Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 11 Sayı: 57 Haziran 2018
The Journal of International Social Research
Volume: 11 Issue: 57 June 2018
- 799 -
29; Câsiye: 13), bu nimetlerin kâinattaki tüm canlılar içinde özellikle insan merkezli yaratıldıklarından
bahseder. Bu düzenin ise evrendeki fiziksel hakikatleri ifade etmesiyle beraber, evrenin en mükemmel
varlığı/halifesi (Bakara: 30) olarak nitelendirilen insanın, ahlâkî erdemlerini harekete geçirmeyi de gaye
edinmiş olmasını düşünmek gerekir. Bu ahlâkî erdemler “mekâsıdu’ş-şerîa” diye ifade edilen ve içerisinde
zarûrât-ı diniyye denilen beş esası muhtevi konulardır. Kısaca nübüvvet ve vahiy ile elde edilen bilgiler,
genelde evrenin özelde ise insanın yararını temin etmeyi, zararlı olanı ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Allah Teâlâ’nın bu evreni “olması gerekenin en mükemmeli şeklinde” yarattığı konusu, birçok
mütekellim ve filozofun “ispat-ı vâcip” için kullandıkları delillerden bir tanesidir (Gazzâlî, 2003: 37); İbn-i
Rüşd, 1998: 82-83). Zaten müşahede aleminde bunun böyle olduğu duyularla hissedilen bir durumdur. Bu
inanış, deizm mensupları dahil tüm batılı filozofların ve genel olarak insanların tümünün temel kabulüdür.
İmam Gazzâlî’nin ifadesi ile şayet Allah Teâlâ tüm insanları en akıllı kimsenin aklı ile yaratsa, her birinin
bilgisini en bilgili insanın bilgisi seviyesine çıkartsa, bünyelerinin taşıyabileceği en son noktaya kadar onlara
bilgi yüklese, niteliğini tarif edemen büyüklükte onlara hikmet verse, sonra kendilerine sayıları adedince
tekrardan ilim, hikmet ve akıl bahşetse, onları geçmişte ve gelecekteki bilgilerle donatsa, evrenin tüm
sırlarını bilmelerini sağlasa, bunlarla birlikte kainatta olup bitenleri, iyi
-
kötü, hayır
-
şer, zararlı-faydalı
noktalarını gizlilik ve gizem olmaksızın en ince ayrıntısına kadar onlara bildirse, tüm bu verilen bilgiler
sonunda evreni insanların yönetmesini isteyip idaresini üstlenmelerini emretse, aralarında gerekli işbirliği
ve yardımlaşma da gerçekleşse, yine de şu an var olan yaratıştan daha iyisini yapamaz, daha iyi yönetemez
ve üzerine zerre bir şey eklemedikleri gibi zerre bir şey de eksiltemezlerdi. Bu bilgileri ile bir eksiği
tamamlama, bir hatayı yok etme, bir hastalığı, fakirliği ortadan kaldırma
gibi bir durumu ortaya
koyamazlardı. Vücudundaki bir hastalık veya sıhhat, hayatındaki fakirlik veya zenginlik, yaşadığı
mükemmellik ya da noksanlığın tersi bir durumu var etmeleri de mümkün değildir (Gazzâlî, 2004: IV/258).
Zaten yüce yaratıcı mahsulü bu evrene basiretli gözlerle bakıldığında, Allah Teâlâ’nın yaratmasında hiçbir
uyumsuzluk olmadığı, derin bir bakışla tekrar dönüp bakıldığında yine hiçbir düzensizliğin bulunmadığı,
sonunda ise bu bakışların böyle bir yaratma karşısında âciz ve bitkin halde olduğu (Mülk: 3-4) salt akıl ile
delilsiz/bedîhî olarak fark edilecektir.
5.
Deizm ve Ahiret İnancı
Deistlerin haber-i resul diye ifade edilen vahyi reddetmeleri aynı zamanda sadece sem’iyyata/vahye
dayalı bilgilerin inkâr edilmesini de beraberinde getirmektedir. Bunlar sadece Allah Teâlâ’nın ilminde olan
ve peygamberler vasıtası ile bildirilen, duyu ve akıl ile algılanamayan meleklerin varlığı, ahiret halleri, Allah
Teâlâ’nın sıfatları ve gelecekteki gaybî bilgiler gibi akâid ve kelâm konularıdır. Deistlerin genel olarak ölüm
sonrası tekrar dirilişi ifade eden ahiret hayatına da iman etmedikleri malumdur. Zaten ileri sürdükleri
öncüllerden hareketle, sonucun böyle bir inkârı gerektirdiği ve emir vermeyen bir Tanrı’nın hesapta
sormayacağı anlaşılmaktadır. Bu konsepte göre, yaşam sadece dünya hayatı ile sınırlıdır. Deizm inanışını
yazılarıyla tenkit eden Samuel Clarke’ye (1675-1729) göre deistlerin insan ruhunun ölümsüzlüğünü iddia
etmeleri, ölümden sonra başka bir hayatın imkânsız oluşunu savunmaktır. Tanrı-insan iletişiminin
olmadığını söylemelerinin pratikteki anlamı ise Tanrı ile ilgili tüm sıfatların işlevsiz olması demektir
(Düzgün, 2017: 4). Bu durumda, hayatını insanlara zulmederek geçiren zalimin kendisi ile zulme maruz
kalan mazlum, katil ile maktul, iyilik yapan ile kötülük yapan dünya hayatının sona ermesiyle eşit şartlarda
olacaklardır. Büyük başarılara imza atan bir mü’min ile asalak bir hayat yaşamış biri, onur ve şerefi ile
çalışıp kazanan biri ile zorba ve hırsız, elindeki güç ile mazlumların hukukunu çiğneyen despot ile hakkı
çiğnenen mazlum, beşikteki bebeği katletmekten çekinmeyen cani ile kitleleri yok etmek için çalışan terörist,
kendi menfaati uğruna dünyayı ateşe vermeyi göze alan katil ile bunların zulmüne kurban giden kimseler
için muhasebe olacakları bir makam olmayacaktır. Halbuki mutlak adaletin tecelli etmesi düşüncesi her
insanın arzu ettiği bir yaratılış gerçeğidir. Başka bir bakış açısı ile zulmün karşılıksız kalmasına, insan aklı
bile tahammül edemezken, bu keşmekeşliğe Tanrı’nın müsaade edeceğini düşünmek akl-ı selimin kabul
edeceği bir sonuç değildir. Böyle bir yaşam aynı zamanda hayatın anlamsız olduğu ve Tanrı’nın insanlara
abes bir hayat sunduğunu ifade eder. O halde gerçek adaletin tecelli edeceği bir hayatın ve makamın olması
aklî bir gerekliliktir.
Daha önce de ifade edildiği üzere ölüm sonrası hayata inanış konusunda, Deizm ve Ateizmin aynı
noktada birleştikleri söylenebilir. Çünkü ahiret inancı, sadece peygamberlerin bildirmesi ile bilinen
sem’iyyâta/işitmeye dayalı meselelerden biridir. Yani tecrübe, akıl, deney ve benzeri yollarla ahiret hallerini
bilmek ve ispatlamak mümkün değildir. Varlığının imkânı aklen kanıtlansa da muhtevası tamamen
nübüvvet bilgisi ile bilinen vahye istinat etmektedir. Düşünen ve düşündüğünü eylem planına koyabilme
yetenek ve gücüne sahip olan insanın, aklın yargı ve eylemlerinden hesaba çekilmesi, aklın da onay vereceği
bir durumdur. Sorumluluk bilinci ile her an zarar verme ve zarar görme gibi durumlarla karşılaşan insan,