Journal of Life Economics 2/2014
53
vurduğu bir iletişim dünyası ile karşı karşıyayız. Burjuva kamusal alanın sözde açıklığının ve
görünürde eşitlikçiliğinin, daha baştan “sınıfsal çıkarlarla maskelendiği” ve 19. ve 20.
yüzyıllarda tüketim kültürünce soğurulduğunda (emildiği/massedildiğinde) yukarıda belirtilen
tartışma ve yorum işlevlerini yitirdiği söylenebilir.
J. Habermas’ın ortaya attığı burjuva kamusal alan kavramı iki temel gelişimin sonucu
idi (Melton, 2011: 15-16):
i.
Birinci gelişim; 16. yüzyılın sonlarından başlayarak modern ulus
devletlerin ortaya çıkışıdır ki; bu çıkışa paralel bir başka süreç,
devletten ayrı bir
alan olarak toplumun ortaya çıkışıdır. Burada modern devlet, kamu iktidarının
alanı; toplum ise kişisel (veya özel) çıkar ve etkinlik alanı olarak ele alınacaktır.
Çünkü, Orta Çağda böyle bir ayırım yoktu ve yönetime, askere, adalete ve
maliyeye ilişkin işler senyörler, kiliseler, loncalar ve diğer “özel” bireyler ve
kurumlar tarafından yerine getiriliyordu. Oysa modern devletler otoritelerini
sağlamlaştırdıktan sonra, yukarıda belirtilen işler artık egemen bir devletin eline
geçiyordu. Bu otorite veya egemenliğin pekiştirilmesi süreci, 17. ve 18. yüzyılın
mutlakiyetçi yönetimlerinde en belirgin hale gelmiştir.
Mutlakiyetçi yönetimlerde kamu otoritesi kralın yönetimi altındaki özel bir
tebaanın olmasını gerektirmiştir. Bu durumda devleti egemen gücün mekanı
yapmakla toplumu da yaratmış oluyordu. Habermas’ın burjuva kamusal alan
dediği modern “sivil toplum”un bir anlamda “embriyo” biçimi bu özel toplumsal
dünyada gelişecektir.
ii.
kinci gelişim; kapitalizmin yükselişinin devlet ve toplum arasındaki
bağı koparması, ticari kapitalizmin (merkantalizmin) güçleri aracılığıyla artan bir
özerklik kazanmasıdır. Çünkü ulusal ve uluslararası pazarların genişlemesi meta
dolaşımını hızlandırmış, dolaşıma giren gazeteler ve ticari kağıtlar yoluyla iletişim
ağları yaygınlaşmıştır. Toplumsal ve ekonomik entegrasyon (bütünleşme)
toplumun bağımsızlığını güçlendirmiştir. 18. yüzyılda bu yeni bütünleşme ve
bağımsızlık hissi düşünce alanında “siyasal iktisat” biliminin doğuşunda açıkça
kendini belli etmiştir. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, bir yanda devletin siyasal alanı
öte yanda bireylerin özel alanlarını birbirinden ayıran “devlet-toplum karşıtlığı”
nda en üst noktasına ulaşmıştır (Becker, 1994).
Yaşamın gerçekleşme sürecine eğildiğimizde göreceğimiz şey şudur: Üretim ve
mübadelenin başlıca mekanı olarak evin yerini piyasa almış, aile ve ev alanı da buna uygun
değişim ve nitelikler göstermiştir. 18. yüzyılda bir mahremiyet (gizlilik) alanı olan yeni
burjuva aile anlayışı ortaya çıkmıştır. Oysa ortaçağda soyluların evi hem bir üretim birimi
hem de bir tahakküm (baskı/zorbalık) alanı idi. Fakat modern çağın başlarında kapitalizmin
ve devletin yükselişi evin daha önceki işlevlerini ortadan kaldırmış ve ürün üretiminin başlıca
alanı olarak evin yerini “piyasa” almıştır. Öte yandan daha önce hanehalkının yerine getirdiği
işlevleri de giderek devlet üstlenmiştir. Bunun sonucunda “ev” giderek daha özelleşmiş ve
hem devlet hem de emek dünyası karşısında fazla özerklik kazanmıştır.
Bunların sonucunda ortaya yeni bir burjuva aile modeli ortaya çıkmıştır ve bu aile
modelinde “ev içi alan” bir mahremiyet alanıdır. Yani, bir yandan devletin öte yandan emeğin
ve üretimin getirdiği zorunluluklara karşı bir sığınak olarak kabul edilmiştir.
Journal of Life Economics 2/2014
54
Evin (yani hane halkının) özerkliği bir evrensel ideal olmakla birlikte, aile bu
özerkliğini mülkiyet sahipliği ile sağlıyordu ve bu niteliğine borçluydu. Ama mülkiyet sahibi
olmayanların (yani mülksüzlerin) bu aile alanından dışlanması ise burjuva ideolojisinin
evrenselliği ile bütünüyle çelişiyordu. şte bu çelişki, mülkiyetten yoksun olanların
dışlanmasıyla bir toplumsal gerilim yaratıyordu. Bu da burjuva ile normlarının ve hiyerarşik
ve asimetrik bir ilişkinin “sözde” meşruiyetine meydan okuyacak bir temeli ve nedeni
oluşturuyordu.
Bu çelişki ve nedenler “edebi kamusal alan” olarak tanımlanan birahaneler, kafeler,
okuma kulüpleri ve salonlarda paralel bir şekilde gündeme geliyordu. Burjuva kamusal alan,
ailenin özel alanında ortaya çıkmış olması yanında, sonuçta siyasal bir nitelik kazanmıştı
(Melton, 2011: 16-19). “Sokak bir buluşma mekanıdır ve o olmadan belirlenmiş yerlerde
(kafe, tiyatro, salon) buluşmak imkansızdır” (Lefebvre, 2013: 22).
Kapitalizmin gelişmesinin ve sanayileşmenin ilk dönemlerinde var olan yoksul
kitlelerin, burjuva kamusal alanına katılımın ön şartı olarak kabul edilen mülkiyet olanağına
sahip olamaması evrensel iddiaların sınırlarını apaçık ortaya koyuyorlardı. Çünkü mülkiyete
sahip olanlar ve olmayanlar arasında bir anlamda doğal bir ayırım ortaya çıkıyordu. Hem
toplumsal açıdan refah devleti anlayışı hem de görünüşte “özel” olan ama gerçekte giderek
yarı-kamusal bir nitelik kazanan kurumların artan gücü bu ayırımın bir anlamda temelini
zayıflatıyordu. Çünkü devlet ile toplum arasındaki sınırlar erozyona uğruyor, ailenin
mahremiyeti ise giderek devletin ve yarı-kamusal kurumların müdahalesine konu oluyordu.
Böylece aile artık özerklik kalıntılarını kaybederek, dış güçlerin müdahalesine maruz kalıyor
ve sonuçta edilgen (pasif) bir “ev-içi alan” düzeyine düşüyordu. Öte yandan kamusal alan da
eleştirel nitelik ve sivriliğini kaybederek iletişim, reklamcılık ve kitle tüketim kültürünün
egemenliği altına giriyordu.
Kamusal alan, özel olan ile kamusal olanı birbirine bağlıyordu. Şöyle ki, kafe, tiyatro
ve salonlarda gelişen sosyalleşme pratikleri, soyluları burjuvalardan ayıran sınırları kaldırma
eğiliminde olsa da, aslında soylularla burjuvaların bütünleşme sürecine katkıda bulundukları
ve yeni bir elit haline getirdiği söylenebilir. Burada kamusal alan, burjuva sınıfının oluşum
süreci olarak tanımlanabilir, çünkü kamusal alan kapitalist toplumsal ilişkilerle
özdeşleştirilebilir. Bu bakımdan, her ne kadar “kapitalizm kamusal alanın tabut taşıyıcısı olsa
da aynı zamanda, ebesiydi (Melton, 2011: 24)”. Çünkü kapitalist piyasa ilişkileri, ticari bir
niteliğe dönüştürülmüş boş zaman ve tüketim biçimleriyle kamusal alanı içeriyordu. Görülen
ve izlenen şey, genişleyen iletişim ağları ve buna erişim olanağı olanlarla-olmayanlar arasında
gittikçe büyüyen bir uçurumun oluşmasıdır. lişkilerin ve sürecin tümüne bakıldığında
görülen, kamusal olan ile özel olan arasındaki sınırların istikrarsız, belirsiz ve hep değişkenlik
göstermesidir.
Oysa, I. Illich’in ideal toplum olarak ele aldığı ve “modern teknolojilerin,
yöneticilerden çok siyasal açıdan birbiriyle ilişkili bireylere hizmet ettiği ( llrich, 2011: 11)
“şenlikli toplum”lar, tüm üyelerinin, başkalarınca asgari ölçüde denetlenen araçlar yoluyla
özerk eylemde bulunmalarına imkan verecek şekilde tasarlanmalıdır (Illich, 2011: 33). Çünkü
bireyler, eylem içinde ve aktif şekilde hükmettiği veya pasifçe boyun eğdiği araçları
kullanarak, yaşadığı toplumla ilişki kurmaktadır. Ona göre, fiziksel veya toplumsal tüm
araçlar herkes tarafından kolayca istenen sıklıkta ve kullanmanın seçtiği amaçlar için