Hipnotik santraç


II. Londra İşçi Sınıfının İdeolojisi Sarhoş Rus Çiftçisine Eğlence



Yüklə 0,54 Mb.
səhifə2/12
tarix04.02.2018
ölçüsü0,54 Mb.
#23824
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12

II. Londra İşçi Sınıfının İdeolojisi Sarhoş Rus Çiftçisine Eğlence

Ana başlıklarıyla, bildiğimize emin olduğumuz bir konunun çatısının detaylar yüzünden yıkılması her zaman rahatsız edicidir. Her ne kadar insanların hemen hiç biri soğuk duş yapmayı sevmeseler de elbette önyargılardan sıyrılıp hakikate yaklaşmak her zaman tercih edilmelidir. Sovyetler Birliği ve Marksizm başlıklarıyla özetlediğimiz tarihsel olgunun durumu da aynen böyle. Hikayemiz Sovyetler Birliği’nde başlar ama başlangıçta o bölgede Sovyetler adına pek bir şey yoktur, onlar sadece silahlı işgal ordularıdır. Hikayenin başlangıcı, babamın 1920 yılının başında doğduğu, Rus işgali altındaki Dağıstan devletinin topraklarında ve Dağıstan toplumu içinde geçer. Dağıstan’da uygulanan Sovyet yasalarındaki anlayış Marksist idealleri ve ideal insanlık ilkelerini içermez, yeni yasalar sadece şapkasını değiştirmiş yeni Rus çarlarının acımasız milliyetçi baskılarının bir aracıdırlar. Güya halklar kardeş, insanlar eşit ve böylece de daha özgür olacaklardı insanlar komünizmde. Ne güzel bir insanlık ideali!


Modernizmin arkasındaki mutlak özerk özne tasarımının, nesne üzerindeki tam egemen olma eğilimi, nasıl dünyayı sömürgeleştirmeye yaramışsa aynı eğilim aşırısıyla Sovyetlerde de görülür. Ve Aydınlanmacılık, Fransız halk devriminde Napolyon’un başa geçer geçmez kendini yeni kral ilan etmesiyle nasıl fikirlerinin içeriğinin ikiyüzlülüğünü ve baskıcı karakterini sergilemişse, aynı ikiyüzlü ve baskıcı karakter Sovyet sosyalist hümanizminde de kendini gösterir. Sovyetler Dağıstan’ı da aydınlatmaktadır(!) veya tanrılığı aşan Ortodoks Rus emperyalizmi Dağıstan’a egemenliğini yerleştirmektedir. Hangi siyasal iktidarın bilimi ne ad verirse versin bu duruma, olan, ezme eğilimi içinde olan bir toplum, sadece adı ve onuru için kendini ezdirmeyen bir toplumu egemenliği altına almaktadır. Söz konusu tarihe karakterini veren kaynak aslında “Rusluk”tur.
Gorbaçov’un Sovyetlerindeki Perestroyka dönemi ile demir perde kalkınca 1991 tarihinde ilk defa Sovyet felsefecileri toplu olarak İstanbul’a gelmişlerdi. Ben de meslektaşları olarak Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde düzenledikleri bir toplantıda onlarla tanıştım. Yaşlıca olanlardan birisi özel görüşmeler sırasında gururla şöyle bir tümce kullandı:
“Biz Ruslar her şeyi abartırız, abartmak genel karakterimizdir, Marksizm’e de aynısını yaptık.”
Evet, toplumlar tarih içinde liderler ve yönetimler değiştirse de, toplumsal, tarihsel, dinsel karakterlerini, gen kodlarını, kültürel mayalarını, hemen hiç değiştiremezler. Yapısal değişimler sanılandan çook daha yavaş olur. Üretim ilişkilerini değiştirmekle kültürel maya tarihsel köklerinden sökülüp atılamaz.
Rusya’da Ekim devrimini gerçekleştiren Lenin ve Troçki de bu gerçeği bilecek kadar olgun olduklarından komünizmi uygulamaya sokmadılar. Uzun yıllar sürecek yumuşak bir sosyalist geçiş dönemi hazırladılar. O yıllar “NEP devri” diye bilinir. NEP, Novea Ekonomisko Partia demektir. Yeni Ekonomik Parti’nin kısaltımı. “NEP” iktidar olan Lenin’in partisinin adıydı. Lenin’in taraftarlarına, iktidar oldukları için “çoğunluk” anlamında “Bolşevik”, Troçki’nin taraftarlarına da “azınlık” anlamında “Menşevik” denirdi.
Lenin ve Troçki sadece siyasal rakip değil, aynı zamanda düşmandılar. Troçkistlerin toplantısında Lenin’i kim öldürecek diye çöp çekmişler, kısa çöp ünlü Yahudi soyadlarından “Kaplan” soyadlı bir kadına çıkmış. Bayan Kaplan da gitmiş, halkın arasında, meydanda nutuk çekerken Lenin’e üç el, “tak, tak, tak”, ateş etmiş. Ciğerlerinden yaralanan Lenin Almanya’ya tedavi için gitmiş. Sonra tam iyileşmemiş olduğu ve yıllar sonra ölümünün aynı yaradan olduğu söylenmiş.
Gerçek farklı. Nasıl mı? İşte böyle: Babam İbrahim Bey 50’lili yıllarda Münih’te bulunduğu bir ara “Hofbreu Haus” adında bir barda Lenin’in resmini görünce şaşırmış, garsona sormuş:
“Ne arıyor bu resim burada?” Garson da:

“Buraya gelen her önemli kişinin resmini asarız. Lenin’de burada bira içti. Frengi hastalığını kapmış o zamanlar, burada tedavi oluyordu.” Demiş.


Herhalde frengi olma nedeni kurşun yaraları değildi(!). Lenin’den sonra Stalin ile iktidar savaşına giren Troçki sonunda İstanbul’a sürüldü. Yıllarca Büyükada’da gizlendi, sonrasında da Meksika’ya gönderildi. Stalin’in adamları her yerde olduğu gibi Meksika’da da vardı. Orada da onu buldular. Troçki 1940 yılında, Meksika’da başına çekiç vurularak öldürüldü.
NEP devri bir anlamda “refah devri” demektir, öyle anlaşılır. “Bir toplumun öyle bir refah ve mutluluğu görülmemiştir.” Yeni devlet Çar Nikola’yı devirmiş, zenginlerin mallarına el koymuş, topraklarını köylülere açmış, kendi malları gibi kullanmalarına izin vermiş, üründen çok az bir pay istemiş. Her meslek dalında halk “kolhoz”ları (kooperatifleri) oluşturulmuş. Esnaftan dükkan kirası alınmamış, gelirinden az vergi alınmış. Her yerde refah var, mutluluk var, insanlar zevkle çalışıyorlar. Fakat! Lenin frengiden dolayı ölünce yerine Stalin gelir.
“Aslında sırf ilkelerine bakarsan komünizm çok iyi bir şey, fakat Stalin bir katildi, korkunç bir canavar. Stalin cahil birisiydi, papaz okulunda okumuş, eşkıyalık yapmış. Eylemci karakteri dolayısıyla Lenin’in ve Troçki’nin gözüne girdi, onların çömeziydi. Sonra milyonları öldürdü. Elime geçse insanlık adına onu hemen öldürürdüm.”
Stalin 3 Nisan 1922’te Komünist Parti Genel Sekreteri seçildikten sonraki yıllar içinde komünizme geçişi başlatır. Her yere ve her işe ödeyemeyecekleri kadar yüksek kiralar ve vergiler koyar. Ödeyemeyenin elinden işini alır, onu işinin çalışanı yapar. Sonunda herkes devlete çalışır hale gelir. Maliyeciler, KGB ve ajanlaşan halk sıkı denetleme içindedirler. Gıcık olduğunu, rakibini ispiyon et Sibirya’ya sürdür. En yakınının KGB ajanı çıktığı bir dönem. Halk ayaklanma eğilimleri gösterir. Stalin’in en çok uğraştığı ve çok can aldığı toplumlar ise Türk toplumlarıdır.

III. Dağıstan

Nimetullah İsmailov asıl adıdır babam İbrahim Bilgiç’in. Onun asıl adını karısı, yani sevgili annem bile bilmezdi, özellikle o. Sevdiklerini korumak için alınan bir önlem! Nimetullah 1920 yılının ilk aylarında Dağıstan’ın Hasayurt kentinde dünyaya gelir. O sıralar Dağıstanlılar düzenli Rus ordularıyla savaşmaktadır. Rus komünistler bölgede baskın hale gelince Temirhanşura’da oturan İsmailov ailesi bir komşu kente, Hasayurt’a, oradan da Mahaçkala’ya göç ederler. İşte Nimetullah bu göçlerde doğmuş.


Hasayurt’tan Mahaçkala’ya göçte Çeçenlerin de payı vardı. Hasayurt’ta daha çok Kumuk kökenli aileler oturmaktadır ama Çeçenler oranın kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Elimizde kalem var diye şimdi biz tarihe sarkıp burnumuzu kimin haklı olduğu işine sokacak değiliz elbet. Belki sırf tarihçilerle alay etmek ve savaşçı yaşam biçimlerini korumak, ısınmak için birbirleriyle dalaştılar, hareket olsun diye, kim bilir? İşte, sonuç olarak Çeçenler Hasayurt’u yakar, darmadağın ederler. Nimetullahlar da Mahaçkala’ya göç ederler.
Temirhanşura Buynakski’nin eski, Mahaçkala da Ancikala’nın yeni adıdır. Nimetullah’ın belleğinde böyle, biri eski biri yeni adıyla kalmış. Belleklerde yerleşen bu dönüşümün sıra düzeni komünistlerin Dağıstan’ı işgal etme sürecini yansıtır. Ancikala’dan bir genç komünistlere katılır ve eylemlerde bulunur. Halk da Mahaç Dahadayev adındaki bu genci yakalar ve asar. Aynı olay Temirhanşura’da yaşanır. Mahaç’ın da arkadaşı olan bir başka genç, Ullubiy Buynakski (Buynaklı Ulu bey) de komünistlere katılır ve Dağıstanlılar onu da yaka paça yakalar, beş adımda darağacını kurar, sallandırırlar. Ruslar da Dağıstan’ı tamamen egemenlikleri altına alınca “kahraman komünist şehitler” diye bu iki gencin adını kendi kentlerine verirler. Böylece Temirhanşura Buynakski, Ancikala da Mahaçkala olur. Ancikala Nimetullah için Mahaçkala’dır çünkü orayı bu adla yaşamıştır.
Herhalde ben 21.yy Türkiye’sinden, kuramsal bir mantıkla baktığım için olsa gerek, daha hikayenin başından kafam karışıyor. Sanki bana “komünizm” ile “devrim” kavramları arasında bir bağ var gibi geliyordu. Hani komünizm halk devrimi olacaktı, falan? Galiba koca koca adlı yazarlar, koca koca kitaplarında, koca koca yalanlar yazıyorlar, biz entelektüeller de inanıyoruz. İşte basbayağı, Ruslar Dağıstan’a saldırmış, işgal etmişler. Hadi komünizm, Rusya’nın yalanıydı, ya kahraman Türk ulusunun tarih boyunca komünizme (Ruslara değil!) karşı gelmesine ne demeli. Hani Türklük ile komünizm arasında bir karşıtlık olacaktı ya. Türkiye’ de devlet, polis, ülkücü kardeşlerimiz, öğretmenlerimiz, edebiyatçılarımız bize böyle öğretmemişler miydi? Hatta devlet bu inançla işçi, öğrenci ve aydınına acımasızca işkence yapmadı mı, öldürmedi mi? Ne yazık ki hepsi kandırılmış. Türklüğün komünizm karşıtlığı da diğer bir koca yalan. Amerika’nın Sovyetlere karşı ürettiği soğuk savaş döneminden kalma yalanı. Amerika’nın geç dönem ikinci yalanı ise İslamiyet’in komünizm karşıtlığıdır ki “yeşil kuşak projesi” diye de bilinir. Yani bir yandan Ruslar, bir yandan Amerikalılar yalan ideolojiler üretip pazarladılar ve silaha gerek kalmadan dünyayı işgal etmeye giriştiler. Bunu kendileri de gizlemiyorlar. Türkiye’de hâlâ Türkçü, İslamcı ve bunlara karşın komünist, sosyalist ideolojiler aynı yıkıntı yalanlarla koşullandırılmış kavramsallaştırmaların mirasını tüketiyorlar veya insanları ve kendilerini bu yıkıntılar altında tüketiyorlar. Başkalarının horozları çöplüğümüzde ötüyor, biz tepişiyoruz. Aslında Türkiye’nin hakikati, Sünniler, Aleviler, Kürtler vb. arasındaki tarihsel, ekonomik ve kültürel çıkar hesaplaşmaları, tanınma ve varolma çabalarıdır. Bu tarihsel süreçte, postmodern geçiş sürecinde bütün dünyada, toplumların “tanınma” dönemini geçiriyoruz. İdeoloji ise düşünce tembeli insanın yaşantısında yaygınlaştıkça güçlenen bir yalandır, tek tek hayatları, mutluluğu kemirerek yok eden sinsi bir yalan.
İdeolojinin yalanlaşmaya başladığı nokta kendi söylem alanından yani siyaset alanından dinin, bilimin, sosyolojinin, antropolojinin, hatta tıbbın, biyolojinin ve hatta aşkın bile alanlarına tecavüz etmeye başladığı noktadır. İdeolojik bir dünya kurmak ve dünyayı ideolojik olarak anlamak isterseniz, zaten dünyayı siz ideolojileştirmiş olursunuz. Aynı şey din veya bilim için de söz konusudur. Yoksa şişede durduğu gibi dursa, aslında ideolojinin, siyasetin sınırları içinde geçerli bir değeri vardır elbet. “İdeoloji” kavramının insan ve yaşam bütününü kuşatacak şekilde, toplumsallaşmanın mayası, “kolektif bilinç”, “yaygın halk kanıları toplamı” veya “sağduyu” kavramının yerine geçirilmesi yaşamın post-modern imgeleştirilmesi ve insanın kendine aşırı yabancılaşmasının bir başka görünümüdür: Yabancılaşma karşıtı ideoloji sonunda yabancılaşmaya neden oldu. Yabancılaşmış aydın! Entelektüelizmin paradoksu. Oysa yaşam siyasal değildir. Siyaset biz tek tek kadın erkeklerin yaşamının sadece bir boyutudur. Modern toplumsal yaşamda köşeye sıkışmış, dikilemeyen küçük erkeksi, iktidarsızlık yansıtması halinde, ideoloji deyince, çok bi bok bilirmiş gibi heyecanla dikilir hemen. İdeoloji entelektüel ereksiyondur. Oysa ideolojinin gerisinde toplumsal, kültürel, ekonomik gerçekler vardır asıl dikkat edilmesi gereken. Ben burada, tarihte modernizmin etkisinde kalan bilincin parçalanmasıyla oluşan birey – toplum dikotomisinin sonuçlarının, yani sırasıyla, bireysel özgürlükçülüğe karşı toplumsal paylaşımı savunan ayrımın, liberalizm ile sosyalizm karşıtlığının gerisindeki, öncesindeki otantik insan varoluşunu savunurken, eminim beyni yıkanmış, hiçbir şey anlamamaya yemin etmiş bir dolu geri zekalı da bu romanı gene bildikleri şekilde ya liberalist ya da sosyalist kalıplara dökmeye kalkacaklardır. Hatta bu son satırları, okurlarımdan özür dileyerek romandan sapma pahasına, o inatçı beyinsizlerin gözlerine sokmak için yazdım, olur ki kazara anlarlar diye. Tarihsel, toplumsal gerçekleri okuma tarzları da tarihsel, toplumsal gerçeklerin değişme süreçleriyle beraber değişmektedir ve bu durumda filozofluk da iki kat gerçekliğin arkasındaki diyalektik şifreleri okumaktır, düz mantıkla birincil nedenleri değil.
“Baba siz orada Türk sözcüğünü de mi duymamıştınız?”

“Duymuştuk ama Türklük diye bir anlayış yoktu. Bütün Kafkas topluluklarının hepsi farklı uluslardır. Nehrin bir kıyısında başka bir dil ve kültür, karşı kıyısında bambaşka bir dil ve kültür vardır.”


Antropolojik gerçekliğin bizim kafalarımızdaki düzgün kuramsal çerçeveye sığmaması sinir bozucu. Zaten bu yüzden değil midir ki bizimkiler Kafkasya’ya gidip gelip onlara Türkçülüğü ve Sünniliği öğretmeye çalışırlar. Çıkar dengeleri açısından ideolojik siyasal bloklaşma anlamlıdır fakat bunun için Türklükle ilgili hiçbir fikri ve hatta çoğunlukla ilgisi bile olmayan önemli bir kısmı Şii, Hıristiyan ve Yahudi olan farklı toplumlara kendilerinin Türklüğün bir parçası olduklarını ve Türklüğe de Sünniliğin yakıştığını belletmeye kalkmanın alemi yok. İnsanların kendi toplumsal gerçekleriyle oynamaya kimsenin hakkı yoktur.
Gelin şu kafa karışıklığını çözelim. 19’uncu yy.’da Kafkaslar’dan Osmanlı topraklarının içlerine yapılan göçte gelen ilk grup Çerkezlerdir. Bu nedenle Osmanlı belgelerinde, aynı yönden gelen her topluluk “Çerkez” diye tanımlanmıştır. Oysa Kafkasya’da otuzdan fazla farklı etnik grup ve dil vardır. Çerkezler ve Çerkezce, yani Adigece bu gruplardan sadece biridir. Yaygın iddiaların aksine bu insanların çoğunun kökeni Türk değildir. Kafkasya “kuzey” ve “güney” diye ikiye ayırılır. Kuzey Kafkasya halklarının sadece üçü, yani Kumuklar, Karaçaylar ve Balkarlar Türk’tür. Üçü de “Antik Türkçe”nin üç farklı lehçesini konuşurlar. Türkiye’deki Kafkas derneklerinin çoğu “Kuzey Kafkas” kültür dernekleridir. Kafkas gruplar ve Türkçüler Kafkasların Türklüğünün tartışılmasını ve aralarında ayrım yapılmasını sevmezler. Aralarında pek kız alıp verme de yoktur oysa. Kendi aralarında asla karışmazlar. Bu konular Türkçülük dolayısıyla ve Türkiye’de hayatta kalmak için tabulaştırılmıştır. Örneğin Şey Şamil Türk değildir, bir Lezgi’dir. Hatta Türkiye’de “Şeyh Şamil” diye bilinen oyunun ve dansın asıl adı “Lezginka”dır. Müslüman bir kahraman ya, illa Türk olmak zorunda(!).
Güney Kafkasya’da ise ağırlıklı olarak üç halk vardır, bunlar Ermeniler, Gürcüler ve Azerilerdir. Ermenilerin ve Gürcülerin Türk olmadığını zaten herkes bilir. Örneğin Stalin bir Gürcü’ydü. Bu yüzden olsa gerek Sakarya tarafındaki Gürcü topluluklar müslümanlıkları ve özellikle Türklükleri konusunda çok duyarlı, hatta aşırıdırlar. Toplumlara Türk demek için tarihsel kültürel ortaklıktan yola çıkarsak o zaman aynı mantıkla, örneğin Ermenilerin de Türk olduğunu söylemek gibi bir durum doğar. Ortak dili kullanmak da bu toplumları Türk yapmaz. Türkiye’ye geç gelen bazı Kafkas toplulukları Türkiye’deki Pantürkist akımlara yetmiş yıllık komünist esaretinden ve Rusça’nın egemenliğinden dolayı uyum gösterememişler, kendilerinin Türk olduklarını kolay kabul edememişlerdir. Güney Kaykasya’da sadece Azeriler Türk’tür. Bir de Kırım Türkleri ve Hazar Türkleri var.
Ortak dil de ırkdaşlığın delili değildir. Cermen dilleri bu duruma güzel bir örnek oluşturur. İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika’nın Flaman bölgesi, İsviçre’nin Almanca konuşan bölgesi, Almanlar ve Avusturyalılar Cermen dilleri konuşurlar. Bu dillerin arasındaki farklar Türki dillerin arasındaki farklara yakındır. Hitler’in iddia ettiği şekilde bütün bu halklara Alman diyemeyeceğimiz gibi, Türkçe konuşan halklara da illa Türk’tür diyemeyiz. Kuzey batı Çin’in Sincan eyaletinden eski Yugoslavya’nın içlerine kadar hâlâ Türkçe konuşabilir, farklı lehçelerde olsa da anlaşabilirsiniz. Fakat bu insanların hepsi Türk değildir.


IV. Komünist Emperyalizme Karşı Halk Ayaklanması

Nimetullah’ın ailesi ve akrabaları kendi tanımıyla, sonra benim de gördüğüm gibi, kumral saçlı, beyaz tenli, renkli gözlü, yapılı ve düzgün hatlı, varlıklı ve kent kökenli insanlardır. Namus ve şereflerine çok düşkün ve aşırı gururlu insanlardır. Zaten Dağıstan kültürü erkeklik ve gurur üzerine kuruludur. Kadınlar baskı altında ve erkekten gizlenerek yaşamaz, rahattırlar. Fakat bu rahatlığa karşın hiçbir erkekte bir kadına, kıza yan gözle bakamaz, bakmaz zaten. İlla çapkınlık yapacaklarsa da gizlice ve gönüllü Rus kadınlarıyla yaparlar. Fakat özel erkeklik muhabbetleri bile son derece kurallı, seviyeli ve kesinlikle içkilidir.


Nimetullah’ın babası, benim dedem, uzun boylu, iri yapılı ve son derece yakışıklı bir adamdır. Yürürken yer sallanır. Adı Abas İsmailov. Giyinmeyi, içmeyi, yaşamayı iyi bilen bir adam. Yazın beyaz keten takımlar giyer, kışın drap palto. Baba Abas, Rusların peşinde olduğu, ne yaptığı bilinmeyen, toplumun seçkin ve bilgili bir kişisidir. Pek çok akşamları arkadaşlarına gider ve içerler. Ayda bir de kendisine sıra gelir, arkadaşlarıyla gizli konuşmalar yaparlar ve içerler. Bu misafirler çevrede tanınan kişiler değildir; fakat önemli kişiler oldukları bellidir. Evde şarap bittiğinde Nimetullah’ı gönderirler. Nimetullah şarabı dışarıdan almaz, şaraphanede ki özel üretim şaraptan alır.
“Şaraphanenin kapısını vurduğumda küçük bir pencere açılır, beni görünce ‘Abas’ın oğlu’ diyerek kapıyı açarlar, mahzende ki fıçılardan şişeme şarap doldururlardı. Ben de yolda ondan içe içe gelirdim.”
Baba Abas’ın her türden, her sınıftan yakın tanıdığı pek çok insan vardır. Örneğin zaman zaman yardım ettiği berber Ali. Bir gün küçük Nimetullah’ın çok sevdiği astragan kürkten yapılma değerli kalpağını yolda kalabalık bir serseri grubu çalar ve ortadan kaybolurlar. Nimetullah da şehir çetelerini iyi tanıdığı için berber Ali’ye koşar. Bir saat içinde kalpak geri gelir.
O dönemin başlarında Dağıstan yaşamının temel karakteri, Ruslara karşı ayaklanmış bir ulus olmaktır. Savaş halindedirler ve genel Rus egemenliğine karşın Dağıstanlı erkekler, çeteler yer yer başkaldırmaktadır. Fakat daha komünizm yokken öyle bir isyancı vardır ki anılmaya değer. Adı Abrek Zalim Han’dır. “Abrek”, zenginden çalıp fakire dağıtan demektir. Henüz Nimetullah belki hayatta yokken, babası bir tren yolculuğunda Zalim Han’a rastlar. Abas İsmailov kompartımanda tek başına cam kenarında oturmaktadır. Üzerinde beyaz renkte ulusal Dağıstan kıyafetleri, belinde gümüş uçlu kemer, göğsünde fişeklik, kama ve ayrıca kılıç. Kıyafetler ya siyah ya da beyaz oluyor. Beyaz kıyafet ve kılıç o kişinin ya bir devlet adamı ya da zengin olduğunu gösteriyor. Abas tek başına oturduğu kompartımanın penceresinden Kafkas dağlarını seyrederken kapıda kendisinden bile uzun boylu ve iri yapılı, gene geleneksel Dağıstan kıyafetleri içinde bir adam belirir.
“Assalamun aleykum”

“Va aleykum salam”.


Hemen tanır. Bu, gazetelerde resmini gördüğü Zalim Han’ın ta kendisidir. Adam geçer cam kenarına, karşısına oturur. İki heybetli Dağıstan erkeği karşılıklı, etkileyici bir dünya oluşturmaktadırlar. Dünya onlarla kurulmuştur ve onlarla yok olacaktır. Bir süre sonra kompartımana bir Rus subayı girer, Zalim Han’a aşağılayıcı bir eda ile
“Sen, şöyle kenara geç bakayım, oraya ben oturacağım” der.
Zalim Han’ın gözleri döner, rengi atar ama subaya belli etmez. Aksine saygıyla kenara çekilir, yerini ona verir ve subayı pohpohlayıcı sözlerle iltifat eder. Ünü, yaptığı işler ve kalıbını düşününce Abas, kafasından “ulan bu adam bir şey yapacak ama” diye geçirir. Hasayurt tren istasyonunda Abas iner ve ertesi günkü gazetelerde şu haberi okur:
“Zalim Han Grozni’den büyük bir sürü daha çalmış, üç kişiyi öldürmüş, ardından, kaçarken trende de bir Rus subayını öldürmüştür.”
Uzun yıllarca Zalim Han’ı arar ordu kuvvetleri. Sonunda bir samanlıkta uyurken etrafını sararlar. Zalim Han korku ve telaş içinde üst katta uyuduğu samanların üzerinden alt kata atlar. Korktuğu şey ölmek değildir. Aksine ölmekten hiçbir çekinmesi yoktur. O, samanlar üzerinde ölmekten korkar. “Bir erkeğe samanlar üzerinde ölmek yakışmaz.” Adamın derdine bak! “Saman”, rahat döşek demektir, telaşı bundandır. Yere atlar atlamaz yerden bir avuç toprak alır, kelime-i şahadet getirip yüzüne bular. Vücudunda sayısız mermi ile oraya yığılır ve ölür. Yüzündeki toprak onun, toprak üzerinde erkekçe dövüşerek öldüğünün kanıtıdır. Komünistler gelince, “abrek” olduğu için Zalim Han’ı kahraman ilan ederler, hatta bir filmini bile yaparlar.
Komünistler zamanında Ruslara açıktan isyan eden asıl kişilerden biri Nimetullah’ın yakın akrabası, olasılıkla dayısı olan Atay ve onun sonradan katıldığı Alişbiy Taranof’un çetesidir. Atay uzun boylu geniş omuzlu bakımlı bir adamdır. Bazen sakallı, ucuz kıyafetler içinde, döküntü koyun yünü şapka ile görülür; bazen de çok şık, resmi giyinir, gözlükleriyle bir bilim adamı izlenimi verir. Baba Abas, onu ailesi için tehlikeli bulduğundan dolayı etrafta Atay’ın adını anmayı yasaklamıştır. Buna rağmen Atay onları sever, zaman zaman yardım da eder.
1933 yılında kıtlık zamanı Atay’ın önemli bir yardımı dokunur aileye. Dağıstan’daki kıtlık aslında Ukrayna’daki kıtlığın yansımasıdır. Ukrayna’daki kıtlığın nedeni ise ideolojinin “yalan” olma niteliğidir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ndeki 12 cumhuriyet, anayasa niteliğinde olan VKPB’ ye, yani Bütün Sovyetlerin Komünizminin Bolşevik Partisi hakkındaki kitabına bağlıdır. Bu kitabın maddelerinden biri şöyledir: “Bir cumhuriyet, yaşayanları tümüyle komünizmden ayrılmak isterse ayrılabilir.” Şimdi uyanık okurum hemen olacakları gördü ama ne yaparsanız ki anlatmak zorundayım, roman bu.
Evet, inanılmaz ama Ukraynalılar saf saf gider, “biz sizden ayrılmak istiyorduk da” diye dilekçelerini verirler Moskova’ya. İşte felsefe ve mantık okumamış olmanın zararı! Ukrayna bu eylemiyle bir paradoks doğurmuştur. Bir yargının doğruluğunu temel alıp o yargıyı yanlışlamaya kalkmak çelişkidir. “Sizi reddetmeme izin verir misiniz lütfen” veya “yanlışlamayı yanlışın kendisinin doğrulaması” gibi bir şey bu. Bir de ideolojik söylemin doğruluğunu siyasetin dışındaki alanların doğrularıyla, tarihsel-toplumsal olaylarla karıştırmak gibi bir yanılgıları var ki bu safdilliğe ancak ideolojilerine din gibi iman edenler sahip olabilir. Zaten ideolojiler çoğunlukla dinleşirler çünkü ideolojileştirme dinleştirmenin, dogmalaştırmanın yarısıdır.
Eh, Moskova’nın mantık bilgisi daha kuvvetli olduğu için Ukrayna’nın VKPB paradoksunu gereğince çözüverir. İdeolojinin ikiyüzlülüğünü sergilemekten çekinmeden anayasa kitaplarını şöyle bir kenara atarlar ve Ukrayna’dan on iki temsilciyi hemen kurşuna dizerler. İhtiyaç oldukça dağıtılacağı vaadiyle Ukrayna’nın tüm besin ürününü alır fakat geri vermezler. Sonuç korkunç bir felakettir. Ukrayna halkı yenilebilecek ne varsa, kedi, köpek, fare yer. Onlar da bitince ot yerler ve vücutları şişer. Kıtlıktan ölen çok olur. 1933-34 yılları böyle, açlık ve toplu ölümlerle geçer.
“Vücutları şişmiş, hasta, perişan bir halde 1933’te Dağıstan’a hücum ettiler. Paraları var ama ülkelerinde alacakları bir şey yoktu. Yüksek talep ve bol para bizim pazarda fiyatları aşırı derecede artırdı. Örneğin bir tavuk beş kapik ise beş ruble oldu. Bu yüzden kıtlığı biz de yaşadık.”
İşte bu kıtlık yıllarında Atay bir gün, adının anılmadığı İsmailovların evinin önünde erzak yüklü bir arabayla belirir. Koskoca araba ağzına kadara erzakla doludur. Tozu dumana katarak gelen arabaya tam altı tane at koşulmuş olmasına rağmen atlar damarlarını çatlatırcasına zorlanarak çekmektedirler arabayı. “Azbar”ın, yani büyük kapılı bahçenin önünde duran arabayı Nimetullah’ın annesi Zuhra Hanım içeri almaz.
“Atay bunlar haram mal olmasın sakın?”

“Yok vallahi değil, hepsi helal. Yalnızca atlarla araba haram, onları da şimdi alıp götüreceğim.”


Ancak bu cevabı aldıktan sonra Zuhra ana azbarın küçük kapısından geriye girip içerden büyük kapıyı açar. İnsanların açlıktan öldüğü bir dönemde böyle hediye sunmak ne derece bir büyüklükse, o koşullarda bu yaşamsal hediyeyi dinsel, ahlaksal bir sorumlulukla, adalet duygusuyla öncelikle geri çevirmesi daha üst dereceden bir büyüklüktür. Bir ana ne pahasına olursa olsun yavrularını besler değil mi? Değilmiş! Bir kadının en doğal zorunlu ve en kutsal ödevi olan yavrusunu besleme ödevinden bile yüksektir “doğruluk”. Doğruyu yaptı, doğruyu yazdı diye değil dokuz köyden kovulmak, çoluk çocuk açlıktan ölmek bile önemli değildir!
Nimetullah bir gün yolda giderken Atay’a rastlar. Atay “atın Nimetullah töğül mü?”diye sorar. Evet cevabı üzerine onu kucağına alır ve evine götürür. Ev kentin kenarında, mezarlık dibinde, kerpiçten yapılma, tek odalı büyük bir binadır. Evin ortasında “peçka” denilen devasa bir ocak vardır. Rusya, Ukrayna, Dağıstan ve çevre ülke kültürlerinde yer alan peçka o kadar büyüktür ki, kışın üstüne yatak yayılır ve yatılır. Soğuk kış gecelerinin cennetidir peçka. Burası Atay’ın kendi gizli evidir. Çeçen bir karısı vardır, çocuğu yoktur. Fakat her şehirde bir evi ve bir karısı vardır. Atay Nimetullah’a burayı unutmasını ve bir daha gelmemesini sıkıca tembihler.
Atay odanın uzak bir kenarına gider, iklime uygun olarak ısısını korusun diye yere gömülü duran damacanadan bir sürahiye şarap doldurur, iki maşrapa ile masaya bırakır. Sonra döner, peçkanın kapağını açıp içeri bir kanca sallar. İçinden kancayla, postu hala üzerinde koca bir koyun çeker, bir budunu koparır, şöyle bir silkeler, üstündeki tüyler ve toprak parçaları yere dökülür, pişmiş, pamuk gibi beyaz et ve deri çıkar ortaya. Onu da koyar masaya, sonra küçük Nimetullah’a döner,
“Haydi iç bakalım!”

“Ya … Ben içemem, babam…”

“Aa! Sen erkeksin artık. Haydi, haydi, iç!”
Yemeğin sonunda Nimetullah “bulut” olmuştur. Atay, yeğenini sırtında evine kadar taşır, evin duvarına yaslar “haydi, şimdi git. Benimle olduğunu söylersin; der ve gözden kaybolur. Evde oğlu için endişelenmiş olan baba, Atay’a kızsa da bir sorun olmaz.
Nimetullah ne kadar eleştirel gözlerle dünyayı keşfetmeye çalışsa da, Atay’da hayran olunacak bazı nitelikler bulmuştur. Bu yüzden Atay’ın öldürülüşünü uzaktan endişe ve tahminlerle yaşaması da o kadar acıklıdır: Atay, Alişbiy Taranof çetesine katılmıştır. 1936’da bir gün çetenin ormanda o anda bulunduğu yer ihbar edilir. Yüzlerce Rus süvarisi ağaçlıkta etraflarını sarar, savaşırlar. Süvari kıtası İsmailovların evinin arkasındadır. Nimetullah at sırtında yaralı süvarilerin gelişlerini görür, nelerin olduğunu bilmektedir. Gene de Atay’ın ölmediğini, öyle birinin öldürülemeyeceğini düşünür. Ondan sonra Atay’dan haber alınamamıştır. Olasılıkla öldürülmüştür ama sağ da olabilir!
Alişbiy’in kardeşi Yusuf Taranof yaralı ağabeyini sırtında çatışma alanından kaçırmaya çalışır. Çemberi yararken ağabeyi beyninden vurulup ölse de cesedini kaçırmayı başarır. Usulünce namazını kıldırır ve toprağa verir. Böylece hikaye bitmez! En garip olay buradan sonra yaşanır. Rus ordusu (dikkat edin bu ordu hiç SSCB ordusu olmamıştır Nimetullahlar için) mezarın yerini bulur, mezardan cesedini çıkartırlar. Kefeninden soyar, üzerine kanlı elbiselerini, kalpağını giydirirler, bir tabuta koyarlar, bahçesine gömmeden önce devlet tutuk evinde sergilerler, ibret olsun diye! Nimetullah da bir punduna getirip Alişbiy Taranof’un cesedini ziyarete gider. “Onu gördüm. Vücudu, kalpağının kenarı kanlıydı, beyninden vurulmuş, beyni akmış.”


V. Hikayeci Dede

Babamlar beş kardeştirler. En büyükleri Fatıma Hanım ile en küçükleri Mina Hanım kızdır ve aralarında Nimetullah’ın bir küçüğü Resul, bir büyüğü Asadullah olacak şekilde üç erkek vardır. Nimetullah tam ortancadır. İleride kardeşlerinin hepsi farklı Sovyet devletleri içinde, önemli toplumsal konumlarda yer alacaklardır. Hatta daha Nimetullah çocukken ablası Fatma Bakü’de cerrahtır, 1933’de evlenmiştir. Eşi de Azerbaycan’da Hayvancılık Bakanı’dır, adı Mursal. Ne garip bir rastlantı ki, prenses havasını hiçbir zaman yitirmeyen küçükleri Mina Hatun da, ablasından esinlenmiş gibi ileride bir bakanla evlenecektir.


Küçük Nimetullah bir ara bir iki akrabasıyla Bakü’ye, ablasını ziyarete gider. Bu ziyaretinde ablasıyla özlem giderdiği ve bol bol et yediği düşünülebilir. Fakat onun aklında kalan en önemli olay, tanıştığı yaşlı bir hikayecidir. Sözel kültür günümüze göre bin kat daha güçlü o zamanlar. Hikayeciler binlerce masal, öykü, ninni, fıkra ve tekerlemeler, deyişler bilirler. Bu Dede Korkut misali ak saçlı ak sakallı hikayeci dede, Nimetullah’ı dizine oturtur ve ona şekerleme tadında bir sesle bir tekerleme okur. Mucizevi bir belleğe sahip olan Nimetullah, hayatının en karmaşık ayrıntılarını zorlanmadan anımsayabilmektedir. Çocukken bir kere duyduğu bu hikayeyi de:
“Elif, be, te, se, cim, ha. Han Kaba’ğa barğanna, kolunda kına salganna, ya haciyav hacıyav, yiğik olsun bizim tav (han Kabe’ye gidince, eline kına koyduğu zaman, ya hacı hacı, büyük olsun bizim dağ.). İki dene ha! İki dene. İki dene bir gûş idi, bahçeye gonmûş idi, dayı oğlu görmüş idi, okhuna vurmûş idi. Okhun ben bezerem, keten göğlek gezerem. Keten göğlek bilmeli, gel danış bizim dili. Bizim dili Urmu dil, Urmudan gelen atlar, ağzına yüğen tartar. Yüğeni verdim tata, tat mena tari verdi, tariyi serptim guşa, guş mena ganat verdi. Ganatlandım uçmağa, hak kapusun açmağa. Hak kapusun kilitti, kilit Şirvan boyunda, Şirvan boyu zerbezer, içinde maymun gezer. Maymunun balaları meni gördü ağladı, tumanına “gı”ladı. Hasan beyin neyi var, göğe çatan atı var, elli batman götü var.”
Bu tekerlemeyi Nimetullah için unutulmaz kılan şey herhalde bizim şimdiki halimiz gibi, tekerlemenin o zaman da insanları kahkahadan kırıp geçirmesi olsa gerektir. Bu tekerleme bir kalıpmış ve sonundaki “Hasan Bey” ifadesi yerine, tekerlemenin okunduğu mecliste oturan en şişman çocuğun adı, örneğin “Tosun’un neyi var…” gibi söylenirmiş. Herhalde ardından Tosun da yanıtlayıcı bir tekerleme bulmakta zorlanmayacaktır(!).

VI. Atlıkarınca

Müzik kutusu sesinde, düzenli metalik melodilere çocuk çığlıkları karışırken dağların doruğundan bulutlara sıçramış, dörtnala atını mahmuzlamaktadır küçük Nimetullah. Atlıkarınca en sevdiği eğlencedir. Ne yapıp etmiş, parasını denkleştirmiş ve soluğu gene hemen atlıkarıncada almıştır. Çığlıklarla atını mahmuzlarken bir erkek çocuk olmasını kutlamaktadır. “Dağlı” dedikleri toplulukların çocukları gerçek atlara binmeyi ondan çok daha küçük yaşlarında öğrenirler. O ise başkentte yaşayan bir çocuktur ve çocukluğu at sırtında değil atlıkarınca sırtında geçmektedir. Elbette para bulduğu sürece.


Para bulamadığı zamanlarda görevliye yardım ederek atlıkarıncaya binerdi. 11-12 yaşlarında bir gün gene atlıkarıncadan eve dönerken yerde içi para dolu bir cüzdan bulur. Bozuk paralarla şeker alır, tabanca alır. Bütünlükler atlıkarınca günlerinin garantisidir. Cüzdanı eve saklayacaktır ama nereye? Ev, Mahaçkala’ya geçtikleri zaman babasının yaptırdığı iki katlı, bodrumlu, bahçeli, kocaman bir evdir. Oralarda evlerin bodrumu olmaz fakat onların vardır. Evet, en iyi yer bodrumdur, pek kullanılmaz. Hemen bodruma iner. Bodrumun bazı yerlerinde havalandırma delikleri vardır ve bu deliklere birer tuğla konmuştur. O tuğlalardan birinin ardına gizler cüzdanı.
Nimetullah ertesi gün at sırtında yorulmaya hazırlanacağı derin bir uykuya dalar. Ceketindeki ağırlıkları fark eden annesi, ceplerine baktığında kurşun tabanca, çikolatalar, şekerler bulur, babaya haber verir. İsmailovların eğitim anlayışında çocuklar asla şımartılmayacağı gibi sert koşullarda ciddi yetişmelerine de önem verilir. Sert olmasa da ciddilik konusunda biz de bu gelenekten payımıza düşen aldığımızdan bilirim. Çocuğun eline öyle avuç dolusu para verilmez. Biz de tahta kılıçlarımızı, oyuncaklarımızı kendimiz yapan son çocuklardandık. Dedem Abas da durumu görünce “ bırak uyusun, sabah bakarız” der. Sabah olunca yatağın kenarına gelip oturur ve Nimetullah uyanınca, net ve vurgulu ifadelerle sorar
“Oğlum sen o paraları nereden aldın!?”

“Yolda buldum”

“Ee, kalanı nerede, hepsini yedin mi?” Doğruyu söylemek güçtür ama yalan söylemek de olanaksız.

“Baba, bodrumun deliğine koydum onu, cüzdan bulmuştum.”

“Getir bakayım!” Nimetullah koşar cüzdanı getirir.

“Şimdi nerede bulduysan hemen git, onu bırak, gel!”


Nimetullah geri bırakmaya giderken yolda da sağduyunun kendine özgü kıvrımlarını keşfetmektedir. “Ya, ben şimdi bunu buraya bıraksam başkası gelip alacak. Enayi miyim ben?”. Soru bu biçime ulaşınca cevabı da biçimlenmiştir ve Nimetullah cüzdanı başka bir yere gizler, para bitinceye kadar da azar azar harcar. Anlatımın bu yerinde babam bembeyaz top sakalını gererek gülerken koltuğundaki sallanmasını hızlandırıp, yetmiş beş sene önceki yaramaz gözleriyle bana bakar ve karşılıklı gülüşürüz. Babamı böyle sevimli bir yaramaz çocuk gibi gülerken görmek çok hoş, çünkü bize yaptığı babalık da bizim şımarmamıza asla izin vermeyen bir ciddilikteydi. Belki en iyi uyuştukları erdem diyebileceğim, “akıldışı, tam bir doğruluk, dürüstlük bağlılığı”, anne ve babamın bize aktarmaya çalıştıkları en değerli mirastır. Bu mirasta, bir Osmanlı kadını olan annem “nomos”u temsil ederken, bir Kafkas erkeği olan babam da “auto”yu temsil eder. Biz üç oğlan kardeş de “auto-nomos” yani özerk karakterdeyizdir bu nedenle. Elbet, akıldışı bir doğruluğun ne kadar akıllıca bir iş olduğu başkaları için tartışılabilir. Bizim için ise insanın temel ayırıcı niteliği homo irrationalis olmasıdır.
Fakat Nimetullah o yaşlarda yaramaz bir çocuktur; saygılı ama yaramaz. O, ömrünün her döneminde çevresindeki herkese özen göstermiş ve sorumluluklarından fırsat buldukça sadece kendi serüvenini yaşamıştır. Yani o bildiğinden şaşmaz. İşte yine aynı türden bir olay ve gene aynı tepki: Karşı komşuları, kuyumcu, çok güzel yapılmış üç katlı bir taş evde oturmaktadır. Çatı da Nimetullah cins güvercinler görür ve komşunun çatısına tırmanır, yuvalarını arar. Yavru veya yumurta var mı diye merakla bakmaktadır. Yuvayı ve yuvada yumurtaları bulur ama onların da altında bambaşka bir şey daha bulur: İçi gümüş Rus Rubleleri ile dolu bir torba, yani atlıkarınca ve çikolata. Bu sefer baba fark eder ve geçen seferkinden daha serttir
“Doğru söyle!! Nereden buldun parayı?”
Baba bir kere gür ve tok sesiyle “doğru söyle” dedi mi doğru söylememek olanaksızdır. Babanın bu seslenişi Nimetullah’ın tüm hayatı boyunca kulağında çınlar ve hayatını belirler; “doğru söyle!” Nimetullah da söyler, torbayı getirir, gösterir. Torba hâlâ doludur. Baba bir an ne yapabileceğini düşünür ve sonunda yaramaz oğlunu doğal afet olarak nitelemeye karar verir. Hem daha pek bir şey harcanmamıştır içinden, hem de bu olay parayla karşılanamayacak, açıklanamaz bir utanç içermektedir. “Hemen aldığın yere bırak!”der. Fakat bu ifadenin şiddeti Nimetullah’ı yerine bıraktığı torbayı boşaltmaya devam etmesini engellemeye yetmez. O zamandan bu zamana belli ki babam hiç değişmemiş. Şimdi de hem insülin alıp hem de dokunduğu halde gizliden şekerli şeyler yemeye devam ediyor. Yaramaz çocuk!

VII. Gece Faytonla Kaçış

Rus komünistler uzun süredir dedem Abas’ın peşindedirler ama aradıkları Abas’ın, gerçek kimliğini çözememişlerdir. Abas da diğer Dağıstanlılar gibi Rus emperyalizmine karşı vatanını savunmak için tüm yeteneklerini kullanmıştır. Diğer yandan bir de ailesi vardır, koruması gereken. Fakat ne yazık ki Ruslar 1933 yılında Abas’ın kimliğini çözer, eskiden kim olduğunu bulurlar. Sonra da kitabına uygun bir bahane uydurur ve hapse atarlar.


Kimliğini çözdükten sonra hapse atması kolay da, yıllarca uğraşıp ancak kimliğini çözebildikleri koca Abas’ı bundan sonra hapiste tutmak o kadar kolay mı bakalım? Bir akşam Abas’ın Ermeni komünist bir arkadaşı kapıyı çalar. Ermenileri ve komünistleri Türklüğe düşman görenlerin kulakları çınlasın; adam hem Ermeni hem de komünisttir ve Rus komünistlerin elinden vatansever bir Dağıstanlıyı kaçıracaktır. Burada, sanki vatanseverlikle milliyetçilik arasındaki o, çok karıştırılan farkın ipuçlarını yakalayabilirmişiz gibi görünüyor. Çokbilmişler, hakikatleri, ideolojik kuramlarının içine tıkıştırabilmek için çırpına dursunlar, biz olanlara dönelim: Ermeni arkadaş akşama gider, babaannem Zuhra Hanım ile konuşur:
“Hemen değerli eşyalarınızı toplayın ve hazırlanın, gece Abas arabayla gelip sizi alacak. Bahçenin şurasına da gömülü altın varmış oradan bana şu kadar para vermenizi söyledi. Yüklü rüşvetler vereceğiz. Acele edin!”
Zuhra Hanım şaşkın, heyecanlı ve şüphelidir. Ya yalan söylüyorsa? Fakat o zaman altınların yerini bilemezdi. Besbelli ki Abas söylemişti bunu. Adama istediği kadar altın verir, gönderir. Bir telaş, toparlanırlar ve merak, ümit içinde beklemeye koyulurlar.
Gece yarısı, sabaha doğru, ıslak ayazın sessizliğinde büyükçe bir fayton azbarın kapısından içeriye süzülür. Çoluk çocuk değerli eşyalarla birlikte çabucak binerler ve fayton aynı şekilde sessiz bir acele ile gecenin karanlığında kaybolur.
Seneler önce Mahaçkala’ya göç ettikleri Hasayurt’a geri dönecektir aile. Fakat daha önce, bir buçuk sene Çiryurt İstasyon Köyü’nde bekleyeceklerdir. Abas Çiryurt’a varır varmaz hemen bir arazi kiralar ve çiftçi işçiler tutar, mevsimine göre eker biçer. Dağıstan’da her bitki yoktur. Örneğin zeytin nedir bilinmez. Zeytinyağı ancak eczanelerde küçük şişelerde satılır, ilaç niyetine. Vişne bahçeleri vardır; o yaz sıcaktır kavun, karpuz yetiştirirler.
Karpuzlar kocaman olmuştur. Nimetullah’ın kucağını doldurur bir tanesi. Nimetullah karpuzları teker teker götürür, istasyonda duraklayan trenlerdeki kondüktöre verir ve şekerle takas yapar. Karpuz da şeker de oralarda pek bulunmaz ve değerlidir. Hele şeker lüks bir tüketim maddesidir. Ağır karpuzlar zor zahmet el değiştirdikten sonra Nimetullah gömleğinin eteğini açar ve aldığı kadar kilolarca toz şekeri kondüktör kucağına boca eder. İkisi de çok memnundur bu alışverişten. Zuhra Hanım da.

VIII. Tren Kaçakları

Aile sonunda Hasayurt’tadır. Zuhra hanımın evde olmadığı bir günün sabahında, babası, Nimetullah’a


“Çay yap” der. Bu emir ona tokat gibi gelir

“Baba hiç erkekler çay yapar mı?”

“Hı!? Erkek mi oldun sen?”
O artık on üç yaşında kocca bir delikanlıdır ve bir kadınlık görevinin(!) kendisine verilmesini kaldıramaz. Yoo! Bu kadarı da fazladır. Çay yapmak! Olacak iş değil. Evden kaçar. Orası, birisi kalpağını aldı veya bıyığına dokundu diye can alınan bir yerdir. Dağıstan’da toplumsal roller cinsiyete göre uzun yüzyıllar içinde bölüşülmüştür ve bu bölüşüm ahlakın biçimsel temelini oluşturur. Eh Nimetullah da bir erkek(!) olduğuna göre yapabileceği tek şey kaçmaktır. Üstelik yalnız da gitmez. Kendine Asetin bir avukatın oğlunu yol arkadaşı seçer. Herhalde dünyanın en kolay işlerinden biridir, baskın anne egemenliğinden kurtulmak isteyen kız veya baskın baba egemenliğinden kurtulmak isteyen oğlan bulmak.
İki kafadar trenlerde kaçak olarak Hasayurt’tan Rostov’a yolculuk ederler. Bilet denetçisi yaklaştıkça bunlar geriye giderler, son vagona gelince de dışarı çıkar ve vagonun tepesine tırmanırlar. Rostov’a varınca Donbas kömür madenlerine gitmek üzere kara yük trenlerine atlarlar. Fakat trenin yoluna devam etmesini beklerken, bakarlar ki trene kömür yükleniyor ve tren gerisin geriye Rostov’a geliyor. İkinci denemeleri de başarısızlıkla sonuçlanır.
Nimetullah’ın planı önce Bakü’deki ablasına uğramak, oradan da Orta Asya’nın Merv kentinde oturan dayısı Ali’ye gitmek. Dayı da kendisi gibi kaçaktır. Bir farkla ki, kendisi babasına çay yapmaktan kaçmışken, dayısı Dağıstanlıların Ruslara çay yapmasına karşı savaşmak için kaçmıştır. O dayısını bir defa görmüştür. Dayıları kendilerini özlediği için, Mahaçkala’dayken bir gece ziyarete gelmiş ve gün doğmadan gitmişti. Hedefi kafa dengi gördüğü dayısının kaçak savaşına katılmaktır.
Ne var ki paralar suyunu çeker ve açlık artık dayanılmaz bir hal alır. Sonunda kafadarlar geri yönde gitmeye karar verirler fakat trene biner binmez yakalanır ve karakola teslim edilirler. Karakolda Nimetullah’ın kanı kaynamakta, serüvenine devam etmek istemektedir. “kaçalım” der, ama arkadaşının ne gücü ve cesareti, ne de isteği kalmıştır. “pısırık” diye düşünür ve bir yolunu bulup kendi kaçar.
Nimetullah hemen planına geri döner. Gene bir trende kaçak yolculuk yapmaktadır. Bislan’dan geçerken tekrar yakalanır. O zamanlar herhalde kaçak yolculuğa ciddi bir talep ve kaçak yolcular ile demiryolu denetçileri arasında sıkı bir mücadele olmalı ki trenlerde kaçak yolcu hücresi vardır. Nimetullah kaçak yolcu hücresine hapsedilince yıkar ortalığı. Duvarları yumruklamakta, tekmelemekte ve avazı çıktığı kadar bağırmaktadır. Yan vagondan gürültüyü duyan yüksek rütbeli bir Rus subayı ne olup bittiğini sorar; öğrenince de çocuğu yanına çağırtır.
“Niye kaçak yolculuk yapıyorsun, annen baban yok mu senin?”

“Yok, hiç kimsem yok.”

“Benim gibi bir subay olmak ister misin? İstersen seni okuturum.”
Subayın çantasından çıkardığı tavuk ızgarayı midesine indirmekle uğraşan Nimetullah, subayın ne söylediğine aldırmadan onaylar. Osetiye’nin başkenti Ordjnikidze’de kimsesiz çocuklara subay eğitimi veren bir harp okulu vardır. Subay onu Ordjnikidze’ye kadar götürür. Kocaman ve muhteşem bir bina! Okula vardıklarında subay ona biraz beklemesini söyler. Karnı doyan ve aklı başına gelen Nimetullah artık daha sağlıklı (!) düşünebilmektedir. Kendi kendine “ her şeye razıyım da, ya bu subay benim kimliğimi öğrenirde beni babama teslim etmeye kalkarsa” diye düşünür. Bilgelik madalyasını hak eden (!) böylesi güçlü bir öngörüden sonra arkasına bakmadan oradan kaçar. Tekrar trendedir. Tren Hasayurt’tan geçerken dayanamaz iner. Şöyle bir dolaşacak, özlem giderecek ve sonra da yoluna devam edecektir - de, çekirge son sıçrayışında yakalanır. Tanımadığı bir akrabası onu enseler, “sakın bunu bırakmayın” diye tembihleyerek Rus karısı Marusya’ya teslim eder ve arabuluculuk yapmak için babasının evine gider. Onu hemen teslim etmemiştir.
Evde oğlunun kaybolmasının ardından deliye dönen babaya “bir şey yapmayacaksın” diye büyük baskı yapılır. Onun yokluğunda her yere, herkese haberler gönderilmiş, gazetelere boy boy ilanlar verilmiştir. Abas oğlunun kaçmasından dolayı suçluluk duymasa da sorumluluk duymaktadır ve zor da olsa oğlunun üzerindeki etkiyi azaltmayı kabul eder. Sabah uyandığında Nimetullah, yatağının kenarında büyük ağabeyi Asadullah’ı otururken bulur.
“Haydi eve gidiyoruz!”

“İstemez!”

“Babamla konuştuk, sana bir şey yapmayacağına dair yemin ettirdiler.”
Abisi bayramlık elbiselerini getirmiştir. Nimetullah ise acıkınca ceketini satmış, üstü başı kömürlere bulanmış, sefil bir haldedir. Yıkanır, temizlerini giyer ve eve giderler. Evde kahvaltı yapılmaktadır. Usulca masaya oturur, çayını yudumlar. Baba başını ona çevirir, zaten normalde bile sert konuşan adamın, sinirini zar zor denetleyen dudaklarından komedilik bir tümce dökülür:
“Nasıl geçti seyahatin, memnun musun?” Sıkıyorsa memnunum de. Başı önde:

“Değilim.”

“Bir daha yapacak mısın?”

“Yok. Yapmayacağım?”


Bütün konuşma bu kadardır ve olay bir daha açılmamacasına kapanır.

IX. Tıp, Dişçilik ve Spor

Sekiz yıllık kızlı erkekli karma temel eğitime Dağıstan bizden yüzyıl önce geçmiştir. Bu bizden daha öz Türk ve daha saf-iman sahibi insanlar ne ırkçılıkla ne de yobazlıkla, gericilikle tanışmışlardır. Hem geleneklerine çok sıkı bağlı, hem de özgürlükçü, ileri bir görüş sahibidirler. Elbet bu tarihsel karakterin bölgede toplumsal süreçte kendini gerçekleyebilmesinde eğitim devrimlerinin ve komünizmin payı büyüktür. O dönemlerde eğitim sistemi değişmektedir.


Mahaçkala’dayken Nimetullah önce 4. Kumuk Okulu’na, sonra da 8. Kumuk Okulu’na devam eder. Bu numaralar sadece okulların adıdır, derecesi değil. Okul, hem ilkokul hem de yarım ortaokuldur. Lise yerine geçen okula “tam ortaokul” denir. 4. Kumuk Okulu’na başladığında Arap harfleri kullanılırken bir ay sonra Latin alfabesine geçilir. 8. Kumuk Okulu’na taşındığında ise sadece alfabe değil, dil de değişir Kiril alfabesi ve Rusça eğitim başlamıştır. Hani, melekler aleminde Arapça konuşuluyordu ya (!), komünizmin dili de Rusça olsa gerekti (!).
Nimetullah yarım ortaokulu bitirmeden bir süre önce Mahaçkala’dan ayrılmışlardır ve Çiryurt’ta eğitimine bir yıl ara vermiştir. Buna rağmen ara sıra Çiryurt’taki öğrencilerin notlarına göz gezdirmektedir. Sayfaları okumadan ezberlemektedir ve seneye Hasayurt’a taşındıklarında bir yıllık derslerden sınavları vererek sınıf atlar ve tam ortaokula başlar. Rusça’yı ve Rusça dilbilgisini burada pekiştirir. Öyle ki tam bir Rus ağzıyla konuşur ve bir Rus’un bile bilmediği kadar gramer bilgisine sahiptir. Onun beyninin bir dil bilgisayarı olduğunu söylersem pek yanlış olmaz.
Nimetullah tam ortaokulu başarıyla bitirince, yaramaz oğlanın adam olacağı ümidi belirir ve ailesi götürür, onu Mahaçkala Tıp Okulu’na sokar. Ailenin tam desteği üzerindedir. Okulun yurdunda bir odası olmakla birlikte, bir de kentte bir oda kiralanır. Cebinde yüklüce bir harçlık, üzerinde pahalı kıyafetler, sporcu bir vücut ve parlak bir zeka ile patlamaya hazır bir bomba gibidir genç tıp öğrencisi Nimetullah. Ve gerçekten de bir bomba gibi patlar.
Tıp Okulu’nda iki bölüm vardır, tıp ve dişçilik. Nimetullah o kadar farklı bir başarı gösterir ki, yönetim, okul kurallarını bozar ve onun iki dalda birden okumasına izin verir. Okulda ayrıca her tür spor ve toplumsal etkinliklere katılır. Özellikle sporu çok sever. Çocukluğundan beri sporla büyümüştür. Ailede zaten güreş merakı vardır. Babam da kışın patenlerinin üzerinden inmezmiş. Öyle ki sabahları tam bir kilo balı kafaya diker ve sonrada akşama kadar buz pateni yaparmış. Babamın bu, bastonla yürümeye çalıştığı ileriki yıllarında minik torunu Feyza’nın elinden tutup, aradan geçen altmış yıla rağmen buz pateninin üstünde doğal reflekslerle kolayca kayarken sergilediği görüntü bir mucizenin tablosuydu doğrusu. Meğerse gençliğinde bir buz pateni cambazıymış.
Nimetullah tıp ve dişçilik okurken farklı sporlar yapma olanağı bulur. Mahaçkala, Hazar Gölü kıyısındadır. Plajları vardır. Biz de plaj düşüncesi bir hayal olarak bile yokken, o zamanlar Mahaçkala’da herkes denize girmektedir. Her okulun sahilde bir iskelesi, bir sahası, bir kürek takımı bile vardır. Çeşitli stillerde 100-200-300 metre yüzme yarışları yapılır. Nimetullah böyle pek çok yüzme yarışlarına girmiştir ve her stilde başarıları vardır. Dekatlonda önemli bir madalya kazanır. G.T.O. “İşe ve savunmaya hazırım” adındaki bu madalyayı almak zordur. Yarışma 300m yüzme, 1000m koşu, uzun atlama, yüksek atlama, uzağa el bombası atma, jimnastik paralelinde “güneş dövüşü” denilen saltolar vb. hareketleri içermektedir.

X. Dersler ve Hocalar

Nimetullah tıp ve dişçilik eğitimi boyunca ilginç dersler ve hocalar görür. İlginç değilse bile o ilginç yapmasını bilir. Latince hocaları genç alımlı bir kadındır. Sadece uzaktan birbirlerinin farkındadırlar. Nimetullah Latince’yi sökmeye başladığı derslerden birinde defterine Latince bir şiircik yazar:



Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə