Türkiye akreptir, İstanbul yelkovan. İstanbul’da hayat altmış
kat hızlı yaşanır. Hemen herkes 7/24 çalışıyormuş gibi koştu
rur. Ama aynı zamanda hemen herkes sanki işsiz ve aylaktır,
öylesine doludur parklar ve caddeler.
Bir tarihte Salzburg Müzesi’nde açılmış bir sergide, Berlin do
ğumlu ünlü doğa bilimci ve kâşif Alexander von Humboldt’un
bir duvara kocaman harflerle yazılmış bir sözüne rastlamıştım.
Şöyle demiş Humboldt: “Die gegenden von Konstantinople, Ne-
apel und Salzburg h ake ich fü r die schönsten der Erde.”
Almanca
bilmiyorum, ama sanırım İstanbul, Napoli ve Salzburg’un dün
yanın en güzel şehirleri olduğundan bahsediyor. Lisedeyken
yanılmıyorsam Dürrenmatt’ın bir kitabında da “İstanbul Pa
ris’ten sonra dünyanın en güzel şehridir,” diye bir cümle oku
muş, çok mutlu olmuştum.
İstanbul’u seviyorum, ama sevmek kolay. İstanbul’u ölene
kadar sevmek istiyorum, işte bu zor.
33
k —
.
-
I
I
•
___
I
M
•
1
t
1
II
1
İstanbul için bir ağıt
Ne talihsiz bir şehirdir ki İstanbul, bilgelikle değil
tamahkârlıkla eskiyor.
Yıllar önce isimsiz bir şairle Karaköy’den vapura biniyorduk.
Seyyar iskeleler yere sürtünüyor, zemin tahtaları gıcırdıyor,
çımacılar “Ayaklar! Ayaklar!” diye bağırıyor, vapurun han
tal gövdesi iskele boyunca asılmış traktör lastiklerine vuruyor,
rüzgâr uğulduyor, küçük dalgalar çırpınıyor, tepemizde sayısız
martı ciyaklıyordu.
İskelenin hemen ardında devasa bir şehir akıyordu. Şehir
de otobüsler cayırdıyor, taksiler korna, gemiler düdük çalıyor,
minibüsler fren yapıyor, egzozlar patlıyor, seyyar satıcılar hay
kırıyor, dilenciler yalvarıyor, balıkçılar bağırıyor, yorgun, yok
sul ve mutsuz İstanbullular itişiyor, kakışıyor, kavga ediyordu.
Şehrin sesleri öyle yoğundu ki, şair arkadaşım küçük defteri
ni çıkarıp bir dize yazdı.
Bir kent ki eskir çığlık çığlığa.
Dizenin kendisi bir yana, gülünç bulmuştum akla gelen bir di
zeyi gömlek cebinde tutulan küçük bir deftere yazmayı. Şiirin
kendisinden çok şair olmaya değer verdiğim gösteren fazlaca afi
li bir hareket, çok şekerli, fazla romantik. Gerçek şair bunu yap
maz, bulduğu dizeyi aklında tutar zaten, çoktan sindirmiştir, di
ye düşünmüştüm. Ama şehrin gürültüsü kulaklarımda öyle uğul-
damıştı ki o gün, otuz yıl geçti aradan, o dizeyi hiç unutmadım.
35
İstanbul tarihi boyunca olduğu gibi, o gün de dökülüyor
du, arkadaşımın dizesindeki gibi çığlık çığlığa eskiyordu. Kara-
köy derbeder ve mahzundu. Tarlabaşı henüz yıkılmamış, bul
var açılmamıştı. Otobüsle Tarlabaşı’nın daracık caddesinden
geçerken, eski binaların ikinci katlarındaki kuaförlerde saçla
rını yaptıran, yorgun konsomatrislerle göz göze gelmek müm
kündü. Taksim’de Ayyıldız Apartmanı, Osmanbey’de Tunç Ka-
• •
feterya yerli yerindeydi. Üsküdar altüst olmamıştı. Bahariye ve
İstiklal Caddeleri karakter sahibiydi. Serkldoryan binası Demi-
rören AVM olmamıştı. Emek Sineması’nda Oscar ödüllü filmler
en az beş yıllık gecikmekle izlenebiliyordu, yıkılacak diye kim
senin yüreği ağzında değildi.
İstanbul yoksuldu henüz, AVM’ler tarafından işgal edilme
mişti.
Sade ve ağırbaşlı mimarisiyle (eski) Divan Oteli “fakir ama
36
gururlu” çağlardan kalmış gibiydi. Bir gün gelip de yerine dal
galı siperliğiyle kendini Tunus’ta zanneden “zengin ama gör
güsüz” bir binanın yapılacağını, açgözlülüğünün sınır tanıma
yarak havalandırma tesisatıdır, şudur budur diyerek otelin ar
kasındaki mütevazı parka yayılacağını, bu yayılmayı gizlemek
için önüne bodur çamlar ve bodur çamlar kadar ruhsuz dur
mak zorunda olan güvenlik görevlileri dikileceğini tahmin et
mek mümkün değildi. Maçka Oteli de yerindeydi, Yeşilçam’ın
simgelerinden Tarabya Oteli de. Zaten Boğaz da başkaydı, er
guvan ağaçları numunelik değildi, doğal bitki örtüşüydü.
Muzır Müzikal’in oynandığı Şan Tiyatrosu yeni yakılmış
tı henüz. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun yanmasının üstünden
37
çok uzun yıllar geçmişse de, yerine TRT’nin çirkinlikte ve der
me çatmalıkta dünyada bile eşi benzeri olmayan o acayip bina
sı yapılmamıştı. Emek Sineması, Saray Sineması, Konak Sine
ması duruyordu. Cep telefonunun henüz icat edilmediği o yıl
larda, bugün yıkılması halinde ortaya çıkacak olan araziye da
ir düşler yaratan, bu düşlerle vahşi inşaat yapıcılarının ağızla
rını sulandıran AKM sevgililerin Avrupa yakasındaki buluşma
noktasıydı.
Haydarpaşa Garı’na Haydarpaşa-Gebze banliyö trenleri iş
ler, Anadolu’dan ekspresler gelirdi, Meram Ekspresi, Toros
Ekspresi, Kars Ekspresi... Gar Lokantası’nın Ayhan Işık bıyık
lı, kravatlı müdavimleri vardı. Gelecekte otel olduğunda o ha
rikulade binanın yanına bile yaklaşamayacağını şimdiden tah
min edebildiğimiz Anadolulular gardan çıktıklarında gördük
leri manzaranın görkemi karşısında sarsılırlardı.
Fakir ama gururlu, kirli ama görkemli İstanbul, ilk kez gelen
leri biraz da korkuturdu. Haydarpaşa’nın merdivenleri ne şarkı
lara, ne film repliklerine konu oldu. “Seni yenicem İstanbul!”
Haliç donmuş zamanı, kimyalı, ağır kokulu, koyu renkli, pis
köpüklü suyuyla kendi çöplüğünde debeleniyordu. Tamam,
çok acıklıydı hali. Kabul, Unkapanı Köprüsü’nden geçerken la
ğım kokusundan bayılmamak için arabaların camlarını kapa
tırdınız, işe yaramazdı gerçi. Ama yine de o Haliç geçmiş çağ
lara uzanan bir tarihsel ve kültürel zenginliği çöplüğün için
de elmaslar gibi saklayabiliyordu. Gün geldi çöplüğüyle birlik
te Haliç’in elmasları da yok oldu, kelimenin tam anlamıyla mü
cevher değerindeki tarihi yapılar, aman hatırlanmasın da biri-
leri tekere çomak sokmasın diye unutturulan o canım yapılar
moloza dönüşüp şehrin uzak noktalarındaki çöplüklere atıldı.
Kısacası İstanbul o yıllarda kirli, yorgun ve öfkeliydi. Hoyrat
lıktan, sevgisizlikten ve yoksulluktan yıkılıyordu.
İstanbul’un yıkım öyküleri benzersizdir. Mesela vaktiyle Ka-
raköy Meydam’nda bulunan, II Abdülhamid döneminde saray
mimarı Raimondo D’Aronco tarafından yapılan, 1959 yıkımın
da sökülüp Kınalıada’ya nakledilmek ve orada tekrar inşa edil
mek üzere gemiye yüklenen ama geminin batmasıyla yok olan
38
Dostları ilə paylaş: |