26
yönelen bu öykülerde, İleri’nin dediği gibi, yazarın karakter yelpazesi de daha
açılmış gibidir.
“Hakların En Güzeli”nde bıçkın bir kabadayı, “Emekli Albay Halit Akçam’ın
İki Günü”nde emekli bir albay, “Şen Ol Bayburt”ta İspanyol Feride, “Dizboyu
Papatyalar”da bir kemancı, “Limanda” gençliğini ve ününü yitirmeye yüz tutmuş
sinema oyuncusu İzzet, tercihlerinin ama sanki daha çok kaderlerinin oyununa
gelmiş kişilikler olarak çizilirler. Akatlı’nın dediği gibi “Dizboyu Papatyalar adının
uyandırdığı güneşli imgenin hemen ardında, kitap kahırla dolu[dur]” (32).
Kısa öykü, Tomris Uyar’a göre, “kendine ayrılan sürede yoğunluk, içtenlik,
sahicilik öğelerini gereğince kullanamazsa, bu öğeleri yitirirse bellekten siliniveri[r];
ister toplumsal sorunları ele alsın, ister bireyin iç dünyasında dolaşsın” (“Tomris
Uyar” 153). Dizboyu Papatyalar’da iç dünyalarına girdiğimiz öykü karakterleri,
toplumun onlara biçtiği yazgılarından ve bunun etkisiyle şekillenen kişisel
sorumluluklarından sıkılmış haldedirler. Kaybedilen masumiyet, ideallerle kurulan
ilişkilerin, evliliklerin, işlerin çıkmaza girmesi ve bütün bunların farkında oluş bu
kişilerin hayatını her geçen gün zehirliyor gibidir. Öykülerde yakalanan an ya da
durum bizde bu güçlü etkiyi yaratacak niteliktedir. Yazar, ne kişisel ne de toplumsal
bir çıkış ya da kaçış yolu bulamayan karakterlerini acı gerçeklerle yüzleştirir. Bu
kişileri şahsen tanımasak da biliyoruzdur aslında. Yaşanan mekânlar da bizimdir.
Bozulmuş bir Beyoğlu’dur, tanıdık yüzlerin kalmadığı Beşiktaş’tır, bir Kumkapı
meyhanesidir, tatsız Ankara sokaklarıdır, Bandırma’nın bir çay bahçesidir. Çünkü
Uyar, “gerçekten bildiğimizi, çok iyi bildiğimizi yaz[maktan]” yanadır. Kısa
öykünün “[h]ayatın tez ve değişen akışına uygun atan bir nabzı var[dır]” ve “Türkiye
gibi çelişkilerle dolu bir ülke” (153) bu yönüyle yazarın ilham kaynağıdır.
27
Füsun
Akatlı, Dizboyu Papatyalar’daki öykülerin “ doğru yaşamak/yanlış
yaşamak üzerine uzun uzun düşündürdüğünü, farkına varılmaksızın benimsenen
değer yargılarını adamakıllı silkelediğini”söylüyor (“Tomris Uyar’ın Öykü Dünyası”
31). Gerçekten de bu kitapta Tomris Uyar, “insanlık” ve öykü adına incelikli
tespitlerde bulunuyor. Mesela, “Hakların En Güzeli”nin artık kocamış kabadayısı bir
kez gerçek bir namus meselesi yüzünden hüküm giyip salıverildikten sonra “kötü”
(11) olmaya karar verir. “Adam vurmaktan on yıl yatana kim iş verir çıkınca?” (9)
O da “Taksim’den başlamacasına bütün Beyoğlu’nda, meyhanelerde, (sözüm
meclisten dışarı) kerhanelerde, sazlarda, pasajlarda, diskoteklerde, sonra uzun saçlı
oğlanların dadandığı yerlerde hepten bilinir” (8) olur zamanla. Kiralık bir katildir
lâkin “öldürtenler, ölecek herif kadar puşt” olduğunda “kârlı bir iş” olsa da
“bulaşmak istemez” (11).
“Şirin Apartmanının değişmez yöneticisi” Emekli Albay Halit Akçam, nam-ı
diğer eski “Hergele Halit”, “Keş Halit”, “günün cevheri”ni yakalamaya çalışırken
anlayamaz bir türlü kendini (“Emekli Albay Halit Akçam’ın İki Günü” 19). “Şerefli,
sert bir albayın yerli filmlerde ağlaması nedendir?” (21) diye sorar kendine. Ve eski
arkadaşlara yıllar sonra takıldığı bir akşam bir cinayet işleyiverir gazinoda, eski
aşkına benzettiği şarkıcı kadının çağrıştırdıklarının etkisiyle.
Bir tren vagonunda tanıştığı, iki yıl öylesine mektuplaştığı kızla bir oldu
bittiyle evleniveren ve aradan beş yıl geçmesine rağmen bu duruma hâlâ alışamayan
Kumkapanı garsonlarından Aydın, “Yaz Suyu”nun sonunda “birbirlerini gerçekten
seven, bir yemek süresince bile olsa gerçekten sevecek bir kadınla bir erkek için
hazırladı masayı. Durdu. Bekledi” (46).
“Şen Ol Bayburt”ta Çalıkuşu’ysa eğer özenilen, “romanın akışı içinde genel
çizgiye aykırı olan neydi? Neden okurun istediği, kendisinden beklendiği gibi
28
davranmamıştı Feride?” (53) Hafifliğiyle adı çıkmış İspanyol Feride’nin müderris
oğlu hükümet tabibi Behçet Bey’le evlenmesi ve bu sebeple oğlan tarafının çifti
dışlaması, ikisi için zorlu bir mücadelenin başlangıcı olur. Anadolu kasabaları, hayal
kırıklıkları, parasızlık ve son çare olarak ancak boşanmayla alınabilecek bir “yetim
aylığı”, okura belki başka bir romanı hatırlatabilir ancak.
“Dizboyu
Papatyalar”da
Şermin’in yaşamını şekillendiren, “kendi
mutsuzluğunun elle tutulur bir simgesi” olarak gördüğü kemanını tek başına
“taşımak zorunda olduğu kendi tabutu” (62) olarak algılayışıdır. Müzik yapmak
istemesine rağmen bu şartlarda bu çabanın anlamsız kalması, bir o kadar kaçınılmaz
şekilde işinin bu olması onu yalnızlığa iter. Maddi manevi uzak bir koca, kendi
dünyasına çekilen ergenlik çağına gelmiş bir erkek evlat ile başkentin bunaltıcı
havasıyla gittikçe kendi kabuğuna çekilen bir bireyin sıkıntısına tanık oluruz. Ve
kuponlu gazetede göze çarpan “DİZBOYU PAPATYALAR...”ın (71) reklamı,
bardağı taşıran son damla oluverir bir gün.
Dizboyu Papatyalar, bizi “yalan dünya”ya, ama daha önemlisi “kendimize
söylediğimiz yalanlar”a karşı uyarıyor. Bu öykülerde modern bir gündelik hayatın
içinden seçilmiş çağdaş, kişisel ve toplumsal yanılsamalarımızla karşılaşabiliyoruz.
“Limanda”da
sinemanın artık eskimeye başlayan yüzlerinden olan İzzet,
kendi dünyasında huzur içinde yaşıyor görünen pansiyoncu Meliha Hanım’a, hep
beraber içinde döndükleri çarkın çirkeflerini açıklayamaz. Diğer öykülerin çoğu
kahramanı gibi ancak içinden konuşabilir karşısındakiyle:
Olup bitenleri anlatamam ki size. Hakkım da yok belki.
Bandırma’nın çay bahçesindeki kız çocuğunu sözgelimi! O bugün
buralı bir astsubaya burun kıvırıyorsa, bunun biraz da benim
yüzümden olduğunu? Hep bir şehzade, bir patron oğlu bekleyeceğini?
Dostları ilə paylaş: |