h ızlı işlem esi de ö n e m lid ir. T o p lu m d a devlete
güvensizliğe neden olan en önemli unsurlardan biri de,
bir türlü sonuçlanamayan davalardır. Pedro’ya devamlı
sorular yönelten Mata, bir türlü sonuçlanamayan davaları
örnek göstererek: “Buradaki gibi orada da otuz kırk yıl
süren davalar yok m udur?" (s. 101) sorusu karşısında
Pedro: “Yoktur, çünkü birden fa z la cehennem in
bulunabileceğine inanmazlar. Davaların otuz-kırk yıl
sürebileceğini kabul etmek, iki cehennemin varlığını
kabul etmek demektir. Bir dava otuz gün uzadı mı çok
uzun sürmüş sayılır." (s. 101-102) diyerek cevap verir.
16. yy. Osmanlı İmparatorluğu döneminde davaları otuz
gün bile sürmezken bu gün ülkemizde yıllarca devam
eden ve sonuçlanamayan davalarla karşılaşmaktayız.
Oysa Batı ülkelerinde adalet kurumu doğru ve hızlı
çalışmaktadır. Bizim, lö.yy.’a ait olan adaletin işleyişi
konusundaki hassasiyetimiz, bu gün Batı’da görülürken,
Batı’nın lö .y y .’da adalet konusundaki hastalıklarının
bize geçmiş olması üzüntü vericidir.
P edro, Sinan P a şa ’nın adaleti gözetm ek ve
haksızlıkları önlem ek için İstanbul’u idare ederken
başvurduğu yöntemlere, dünyada rastlamadığını söyler.
Burada P aşa’nın tebdil-i kıyafetle gezerek halkını
gözetlediğini, halkın durumundan haberdar olduğunu
şöyle ifade eder: “Sık sık tebdil gezer; olup bitenleri
öğrenm ek için, aşçı dükkânlarına girip yem ek yer,
yangınlara karşı tedbirli bulunup bulunm adığını
anlamak için, her gece şehri dolaşırdı. İsta n b u l’un
ufacık evleri ahşap olduğundan, yangın çıktı mı,
söndürmek pek güçtür. Sokağa çıkma yasağı konduğunu
belirten davullar çalındıktan sonra, dışarıda birine
rastlarsa, hem en, olduğu yerde astırırdı. Herkes,
kapısının önünü temiz tutmaya mecburdu. Bir kapının
önünü kirli buldu mu, evin hanımını ve hizmetçilerini
aşağıya indirir ve sokağın ortasında dövdürürdü."
(s.100) Anlatılanlar karşısında hayretler içinde kalan
Mata: “Yok olayım, bu kadar haklı, bu kadar hoş bir
hareket duy duy sam. Bu kimselere mi barbar diyoruz
biz? Onlara barbar demekle, asıl barbar biz olmuş
oluyoruz." (s.100-101) diyerek Osmanlı sistemine karşı
o lan h a y ra n lığ ın ı b ir k e z d a h a d ile g e tirir.
16. yy .da sadece İstanbul’a yatılı olarak on iki bin
öğrencinin okuduğunu da yine Pedro’nun sözlerinden
ö ğreniriz: “D ört büyük cam ilerinde de, bizdeki
üniversiteler gibi mektepleri vardır; vakıfları zengin ve
öğrencileri çoktur. Gelirleri o kadar büyüktür ki, her
birinde günde üç bin öğrenci yemek yiyebilir." (s.86)
A vrupa’da Türklük, M üslüm anlıkla eşit kabul
ediliyor; yani bütün T ü rk le r’in M üslüm an olduğu
sanılıyor. Pedro da bu hataya düşm üş. A yasofya
C a m iin e M ü s lü m a n la r d a n b a ş k a k im s e n in
giremeyeceğini anlatırken: “Türk olmayanlar, bile bile
giremez; girerse, Türk ederler; meğer benim gibi özel
bir durumu olsun.” (s. 120) diyerek kendisinin camiye
girdiğini ve hâlâ Türk (Müslüman) olmadığını belirtir.
P ed ro ’nun şafak söktüğü vakit, güneşin hiç
kim seyi yatakta bulam adığını, erkenden kalkarak
devamlı çalıştıklarını, esnafın bütün yıl dükkânlarda
işleriyle meşgul olduklarını anlatması üzerine M ata,
hafta tatillerinde ne yaptıklarını sorar. Pedro: “Hafta
tatillerinde, Ayasofya’ya veya başka bir camiye Cuma
namazına giderler, eş dostu ziyaret ederler, oturup
beraber yem ek yerler, birlikte gezmeye çıkarlar ve iş
günlerinde konuşam adıkları konuları görüşürler.
Hocaları, tıpkı bizim papazlar gibi oyuna, eğlenceye
katılmazlar; dini görevleri dışında kalan vakitlerini,
okumak ve matbaaları olmadığından, kitap istinsah
etmekle geçirirler. Adalet işiyle uğraşanların, başlarını
kaşıyacak vakitleri yoktur. Silahşörler, silah talimi
yaparlar; nişancılık talim gâhına gidip yum urtayı
vurmakla yetinm eyerek , kılı yarm aya çabalarlar;
savaşa çıkılmadığı günlerde hayatlarını kazanabilmek
için, bir sanat edinmeye çalışırlar. Sipahiler, sokaklarda
atla gezinirler ve paşalarla sancakbeylerine uğrayıp
bağlılıklarını belirterek, gündeliklerini artırmaya ve
bir hediye koparm aya uğraşırlar. K rallarına ve
paşalara gelince, o denli geniş bir imparatorluğu
çevirebilm ek için öyle çok işleri vardır ki , oyuna
eğlenceye vakitleri k a lm a z ” (s.145) cevabını verince
Juan: “Bir millet için, bunlar büyük fazilettir ve bizim
açımızdan çok utandırıcıdır.” (s. 145) diyerek Türk
milletine duyduğu beğeniyi bir kez daha yineler. Oysa
m a a le s e f g ü n ü m ü z d e ta m te r s i b ir d u ru m
yaşanmaktadır. Batılılar çalışmaktan eğlenmeye vakit
bulamazken, biz eğlenmekten çalışmaya vakit bulamaz
hale geldik ve bunun olumsuz sonuçlarını yaşıyoruz.
Pedro, Türkler’in az yeyip az uyuduklarını da şu
sözlerle dile getirir: "Yemeğe pek düşkün değillerdir.
Bana kalırsa, yaşamak için yerler, yoksa yemekten bir
zevk duyduklarından ötürü değil. Kaşığı ellerine
g e ç irin c e , sa n ki a ra la rın a şe y ta n k a rışm ış da
kovalıyormuş gibi çabuk yerler. İyi bir huyları vardır:
yemekte hiç konuşmazlar ve fazla oyalanmazlar: kamını
doyuran, “Allah’a çok şükür” , deyip tekrar kalkar ve
yerini hemen başkası alır. Yemek yönünden aralarında
ayrılık yoktur; kimseyi tanımadığı halde gelen biri,
ayakkabılarını çıkarıp sofraya oturabilir ve eline bir
kaşık alıp yiyenlere yardım edebilir. Yemeğini bitirince
Paşa, A lla h ’a şükrederek, sofrayı kaldırın, d erd i.”
(s.159-160)
Bilge 42
2001
/
Güz 30