Mart-nisan2011 doc



Yüklə 0,51 Mb.
səhifə4/8
tarix22.07.2018
ölçüsü0,51 Mb.
#58118
1   2   3   4   5   6   7   8

Vehbi Koç’un vasiyeti doğrultusunda 10 yıldır düzenlenen Vehbi Koç ödülü, bu yıl kültür alanında verildi. Ödülün sahibi hayatını müziğe adayan, son olarak da Uluslararası Ayvalık Müzik Akademisi’ni kurarak gençlere yeni ufuklar açan Prof. Dr. Filiz Ali oldu.

Koç Topluluğu’nun kurucusu merhum Vehbi Koç, ebediyete intikalinin 15. yıldönümü olan 25 Şubat Cuma günü törenlerle anıldı. Sabah Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki anma töreninin ardından Holding binasında dua okundu. Günün son toplantısı ise akşam saatlerindeydi. Ailesi, dostları, çalışma arkadaşlarının buluştuğu Vehbi Koç Ödülü Töreni’nde, Vehbi Koç Vakfı’nca bu yıl 10’uncusu verilen Vehbi Koç Ödülü sahibini buldu. 2002 yılından beri düzenlenen ve Vehbi Koç’un vasiyeti doğrultusunda eğitim, sağlık ve kültür alanlarından birinde başarı gösteren kişilere verilen ödülün 2011 yılındaki sahibi Prof. Dr. Filiz Ali oldu.

Vehbi Koç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Semahat Arsel’in ev sahipliğinde gerçekleşen ve İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve İstanbul protokolünün de yer aldığı törene Koç Ailesi üyeleri, Koç Topluluğu üst düzey yöneticileri, Vehbi Koç Vakfı yetkilileri ile çok sayıda davetli katıldı. Gecede konuşma yapan Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç, konuşmasına “Bugün 10.’sunu düzenlediğimiz Vehbi Koç Ödül Töreni’nde sizlerle bir arada olmaktan son derece mutlu ve gururluyum.” diyerek başladı. Özellikle son yıllarda şirketlerin ekonomik faaliyetlerinin ötesine geçtiklerini ve çok değişik alanlarda projeler geliştirip yürüttüklerini söyleyen Koç, şirketlerin kurdukları veya destek verdikleri sivil toplum kuruluşları ile toplumsal gelişimi hızlandırmaya ve tekrarlanabilen modeller üretmeye çalıştıklarına dikkat çekti. Mustafa V. Koç, dünyada tüm bu değişimlerin Koç Holding’in kurucusu merhum Vehbi Koç’un vizyoner kişiliğini bir kez daha ispatladığını vurgulayarak sözlerine şöyle devam etti: “Vehbi beyin ‘Ülkem varsa ben de varım’ temel felsefesinin modern kalkınma kavramlarına denk düştüğünü görüyoruz. Kendisi Topluluğumuzun anayasası olarak sahip çıktığı bu yaklaşımı hedef ve ilkelerimize de yansıtmış ve Vehbi Koç Vakfı’yla da kurumsal bir kimliğe kavuşturmuştur.” Bu sözlerle 1969 yılında Türkiye’nin ilk büyük vakfı olan Vehbi Koç Vakfı’nı kuran Vehbi Koç’un ileri görüşlülüğünü bir kez daha ortaya koyan Mustafa V. Koç; sağlık, kültür ve eğitim alanlarında Türkiye’nin daha hızlı gelişmesine destek olmak amacıyla kurulan Vehbi Koç Vakfı’nın, tüm faaliyetlerinde örnek olmak, sürdürülebilir ve tekrarlanabilir modellerle Türkiye’ye fayda sağlamak üzere yola çıktığını dile getirdi.

Vehbi Koç Vakfı’nın 40 yılı aşan ömründe sağladığı değerlerle ilgili pek çok etkileyici örnek verilebileceğini belirten Mustafa V. Koç, Vehbi Koç Ödülü’nün anlamını şu sözlerle aktardı: “Vehbi Koç Vakfı’nın kendisi gibi değer yaratanlara seslendiği, onlara ‘sizin farkınızdayız, çalışmalarınızın değerini anlıyoruz ve devam etmeniz için bir destek de biz vermek istiyoruz’ diyerek seslendiği bir törendeyiz. Bu törenin başkahramanı da Vehbi Koç Ödülü’nün sahibi.”

Vehbi Koç’un henüz sağlığındayken ödül fikrini taşıdığını ve hatırı sayılır miktarda bir fon ayırarak oluşturduğu bu fikri, kendilerinin hayata geçirmiş olmaktan duyduğu mutluluğu konuklarla paylaşan Koç, Koç Ailesi ve Topluluk üyeleri olarak toplumların gelişmesi için destek verdiklerini söyledi. Mustafa V. Koç sözlerine şöyle devam etti: “Türkiye’nin ilk özel müzesi olan Sadberk Hanım Müzesi ile bir yandan yüksek nitelikli sergi ve yayın çalışmaları yaparken, bir yandan da Türkiye’nin kültür mirasını, gelenek ve göreneklerini genç nesillere tanıtmaya yönelik düzenli eğitim çalışmaları yürütmekteyiz. Rahmi Koç Müzesi ile Türkiye’nin ve dünyanın ulaşım, endüstri ve iletişim tarihine ayna tutmaktayız. Vehbi Koç ve Ankara Araştırmaları Merkezi, Suna - İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü ve Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’yle Anadolu tarihini ve kültürünü destekliyoruz. Topluluk olarak 2007 senesinde 10 yıllık bir süre için Uluslararası İstanbul Bienali’nin ana sponsoru olduk. Uluslararası arenada büyük ses getiren ve bu sayede Türk çağdaş sanat ve sanatçılarını dünyaya açan Bienal, İstanbul markasına da değer katıyor.”

Globalleşen dünyada artık her hamlenin daha çabuk takip edildiğini söyleyen Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı buna örnek olarak da Koç Ailesinin, 2007 yılında Dünya Anıtlar Vakfı -World Monuments Fund- tarafından, her yıl dünya kültür mirasına katkıda bulunan kişi ya da kurumlara verilen Hadrian Ödülü’ne, 2008 de ise ülkemizin kalkınmasına olan katkılarından dolayı, dünyada “hayırseverliğin nobel”i olarak adlandırılan “Carnegie Medal of Philanthropy” e layık görüldüğünü gösterdi ve şunları söyledi: “Aldığımız bu ödüller bizi gururlandırırken daha iyisini yaparak en iyi örnekleri yaratma konusunda şevklendirdi.”

Mustafa V. Koç sözlerini şöyle tamamladı: “Biraz sonra Vehbi Koç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanımız Sayın Semahat Arsel, kültür alanındaki önemli katkıları ile bu yılki ödülümüze hak kazanan çok değerli ismi sizlere açıklayacak. Kendisini şimdiden tebrik ediyor, kültür hayatımıza yaptıkları katkıdan dolayı şükranlarımı sunuyorum.”

Mustafa V. Koç’un ardından kürsüye çıkan Vehbi Koç Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Semahat Arsel ise bu yıl kültür alanında verilen ve Doğan Hızlan başkanlığındaki Seçici Kurul üyeleri, Prof. Dr. Mustafa İsen, Melih Fereli, Nazan Ölçer ve Görgün Taner’in önerdiği isimler arasından Vehbi Koç Vakfı Yönetim Kurulu üyeleri tarafından seçilen ismi açıkladı. Ve ödülün sahibi, hayatı boyunca çağdaş müzik adına önemli çalışmalara imza atan ve son olarak kurduğu Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi ile başarılı müzisyenlerin yetişmesini sağlamayı amaçlayan Prof. Dr. Filiz Ali oldu. Ünlü edebiyatçı Sabahattin Ali’nin kızı olan ve müzik sevgisini babası sayesinde edindiğini söy leyen Prof. Dr. Ali, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ödülü aldığım için heyecanlı olduğum kadar sevinçliyim de. Bu ödüle layık olmaya çalışacağım. Bana daha da heyecanla devam etme gücü verdiniz.”

Filiz Ali, Türkiye’de verilen en büyük para ödülü olma özelliği taşıyan 100 bin dolarlık ödülün sahibi oldu.

MÜZİKLE YOĞRULMUŞ BİR HAYAT

Bu sene kültür alanında verilen ve 10.’su düzenlenen Vehbi Koç Ödülü’nün sahibi Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (AIMA) ve kurucusu Prof. Filiz Ali oldu.

Ünlü edebiyatçı Sabahattin Ali’nin de kızı olan değerli müzisyen ve müzikolog Prof. Filiz Ali’nin hayatı tam anlamıyla müzikle yoğrulmuş. Konservatuvar yıllarından başlayarak Türk müziğine önemli katkılar sağlayan Prof. Filiz Ali ile müzik ve Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (AlMA) ile ilgili keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.



Bu yıl 10.’su düzenlenen Vehbi Koç Ödülü’nün sahibi siz oldunuz. Öncelikle düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Bir kere benim için çok büyük bir sürpriz bu. Bir şekilde takdir edilmiş olmak, yaptığım işin değerlendirilmiş olması beni gerçekten çok onurlandırdı. Doğrusunu isterseniz yaptığım işin sonunda bir ödül geleceğini hiçbir zaman düşünmemiştim. Bir ödül kazanmak için yapmıyorsunuz bunları. Onun için hakikaten çok şaşırdım. Gerçek hissiyatım bu. Aynı ödül Türkan Saylan’a verildiği vakit çok mütehassıs olmuştum. Koç Ailesi’nin Türkiye’de kültüre verdikleri değer ve yaptıkları hizmet nedeniyle de bu ödülün çok saygın bir ödül olduğunu düşünüyorum.



Filiz Ali’yi bugünlere getiren yolculuktan biraz bahseder misiniz?

Çok uzun bir liste tabi bu. Benim için en önemli köşe taşlarını söyleyeyim. Bir kere eğitimciliğim; 40 senenin üzerinde öğretmenlik yaptım. Ankara Devlet Konservatuvarı daha sonra da İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda. Pek çok öğrenci yetiştirdim. O öğrencilerin bir kısmının hayata atıldıktan sonra çok başarılı olduklarını gördüm. Onların bir kısmıyla hâlâ temasta olmam beni çok mutlu eder. Hatta bazı öğrencilerimle meslektaş olarak çalışmalara devam ettiğim için de çok mutluyumdur.

İkinci olarak şunu söyleyebilirim; çok uzun yıllar radyoculuk yaptım. Radyolarda caz müzik, klasik müzik, halk müziği üzerine yaptığım programların hemen hepsi çok özgündü. Yapıldığı 1960’lı yıllarda çok ses getiren programlardı. Onlar benim için çok önemlidir. Radyoculuğu çok severim, mikrofonu çok severim.

Bir başka köşe taşı ise yine uzun yıllar, ilk başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere diğer gazetelerde de müzik üzerine yazılar yazmak oldu. Şu anda gazetede yazmıyorum ama devir değişti, bir bloğum var. Orada yazmaya devam ediyorum. Facebook ile iletişime devam ediyorum.

Çok önemli bir köşe taşı da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun kurucusu olmaktır. Daha bina bitmeden oraya sanat yönetmeni olarak atanmıştım. Bir konser salonunun nasıl işlemesi gerektiğine dair ilk uygulamaları orada gerçekleştirdik diyebilirim. Yani İstanbul’daki konser salonlarının da Avrupa’daki, Amerika’daki konser salonları gibi olmasına ön ayak olduğumu zannediyorum. O bakımdan da çok iftihar ederim. Oradaki o üç yıllık çalışmanın benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Sonra, tabiÎ ki çocuk yetiştirdim. Bir oğlum, bir kızım var. Onları sağlıklı bir şekilde yetiştirmiş olmak da benim için büyük bir mutluluktur. İki tane de torunum var. Onlar da beni hayata bağlıyorlar.

Son olarak da Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi var. O da benim son çocuğum diyebilirim. Orada da Türkiye’deki müzik üzerine yetenekli olan gençlere dünyaya açılan bir pencere, bir kapı açma görevini üstlenmiş bulunuyoruz. Bunlarla uğraşıyorum, en son yaptığım iş bu.



En başından beri müzikle yoğrulmuş bir hayat görüyoruz. En başa döndüğünüzde, müzik üzerine yoğunlaşmanızın temelinde hangi sebeplerin yattığını söyleyebilir misiniz?

Babam… Babam bana dünyayı tanıttı, 5 yaşından itibaren babamın eğitimi ile büyüdüm. Ben 11 yaşımdayken öldü. Fakat o 11 sene içerisinde bana neredeyse bir üniversite eğitimi verdi ve gitti. Hakikaten ben temel edebiyat merakımı ve bilgimi, müzik merakımı ve bilgimi ondan aldım. Bunun içinde opera da var, senfoni de… Babam bana bu eğitimi hadi şimdi kitap okuyacağız, hadi şimdi operaya gideceğiz diye vermedi. Hayatın içinde doğal bir akıştı bu. Dolayısıyla ben böyle bir hayatın içinde büyüdüğümden başka bir yöne gidebilmem de mümkün değildi. Bir yandan da onun ölümünden sonra maddi durumumuz nedeniyle parasız yatılı okula gitmem gerekiyordu. Konservatuvar da parasız yatılıydı. Bu da çok uygun düşmüş oldu.

Bir çocuk için böyle bir birikim herkese nasip olmaz. O bakımdan ben çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Yaşamımda babamı çok küçükken kaybetmekle hem büyük bir şanssızlık yaşadığımı hem de babam gibi bir babaya sahip olmakla şanslı olduğumu düşünürüm.

Bir anlamda bu ödülü almanıza da vesile olan Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’ne gelecek olursak. Buranın kuruluşundan biraz bahseder misiniz?

Uzun seneler boyunca yaz aylarında müzik öğrencilerinin mesleklerine devam edememelerini hep eksiklik olarak gördüm. Yazın okul biter; herkes keman kutusunu kapatıp evine döner. Ama müzisyenlik böyle bir şey değildir. Müzisyenlik 24 saat, 12 ay devam etmesi gereken bir hayat tarzıdır. Bu tür olanaklar olmadığından pek çok müzik öğrencisi maddi imkanları el veriyorsa yurt dışına gider. Yurt dışındaki müzik akademilerine, master class’lara giderler ve orada başka hocalarla başka öğrencilerle hem mesleklerini geliştirirler hem de o camiayı daha yakından tanımış olurlar. Bir müzisyenin sadece enstrümanını çalması yeterli değil. Bir altyapıya, belirli bir kültüre sahip olması gerekiyor.

Kendi mesleğinden insanlarla birlikte olabilmesi, onlarla müzik yapabilmesi için Türkiye’de böyle bir şeyi başlatalım diye çıktık bu yola. Bu fikri ilk defa müzisyen Ayla Erduran’la tesadüfen Ayvalık’ta karşılaştığımızda konuşmuştuk. Koşullar en başta imkansız gibiydi. Mekanımız yoktu; paramız yoktu; öğrenciler nereden gelecek bilmiyorduk. Öğrencilerden belirli bir ücret alınacak ve hocalara ücret verilecekti; biz bunun altından nasıl kalkacağız bunların hiçbirini bilmiyorduk. Ama 1998 yılında bunların hepsi birden oluverdi. İlk sene 25 keman, viola ve violonsel öğrencisi geldi. Hocaların hepsi çok önemli hocalardı. Ayla Erduran dışında hepsi yabancıydı. David Oistrakh’ın torunu Valeria Oistrakh Belçika’dan, David Oistrakh ile birlikte müzik yapmış olan çok önemli bir violonselci Mikhail Khomitzer İsrail’den, Hacettepe’de ders veren Victor Pickenzen Ankara’dan, Ayla Erduran da İstanbul’dan geldi.

Akademi’yi neden Ayvalık’ta kurdunuz?

Emekliliğimi geçirmeyi düşündüğüm Ayvalık’ta bir ev sahibi oldum önce. Emeklilikte bomboş oturamam; bir şeyler yapmam lazımdı. Ayvalık’ta, Ayvalık Halkevi’nde ciddi müzik yapılmış vakti zamanında. Mübadeleyle Midilli, Girit ve Selanik’ten gelenlerin beraberinde getirdikleri bir hayat tarzı da var. Mesela çoğu enstrüman çalar. İlhan Usmanbaş gibi Türkiye’nin en önemli bestecilerinden biri de Ayvalıklıdır. Şimdilerde Fazıl Say’ın hocası olarak bilinen çok önemli bir piyanist olan Kamuran Gündemir de Ayvalıklıdır ve benim okul arkadaşımdır. Ayvalık’la ilgili böyle bir ilişkiler ağı vardı. Benim ailemin de Ayvalıkla bağı var. Bizim kütüğümüz Ayvalık’tadır. Şimdi hiçbir akrabam yok Ayvalık’ta, ama çok dostum var.



Akademiye isteyen herkes gelebiliyor mu?

Koşullarımız var. Bunlar uzmanlık dersleri olduğu için belirli bir düzey üzerindeki öğrencileri alabiliyoruz. Yeni başlayanları alamayız. Konservatuvar öğrencisi olması ve belirli bir düzeye gelmiş olması gerekiyor. Öğretmenlerinden birer tavsiye mektubu istiyoruz. Özgeçmişini ve repertuvarlarını, yani çaldıkları eserleri soruyoruz. Seviyesini zaten bunlardan anlıyoruz. 15 ile 25 yaş arasındaki öğrenciler geliyorlar. Ama 14 yaşında öğrenci kabul ettiğimiz de oldu. Çok ileri düzeydeki öğrencilerin gelmesi de çok hoşumuza gidiyor tabi. Mesela İdil Biret özellikle yarışmaya hazırlanan öğrencilerin gelmesini tercih ettiğini söyler.



Siz başarılı müzisyenlerin yetişmesi için bu yönde bir çaba serfederken Türkiye’de müziğin şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de her konuda olduğu gibi müzikte de bir çelişkiler yumağı var. Çok önemle üzerinde durduğum bir şey vardır. Her ne kadar bazı kesimler eleştirel bakarak önemini fark etmese de ben Atatürk’ün müzik devriminin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu müzik devrimi belki amacına yüzde 100 ulaşmadı fakat yüzde 90 ulaştı bana göre.

1930’ların sonuna doğru bilimsel ve kurumsal bir konservatuvar ilk kez Ankara’da kurulmuş. İstanbul’da o sıralarda belediye konservatuvarı var. 1950’lerde İzmir’de bir konservatuvar kurulmuş. 1970’lerde İstanbul’da Devlet Konservatuvarı kurulmuş. Ardından bakıyoruz Çukurova’da var, Mersin’de var, Eskişehir’de var. Yani Anadolu’nun pek çok kentinde devlet konservatuvarı var. Buralardan çok yetenekli sanatçılar çıkıyor. Kimisi opera sanatında ilerliyor. Bir de bakıyorsunuz Metropolitan Operası’nda başrol oynayan operacımız var. İstanbul’daki Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan mezun olmuş. Bir bakıyorsunuz bir viyolonsel öğrencisi geliştirmiş mesleğini ve Amerika’daki Curtis Enstitüsü’nde okumuş; ondan sonra Philadelphia Orkestrası’nda viyolonsellerin başında çalıyor. Bunlar büyük gelişmelerdir. Batı’daki çok sesli müziğin tarihi yaklaşık 700 yıl. Bizim tarihimiz 100 yıl bile değil daha. Onun için ben bu devrimi hiç de küçük görmüyorum.

Tabi hem insani hem de kültürel bakış açısından kaynaklanan bir takım engeller de var. Ticari hayatın ortaya koyduğu da bir takım engeller var. Mesela son derece kolay bir şekilde kotarılan müzik tarzları çok kolay bir şekilde satılıyor. Onun için onların yaygınlaşması çok daha kolay. Onların üzerine basının çok büyük ilgi göstermesi de kolay. O zaman bakıyorsunuz müzik magazinel bir olay olarak algılanıyor Türkiye’de. Magazinleşmiş bir sanat oluyor müzik. Halbuki memleketimizde magazinleşmemiş çok müzisyen var ve magazinleşmeye de hiç niyetli değiller. Dünyada tanınmaya başlayan müzisyenlerimiz de çok. Ama herhangi bir televizyon programında ya da gazetelerin baş sayfasında onları göremezsiniz. Dünya basını onları daha yakından takip eder. Çünkü onlar bir insanın değerine ve yaptığı işin doğruluğuna, güzelliğine bakarlar.



Siz müzik alanında çok önemli çalışmalara imza atıyorken, babanıza ait şiirler de bugün şarkı sözü olarak yeni neslin hafızasına kazınıyor. Bu anlamda müzik ve edebiyat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Babamın hikayelerinin yarısında müzik vardır. Hanende Melek hikayesindeki şarkıcı kadının söylediği şarkı, güftesiyle yer alır. İçimizdeki Şeytan’ın kadın kahramanı, konservatuvarda piyano öğrencisidir. Kürk Mantolu Madonna’nın kadın kahramanı keman çalar; şarkı söyler. Zaten edebiyat olmadan müzik, müzik olmadan edebiyat çok tatsız olur bence. İkisi birbirini o kadar doyuran ve tamamlayan sanat kolları ki… Tabi bu batıda daha fazla göze çarpıyor. Guiseppe Verdi’nin operalarının bazılarının konuları Shakespeare’in oyunlarından alınmadır. Çaykovski’nin eserlerinden bazıları Pushkin’in eserlerinden alınmadır. Yani edebiyat ve müzik iç içedir dünyada. Türk müziğinde de böyledir. Klasik Türk Müziğinde, Divan edebiyatıyla Divan müziğinin ne kadar iç içe olduğunu görürüz. Karacaoğlan’ın deyişlerini, Pir Sultan Abdal’ın deyişlerini düşünürsek Halk müziğinde de bu böyle… Şimdilerde de genç Türk bestecilerimizin tanınmış Türk edebiyatından bazı eserleri opera hãline getirdiklerini görüyoruz.



Peki bundan sonra neler yapmak istiyorsunuz? Emekli oldunuz, ancak müzik çalışmalarınıza devam ediyorsunuz.

2004’te emekli oldum. Şu anda Sabancı Üniversitesi’nde de ders veriyorum. O bakımdan yarı emekliyim diyebilirim. Sağlığım müsaade ettiği sürece bu işleri yürüteceğim. Bana yardımcı olanların da artmasını diliyorum. Öğrencim ve sonra meslektaşım olan İlke Boran ile birlikte 1998 yılından beri ikimiz çalışıyoruz. Tabii ki bize yardımcı olan dostlarımız var ama temelde ikimiz birlikte çalışıyoruz. Bu gönüllülük isteyen bir iş. Herkesin yapabileceği bir iş değil. Bizim gönüllüye ihtiyacımız var. Özellikle de müzisyenler arasından…



PROF. DR. FİLİZ ALİ, ÇAĞDAŞ MÜZİK ÇALIŞMALARINA YÖN VERDİ

Türkiye’nin en etkin ve etkili müzik yazarı, müzikolog ve müzik eleştirmeni olarak değerlendirilen Prof. Filiz Ali, 1980 ve 90’lı yıllarda aktif olarak yaptığı müzik eleştirmenliği, sanat yönetmenliği ve müzik yazarlığı ile Türkiye müzik camiasını yönlendiren ve bu camiaya bir anlamda ivme kazandıran bir isim olarak tanınıyor. Prof. Ali, 1989-92 yılları arasında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun ilk Genel Sanat Yönetmeni olarak yaptığı çalışmalarla da önemli bir yere sahip. Prof. Ali, Ayvalık’ta eski bir Rum evini restore ederek 1998 yılında burada Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (AIMA)’ni kurdu. Konservatuar düzeyinde Türk ve yabancı öğrencilere yönelik müzik ustalık sınıfları düzenlemek ve bu sayede yetenekli genç müzisyenlere Avrupa ve Türkiye’nin ünlü müzik ustalarıyla çalışma olanağını sağlamayı hedefleyen AIMA, 13 yıl içerisinde, 400’ün üzerinde genç müzisyene eğitim verdi.

VEHBİ KOÇ’U ÖLÜMÜNÜN 15. YILINDA ÖZLEMLE ANIYORUM”

Can Kıraç, ölümünün 15. yılında patronu Vehbi Koç’a olan özlemini anlattı.

Bir merhaleden güneşle deryâ görünür,

Bir merhaleden her iki dünya görünür,

Son merhale bir faslı hazandır ki, sürer,

Geçmiş, gelecek, cümlesi rüyâ görünür!

Yahya Kemal

Vehbi Koç ismi, benim anılarıma, Koç Topluluğu’nda 41 sene devam edecek çalışma hayatım başlamadan, 1949 yılında girmiş oldu!

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde öğrenciyken Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanlığı’na seçilmiştim. O yıllarda Ankara’ya başka şehirlerden yüksek öğretim yapmak için gelen gençlerin karşılaştıkları en önemli sorun başlarını sokacak bir yer bulmalarıydı.

Bu sebeple, fakülte ve yüksek okul öğrenci derneklerinin Federasyona getirdikleri konuların başında yurt teminiyle ilgili istekler bulunurdu… Federasyon yöneticileri olarak, bu sorunu milli eğitim bakanları ve üniversite rektörleriyle sık sık tartışırdık…

1950 yılının başlarında, Ankara Üniversitesi Talebe Birliği yöneticileri, Ankaralı hayırsever bir işadamınca Maltepe’de yaptırılan öğrenci yurdunun üniversiteye devrinde ortaya çıkan sorunları Federasyon Başkanlığı’na getirmişler ve bu yurdun bir an önce hizmete girmesi için gerekli olan teşebbüslerin hızlandırılmasını istemişlerdi… Gençlerin çağdaş bir ortamda yetişmelerine yönelik bu girişimin sahibi Ankaralı iş adamı Vehbi Koç’tu… Meselenin çözümü kanun çıkması ile sağlanabilecekti. Bunu temin için Demokrat Parti iktidarının ilk Milli Eğitim Bakanı Avni Başman, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Hikmet Birand ve milletvekilleriyle muhtelif temaslarda bulunmuştuk… Neticede, gerekli yasal düzenlemeler yapılmış ve Vehbi Koç Talebe Yurdu 30 Nisan 1951 günü Ankara Üniversitesi’ne törenle teslim edilmişti… İşin ilginç yönü, Federasyon’un eski başkanı olan benim, bu törene Koç şirketinin çiçeği burnunda bir memuru olarak katılmamdı!

Vehbi Bey’le ilişkilerim, bu ilk görev bir hayır işi olduğu için, Koç’a katıldıktan sonra da hem benim cephemden hem de Koç Topluluğu cephesinden, daima, hayırlı gelişmeler şeklinde devam etti! 1950–1955 yıllarında Ankara’da başlayan Koç’lu hayatım, 1956–1967 yıllarında İzmir’de ve 1968–1991 yıllarında da İstanbul’da aralıksız 41 yıl sürdü!

Vehbi Koç’a iş hayatımdaki yakınlığım İzmir’de Egemak şirketi müdürlüğü yaptığım döneme rastladı… Onun; takipçiliğini, ayrıntılarla ilgilenme merakını, işlerin içine girme yeteneğini, insan sarraflığını, hedefe ulaşmadaki kararlığını, çalışma hırsını ve yaşamındaki hayret verici sadeliğini bu yıllarda görmeye ve izlemeye başlamış oldum… 1968’den sonra İstanbul’da geçen yıllarım ise, Vehbi Bey’in insan yönünü anlamama imkân sağladı… Zor bir eş, sevgi ve şefkât duygularını dışa vurmayan bir baba, mesafeli bir dost, kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını gizlemeyi başaran bir insan olan Vehbi Koç’u, daha derinlemesine algılamaya ve anlamaya bu yıllarda yönelebildim! Onun; memleket meselelerine gösterdiği yakın ilgiye, insanları idare etmedeki sabırlı tutumuna, olaylar karşısındaki sakin davranışlarına, tâviz vermezliğine, inatçılığını gizleyen kişiliğine ve öğrenme gayretine daima hayranlık duydum…

Ve şimdi, 2011 yılının Şubat ayında, Vehbi Koç’un ölümünün 15. yılında, O’nu özlemle anıyor, yardımsever kişiliği ve Türk toplumuna örnek olmuş eserleri ile övünüyorum.

Can Kıraç – 25 Şubat 2011

BULUŞMANIN YENİ ADRESİ HATAY OLDU

Anadolu Buluşmaları’nın 18.’si 650 bayiinin katılımıyla Hatay’da gerçekleştirildi.

Koç Topluluğu bayileriyle bir araya gelmek, geçmiş yılı değerlendirip yeni dönemde belirlenen hedefleri paylaşmak üzere düzenlenen Anadolu Buluşmaları’nın 18.’si dünyanın en eski yerleşim birimlerinden Hatay’da gerçekleştirildi. Türkiye Cumhuriyeti açısından da çok özel bir yeri olan Hatay, 1939 yılında kendi isteğiyle Türkiye topraklarına dâhil olmasıyla Türkiye-Suriye sınırının kesin olarak belirlenmesini sağlamış, bu açıdan bugünkü Türkiye’nin sınırlarının oluşmasında önemli bir rol oynamıştı.



GELENEK HATAY’DA SÜRDÜ

2003 yılından bu yana Koç camiası mensupları ile bir araya gelmek, ülke ve dünya gündemi ile Koç Topluluğu’nun bugününe ve geleceğine ilişkin paylaşımlarda bulunmak için düzenlenen Anadolu Buluşmaları’nda en son adres Hatay oldu. Adana, Gaziantep, Hatay, Kilis, Mersin ve Osmaniye illerinden bayilerin katıldığı Hatay programının ilk saatlerinde Belediye Başkanı Doç. Dr. Lütfi Savaş’ı makamında ziyaret eden Koç Holding yöneticileri daha sonra Hatay Erol Bilecik Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nde, Meslek Lisesi Memleket Meselesi bursiyerleriyle bir araya geldiler.



MUSTAFA V. KOÇ: “TÜRKİYE PARLAYAN YILDIZ”

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç, Koç Holding CEO’su Turgay Durak ve Koç Holding Grup Başkanları’nın katılımıyla gerçekleşen 18. Anadolu Buluşmaları’nda bayilere seslenen Mustafa V. Koç, Koç Topluluğu’nun 2011 yılı faaliyetlerinin temasının “Bir Olmak” olarak açıkladı. 24. Üst Düzey Yöneticiler Toplantısı’nda açıklanan Bir Olmak temasını bir kez de Hatay ve çevresinde faaliyet gösteren bayilere anlatan Mustafa V. Koç tema hakkında şunları söyledi: “Bir Olmak kavramını iki açıdan tanımlıyoruz: Bulunduğumuz sektörlerde ve işlerimizde her zaman ‘Bir Numara’ olmak ve ‘Birliğimizi’ yani Topluluk içi sinerjimizi en yüksek seviyeye getirebilmek. 2011 yılına baktığımızda bu iki unsurun da olumlu etkilerine şiddetle ihtiyacımız olacağını göreceğiz. Küresel ekonomik koşulların bizi sert bir rekabetle karşı karşıya bırakacağını, bunun üstesinden de ancak konumumuzu koruyup güçlendirerek ve üst seviyede dayanışma göstererek gelebileceğimizi söyleyebiliriz.”

2010 yılına dönerek bu yılı kısaca değerlendiren Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı, geçtiğimiz yıl sahip olunan olumsuz beklentilerin bir kısmının gerçekleşmesinin yanı sıra bir kısmının da gerçekleşmediğine dikkat çekti. Gelişmiş ülkelerin 2010 yılda başarılı bir büyüme gösteremediğine değinen Koç, yine geçtiğimiz yıl Euro bölgesinde yaşanan sıkıntıya dair görüşlerini paylaştı. Böyle bir tablo içinde dünyayı büyümeye götürenin gelişmekte olan ülkeler olduğunu vurgulayan Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı “Dünya ekonomisi, gelişmekte olan ülkelerin performansı sayesinde tahminlerin üzerinde, muhtemelen yüzde 5’e yakın bir oranda büyürken, mali piyasalarla ilgili olumsuz beklentiler gerçekleşmedi. 2011 yılı için ise küresel planda bir dizi belirsizlikle karşı karşıyayız. Ulusal planda ise 2010 yılının olumlu rüzgârını bir süre daha arkamızda hissedecek gibiyiz.” dedi. Gelişmekte olan ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin ekonomik performansı ile göz doldurarak yüzde 8’e varan bir büyüme oranı ile başarılı bir yılı geride bıraktığını da vurguladı.


Yüklə 0,51 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə