M
illet: Beni o anlar!
Millet garip bir sözcüktür.
Karadeniz’den gelen göç yolunun üzerinde kadim bir yerle
şim bölgesi olan Adapazarı’nda “millet” Türkiyeli çoğunluğu
nun anladığından, hatta reddetmeye ömrünü adadığından da
ha başka bir anlam if ade eder. Gariptir, millet sözcüğünün tam
da sözlük anlamıdır bu.
Türkçe Sözlük şöyle der: “Çoğunlukla aynı topraklar üzerin
de yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve göre
nek birliği olan insan topluluğu, ulus.”
Taşranın pek çok şehrinde milletten anlaşılan Türk mille
ti değil. İyi ki de değil demek mümkün, gelgeldim kazın ayağı
pek öyle değil. Etnik kökeni alabildiğine karışık olmasına rağ
men “Türk milleti”, millet sözcüğünü çoğu zaman milliyetçi
likle birlikte, nefret suçlarını körüklemek, düşmanlık beslemek
için siyasi bir anlam yükleyerek kullanıyor.
Gerek doğduğum şehirde ulustan çok etnik kökeni ifade et
mesi, gerekse nefret suçlarında oynadığı rol nedeniyle uzak
durduğum, benimsemediğim bir sözcüktür millet. Cinsiyetle
rin veya varlıkların bir bölümünün ayrı âlemler olduğunu vur
gulamaya da yarar. Kadın milleti, erkek milleti, kedi milleti, ço
cuk milleti gibi. Öte yandan milletin İngilizcedeki “everybody”
25
anlamında kullanılmasını severim, “Selam m illet!” Benim ku
şağım, bir dönem özellikle, arkadaş gruplarına hitap etmek için
çok kullanmıştır: “Millet hadi, uyuşuk uyuşuk oturmayın, kal
kın da sinemaya gidelim.”
Bir süre bulunduğum Londra’da, aralarına katıldığım küçük
bir toplulukta geçirdiğim sıra dışı, çok duygulu ve bir kadının
gözyaşlarıyla biten birkaç saat, zaman zaman düşmanlık ve nef
ret beslemek suçuna yataklık eden millet sözcüğünü yeni baş
tan düşünmeme yol açtı.
Londra-Highgate’te Queen’s Wood adlı ormanın içinde bir
kafede toplanan “Queenswood W riters” adlı bir grup yarı
amatör yazarın varlığından haberdar olmuştum. Aralarına ka
tılmak istedim. E-mektubuma tam bir İngiliz nezaketi ve açık
lığıyla cevap veren Leonie beni samimiyetle toplantılarına da
vet etti.
Islak, soğuk bir akşamdı. Gündüz vakti cıvıl cıvıl olan ıssız
ormana gittim, yağmur yağdığı için çamur olmuş toprak yol
da, Leonie’nin mektubunda belirttiği gibi ışığa doğru yürüdüm,
kafeyi buldum, içeri girdim. Mektubunu okurken nedense otuz
civarında olduğunu düşündüğüm, oysa altmış görünen, bem
beyaz saçları gözüne giren Leonie beni çok sıcak karşıladı ve
diğer üyelerle tanıştırdı.
Grup aslında on iki kişiydi, ama her hafta birkaçının bir ma
zereti oluyor, en fazla sekiz kişi toplanıyorlardı. Yabancı oldu
ğum için beni sezon boyunca misafir etmek istedilerse de beş
poundluk giriş aidatını ödemek için ısrar ettim, sevinerek ka
bul ettiler. Böylece yaklaşık dört ay boyunca, hemen her pazar
tesi akşamı ben de Queen’s Wood’un yolunu tuttum.
Üyeler elli yaşın üstündeydiler. Şiir, öykü veya oyun yazıyor
lardı, BBC’de yazdığı bir radyo oyunu seslendirilmiş olan Mur-
ray diğerlerine göre daha tecrübeliydi. Bazılarının birkaç şiiri
veya öyküsü dergilerde yayımlanmıştı. Bağımsız kitap yayım
lama umutları vardı. Grup çalışması sırasında yazdıkları öykü
lerden yaptıkları bir seçkiyi “Out of the Woods” adıyla yayım
lamışlardı ve arada bir ünlü bir yazarı halka açık bir konuşma
26
yapması için davet ediyorlar, bu kitabı da dinlemeye gelenle
re satıyorlardı.
(Onlarla birlikte olduğum süre içinde bir kez bir yazar çağır
dılar. Sigmund Freud’un torununun torunu, ünlü ressam I.u-
cien Freud’un yeğeni Emma Freud’un katıldığı gece, bizdeki
okuma gecelerinden hiç farklı değildi.)
Kafenin ortasında birkaç masa birleştirilerek bir çalışma ala
nı oluşturulmuştu. Herkes bir şeyler getirmişti; şarap, su, ga
zoz, bisküvi, cips veya havuç ve kraker batırarak yedikleri hu
mus, kuruyemiş, çikolata vesaire. Her pazartesi başka bir üye
gruba başkanlık ediyordu. Önce o hafta okudukları kitaplar
dan, izledikleri filmlerden veya gördükleri sergilerden söz edi
yorlar, sonra içlerinden birinin geçen hafta içinde yazdığı bir
öyküyü/şiiri okuyorlar, ardından eleştiriyorlardı. Övgülerinde
de, eleştirilerinde de ölçülü olmaları dikkat çekiciydi. Ardın
dan o geceki başkanın önerdiği bir tema hakkında yarım saatlik
bir sürede birer metin yazıyorlardı. Süre dolunca herkes sıray
la yazdığı metni okuyor, bu arada şaraplar bitmiş, kafenin sa
hibi Murray isteyenlere kahve yapmış, saat de onu geçmiş olu
yordu. Ardından gelecek hafta buluşmak üzere herkes evinin
yolunu tutuyordu.
İlk gidişimde bana olan ilgileri nezaket çerçevesindeydi.
İkinci hafta da geleceğimi ummuyorlardı sanırım. Üçüncü gidi
şimde hemen hepsinin web siteme göz attığını, hakkımda bilgi
sahibi olduklarını anladım. Kitaplarım ve Türkiye’de edebiyat
hakkında sorular sormaya başladılar.
Zamanla grupla ilişkim pazartesi toplantılarıyla sınırlı kal
madı, daha da sıcaklaştı. Altın kol düğmeleri, has ipek fularları,
gömlek yakalarını dışına çıkardığı, harika renklerde saf yün ka
zakları ve hınzır gülüşüyle Agatha Christie’nin romanlarından
fırlamış gibi görünen seksen yaşındaki mimar Geoffrey mesela,
her pazartesi bana “slang” tabir edilen bir argo sözcük öğretme
yi kendine iş edindi. Sevine sevine geliyor, defterime o günün
sözcüğünü yazıyor, sonra açıklıyordu.
Cana yakın Leonie, aslen New Yorklu Liz, sırık gibi uzun
Cheryl ve emekli tiyatro oyuncusu Cathy ile hafta sonların
27
Dostları ilə paylaş: |