayan bir parti fikri inşa edilerek aşılmaya çalışılmıştır. Cepheci anlayış ise temelde korunmakla beraber parti fikri cephenin önüne geçirilmiştir.
’71 devrimciliği, devrimdeki “öncülük” sorunu konusunda, MDD’ciliğin öncülüğü burjuvaziye devreden tutumunu reddetmekle beraber, proletaryanın rolü konusunda ise tam bir bulanıklık ve gerileme içindedir. THKO, açıkça “şehir proletaryasına değil kır proletaryasına” dayanmak isteyen bir oluşum olarak kendini tanımlamakta, doğuya kaydıkça devrimlerde “volontarizm”in öneminin arttığını iddia eden M. Çayan, proletaryanın tarihsel rolünü köylülere ve profesyonel devrimcilere devretmekte, proletaryanın rolünü ise yalnızca “ideolojik önderlik”le sınırlandırmaktadır.. Kaypakkaya’da ise “ideolojik önderlik” formüle edilmemekle birlikte, objektif olarak devrimdeki önderlik köylülüğe kaydırılmaktadır.
’71 devrimciliğini alt sınıflara ve devrimciliğe yakınlaştıran, ama proletaryadan uzaklaştıran bir dizi etmen vardır. ’71 devrimciliği gerek kadrosal açıdan, gerekse toplumsal tabanının ağırlığı olarak öğrenci gençliğe dayanır ve oluşumunu bir gençlik örgütü olan Dev-Genç’te tamamlar. Bu harekete belirgin bir küçük-burjuva karakter vermekle beraber aynı zamanda hareketin bir aydın hareketi olduğunu da gösterir. Kuşkusuz hareket öğrenci gençliğin üretimden kopukluğundan ve sınıfsal heterojenliğinden kaynaklanan ideolojik-siyasi istikrarsızlık öğelerini de içinde barındırmakta, bu ise hareketi küçük-burjuva ideolojik etkilere daha açık hale getirmektedir. Ne var ki, hareketin klasik küçük-burjuva sınıflara dayanan bir hareket olmaması, bir aydın hareketi olması, bu hareketlerin en azından belli bir bölmesinin proletarya ideolojisine yönelmesini de imkanlı kılan bir özelliktir. Dolayısıyla yalnız başına ’71 devrimciliğinin bir öğrenci radikalizmine dayanıyor olması, onun proletaryadan uzaklaşmasını açıklamaya yetmez.
’71 devrimciliğinin küçük-burjuva popülizmine yönelmesini ve sınıf bakışaçısından uzak konumunu kavramak için aynı zamanda bu hareketlerin doğuş ortamını, mevcut sosyal ve siyasal atmosferi de gözönünde bulundurmak gerekir.
’71 devrimci hareketini oluşturan kadrolar MDD’ye de bir tepki duymakla birlikte, bu tepkinin ideolojik-teorik sınırlarını çizen bir dizi belirleyici unsur vardı. Herşeyden önce ’71 kadrolarının tümü ideolojik eğitimlerini MDD’cilik içerisinde tamamlamışlardı. Ayrıca ’71 Hareketinin yönetici kadroları gençlikle sınırlı kaldığı ölçüde, bu aynı zamanda marksist birikimin zayıflığından kaynaklanan bir başka önemli engele dönüşüyordu. Bu durumda genç kadroların tek bir çıkış noktası olabilirdi. Etkin bir sosyalist siyasal odağın varlığı. Bu yıllarda ise ne içerde ne dışarda devrimci bir çıkışa yol gösterebilecek varlığı hissedilebilen devrimci sosyalist bir siyasal odak yoktu. Devrimci bir çıkışın eşiğindeki ’71(141)Hareketine yol gösterebilecek bir uluslararası siyasal cereyanlar ise gerilla hareketleri, Çin Kültür Devrimi ve etkisi sınırlı da olsa Avrupa’daki gençlik hareketleriydi. Bu durumda ’71 kuşağı kendi devrimci çıkışına dayanak olabilecek kaynaklardan beslenerek teorik-politik çizgisini netleştirdi ve MDD’ciliğin alternatifi maoculuk, guevaracılık, Çarı Mazumdarcılık olarak şekillendi.

Genç kadrolar arasında hem alt sınıflara yönelmeyi hem de maocu, köylücü eğilimleri benimsemeyi kolaylaştıran bir diğer önemli nesnel neden devrimci gençlik hareketinin kadrosal ve tabansal dayanağı olan öğrenci gençliğin mensup olduğu sınıfsal kökenlerdir. ‘60’lı yıllarda eğitimin yaygınlaşması, alt sınıflara mensup gençliğin de ünivesitelere girebilmesi anlamına geliyordu. Bu gençler açısından “geri kalmışlık”, “ağa”, “eşraf’, “tefeci” vb. neredeyse günlük hayatın bir unsuruydu. Üniversite ve metropol hayatı bu gençler nezdinde kapitalizmin “çarpık” ve “eşitsiz” yapısını kavramak açısından son derece elverişli pratik imkana dönüşmüştü.(12 Mart’ta Ankara ve İstanbul’da yargılanan yaklaşık 500 Dev-Genç Davası tutuklusunun beşte dördü kasaba ve köy nüfusuna kayıtlıdır. Bkz. Ertuğrul Kürkçü, Dev-Genç, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, No: 64, s.2163)Bu gençler köylü sorunlarını daha yakından biliyor ve onlarla ortak bir dil bulmakta daha az güçlük çekiyorlardı.


Türkiye’de işçi hareketi dahil toplumsal muhalefet hareketlerinin radikal bir geleneğe sahip olmaması ve ‘60’lı yıllar boyunca 1968’e dek işçi hareketinin barışçıl bir çizgi izlemesi de gençlik hareketi içinde popülist yönelimi dizginleyebilecek önemli bir unsurun devre dışı kalması anlamına geliyordu. 1968’e gelindiğinde ise artık gençlik içindeki yönelimler az çok şekillenmiş durumdaydı. Bu yıllarda işçi sınıfı vurgusuna sahip tek politik mihrak TİP’di (bağımsız bir siyasi odak yaratamadığı ölçüde etkisi sınırlı olan Hikmet Kıvılcımlı bir yana bırakılırsa), bu durum ise düzeltici bir işlev görmekten ziyade, yalnızca gençlik kadroları içinde “sosyalizm”, “işçi sınıfı” vurgularıyla reformist-parlamentarist çizgi arasında bir bağın kurulmasına yol açtı.
Sonuçta, tüm bu etkenlerin karmaşık yönlendiriciliği altında ’71 kopuşu, geçmişle hesaplaşma, reformizmin ve darbeciliğin eleştirisi temelinde özgüce ve alt sınıflara dayalı bir silahlı mücadele perspektifini alternatif sunmaktan öteye geçemedi. Dahası bu kopuş getirdiği maocu, guevaracı yorumlarla kendini izleyen döneme olumsuz bir ideolojik miras devretti.
Düzen karşısında devrimci bir pozisyona sahip olmak, burjuva kurumları olan ordu ve parlamento karşısında daha ileri bir tutumu, kemalist ideolojiden uzaklaşmayı ve milli burjuvazinin devrimciliğine karşı daha kayıtlı bir yaklaşımı da beraberinde getirdi. ’71 devrimciliği ile sol hareket alt sınıflara yönelirken aynı zamanda kaynağını üst sınıflara güven ve onlardan yolaçıcılık misyonu beklemekten alan icazetçi anlayışlara da önemli bir darbe vurdu. Türkiye sol hareketi, Osmanlıdan 1970’li yıllara kadar bütün politik-örgütsel çıkışlarını burjuvazinin sağladığı ortam ve imkanlara güvenerek gerçekleştirdi. Burjuvazinin yasak ve baskıları karşısında ise faaliyetini ve örgütlenmesini tasfiye etti.(142)1960 sol hareketi de varlığının ve faaliyetinin sınırını ya TİP’de olduğu gibi anayasa çerçevesiyle ya da YÖN-MDD çizgisinde olduğu gibi onun temel kurumlarından biri olan ordudan devrim beklentisiyle çizdi. 1971 Hareketi, sol hareketin faaliyetlerinin önündeki bu icazetçi kayıtları da kaldırarak sol hareketin devrimcileşmesi açısından önemli bir rol oynadı. ’71 Hareketi ’60 sol hareketinden örgütlenme ve çalışma tarzı açısından da devrimci temelde bir kopuştur. ’71 devrimcileri tarafından silahlı mücadele ve yanısıra illegal temelde bir örgütlenme perspektifinin savunulması, sol hareket açısından oldukça önemli bir ilerlemedir. ’71 kadrolarının devralabilecekleri herhangi bir ileri örgüt mirasının olmadığını, bu kadroların MDD’nin örgütsüzlüğü ve TİP’in legalizmi içinde eğitimlerini tamamladıklarını düşünürsek, ’71 Hareketinin bu açıdan taşıdığı önem daha netleşir.
’74 sonrası sol harekete etkileri bulunan bir gelişmede yine ’71 Hareketi şahsında billurlaşmıştır. ’71 Hareketinin öğrenci gençliğe dayandığını belirtmiştik. Aynı zamanda bu ’71 Hareketiyle klasik Cumhuriyet aydını tipinden de bir kopuştur. Cumhuriyet aydınının radikalizmi, temelini kendini devletle bütünleştirme eğiliminden alan bir üstten devrimciliktir. ’71 Hareketiyle alt sınıflardan gelen ve siyasal radikalizmi alt sınıflarla bütünleşme ve devleti karşısına alma perspektifiyle gösteren yeni bir aydın tipi de ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet aydın kuşağından devrimci bir tarzda kopuşan, ama önemli bir entellektüel marksist birikimden yoksun bu kadrolar, ’71 sonrası sol hareketin aydın kadro ihtiyacını da karşılamak sorunuyla yüzyüze kalacaklardır. ‘71’in önder kadrolarının hemen tümünün fiziki olarak yok edildikleri de düşünülürse, ’74 sonrasına zaten son derece yetersiz olan mevcut teorik ve pratik tecrübe birikimi önemli ölçüde taşınamayacaktır.

Sürecek(143)


*******************************************************

Yüklə 1,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə