Langdon, onun sesini ancak belli belirsiz bir mırıltı olarak duyabiliyordu.
Hiçbir yere
gitmeyecekti. Şimdi başka bir yerde kaybolmuştu. Eski sırların yüzeye çıktığı bir yerde.
Unutulmuş tarihin gölgelerden sıyrıldığı bir yerde.
Langdon suyun altında hareket ediyormuş gibi yavaşça başını çevirdi ve kırmızı sisin
arasından
Mona Lisa'ya baktı.
Fleur-de-lis... Lisa çiçeği... Mona Lisa.
Hepsi birbirinin içine girmişti, Sion Tarikatı ile Leonardo da Vinci'nin en derin sırlarını
aktaran sessiz bir senfoni gibiydi.
Birkaç kilometre ötede, Les Invalides'in ardındaki nehir kenarında çift römorklu
kamyonun silah zoruyla durdurulan şoförü şaşkınlıktan ağzı bir karış açık, adli polis şefinin
bir kalıp sabunu hırsla Seine Nehri'ni kabarmış sularına fırlatmasını seyrediyordu.
24
Silas Saint-Sulpice'deki dikilitaşın üst tarafına doğru bakarken,
heybetli mermerin gövde
uzunluğunu hesaplamaya çalışıyordu. Kasları zindeleşerek gerilmişti. Yalnız olduğundan
emin olmak için bir kez daha kilisede etrafına iyice baktı. Daha sonra mecburiyetten değil de,
daha çok saygısından heykelin altında diz çöktü.
Kilit taşı Gül Çizgisi'nin altında saklı.
Sulpice dikilitaşının altında.
Tüm kardeşler bunu teyit etmişlerdi.
Artık dizlerinin üstünde duran Silas ellerini taş zeminin üstünde gezdirdi. Karolardan
birinin çıkabileceğini gösteren herhangi bir ize rastlamamıştı, bu yüzden yumruğuyla yere
yavaşça vurmaya başladı. San çizgiyi takip ederek dikilitaşa biraz daha yaklaştığında, çizgiye
komşu olan her karoya vurdu. Sonunda birinin sesi diğerlerinden farklı gelmişti.
Yerin altında boş bir alan var!
Silas gülümsedi. Kurbanları doğruyu söylemişlerdi.
Ayağa kalkıp, mabette yer karosunu kırmaya yardıma olacak bir şey aradı.
Silas'ın tepesindeki balkonda duran Rahibe Sandrine güçlükle soluk alıyordu. En büyük
korkusu gerçekleşmişti. Bu ziyaretçi göründüğü gibi değildi. Gizemli Opus Dei keşişi Saint-
Sulpice'e başka bir amaçla gelmişti.
Gizli bir amaç için.
Sırları olan tek kişi sen değilsin, diye düşündü.
Rahibe Sandrine Bieil, bu kilisenin sadece bakıcısı değildi. Ve bu gece eski çarklar
dönmeye başlamıştı. Bu yabancının dikilitaşın altına gelmesi kardeşlikten bir işaretti.
Sessiz bir tehlike alarmıydı.
25
Paris'teki ABD Büyükelçiliği, Champs-Elysées'nin hemen güneyinde, Avenue
Gabriel'deki küçük bir sitedir. Üç dönümlük arazi ABD toprağıymış gibi kabul edilir,
yani bu
arazinin üstünde duran herkes, Birleşik Devletler'deki kanunlara tabi tutulur ve aynı korunma
haklarına sahiptir.
Büyükelçilikte gece vardiyasında çalışan santral memuru, telefon çaldığında
Time
dergisinin uluslararası baskısını okuyordu.
"ABD Büyükelçiliği," diye cevap verdi.
"İyi akşamlar." Arayan kişi Fransız aksanıyla İngilizce konuşuyordu "Yardıma ihtiyacım
var." Adamın kullandığı nazik kelimelere rağmen, ses tonu sert ve resmiydi. "Bana, otomatik
sisteminizde benim için bir mesaj olduğu söylendi. İsmim Langdon. Ne yazık ki, üç haneli
erişim şifremi unuttum. Yardımcı olabilirseniz, çok sevinirim."
Santral memuru şaşırarak susmuştu. "Üzgünüm efendim. Mesajınız oldukça eski olmalı.
Bu sistem iki yıl önce güvenlik tedbirleri nedeniyle kaldırıldı. Ayrıca tüm erişim şifreleri beş
haneliydi. Size mesajınız olduğunu kim söyledi?"
"Yani otomatik telesekreter sisteminiz yok mu?"
"Hayır efendim. Size gelen mesajlar hizmet bölümümüzde el yazısıyla alınır. İsminiz
neydi?"
Ama adam telefonu kapatmıştı.
Bezu Fache, Siene Nehri'nin kıyısında aşağı yukarı volta
atarken kendini sersem gibi
hissediyordu. Langdon'ı yerel bir numarayı çevirirken, sonra üç haneli bir şifreyi girerken ve
sonra da bir kaydı dinlerken gördüğüne emindi.
Ama Langdon eğer büyükelçiliği aramadıysa,
kimi aramış olabilirdi?
İste o anda, cep telefonuna bakan Fache, cevabı ellerinde tuttuğunu fark etti.
Langdon bu
aramayı benim telefonumdan yaptı.
Cep telefonunun mönüsüne girerek, son aranan numaralardan Langdon’ın yaptığı aramayı
buldu.
Üç haneli 454 sayısının takip ettiği bir Paris numarasıydı.
Numarayı yeniden arayan Fache hattın çalmasını bekledi.
Sonunda bir kadın sesi cevap verdi. Kayıttaki ses, "
Bonjour, vous étes bien chez Sophie
Neveu," diyordu. "
Jesuis absentepour lemoment, mais..."
Fache rakamları tuşlarken kanı kaynamaya başlamıştı 4... 5... 4.
26
O muazzam ününe rağmen,
Mona Lisa sadece yetmiş sekiz
santime elli üç santim
ebatındaydı... Louvre'un hediyelik eşya dükkânında satılan posterlerinden bile daha küçüktü.
Devlet Salonu'nun kuzeybatı duvarında, altı santim kalınlığındaki pleksiglas panelin arkasında
asılı duruyordu. Kavak ağacından yapılmış bir tahta panonun üstüne boyanan resmin o buğulu
havası Da Vinci'nin, birbirinin içinde kaybolan formlar anlamına gelen
sfumato tarzındaki
ustalığını ortaya koyuyordu.
Mona Lisa -ya da Fransa'da dedikleri gibi
La Jaconde- Louvre'a getirildikten sonra iki kez
çalınmıştı. En son 1911 yılında Louvre'un "salle impénétrable" Carre Salonu'ndan çalınmıştı.
Paris'liler sokaklarda ağlamış ve hırsızların tabloyu iade etmeleri için gazetelere ilanlar
vermişlerdi.
Mona Lisa iki yıl sonra Floransa'da bir otel odasındaki sandığın altındaki sahte
bölmelerin içinde bulunmuştu.
Sophie'ye açıkça bir yere gitmeyeceğini belirtmiş olan Langdon, Devlet Salonu'nda
onunla birlikte hareket ediyordu. Sophie siyah ışığı açtığında
Mona Lisa hâlâ iki metre ötede
duruyordu. Fenerden çıkan mavi ışık önlerinde yelpaze gibi açılmıştı. Sophie,
bir maden
arayıcısı gibi ışığı yerde ileri geri hareket ettirirken, gazışıl mürekkebin izine rastlamaya
çalışıyordu.
Onun yanından yürüyen Langdon sanat şaheserleriyle karşılaşmanın verdiği tatlı ürpertiyi
hissetmeye başlamıştı bile. Sophie'nin elindeki siyah ışıktan çıkan morumsu ışığın ötesini
görebilmek için kendini zorladı. Sol tarafta, boş parke denizindeki karanlık bir adaya
benzeyen, sekizgen divan görülüyordu.
Langdon artık duvardaki karanlık cam paneli görmeye başlamıştı, arkasında, özel
hücresinin duvarları arasında, dünyanın en ünlü tablosunun asılı durduğunu biliyordu.
Langdon,
Mona Lisa'nın dünyadaki en ünlü tablo olarak ün kazanmasının muammalı
gülümseyişiyle ilgisi olmadığını biliyordu. Sanat tarihçileri ya da komplo meraklıları
tarafından onun hakkında yapılan gizemli yorumlarla da ilgisi yoktu.
Mona Lisa'nın bu kadar
ünlü olmasının nedeni çok basitti çünkü Leonardo da Vinci, onun en büyük başarısı olduğunu
söylemişti Gittiği her yere bu tabloyu beraberinde taşır ve nedeni sorulduğunda dişi
güzelliğinin en yüce ifadesinden ayrılmanın ona zor geldiğini söylerdi.
Buna rağmen pek çok sanat tarihçisi Da Vinci'nin
Mona Lisa'ya duyduğu saygının,
sanatsal ustalığıyla ilgisi olmadığından şüphelenmişti.
Gerçekte bu tablo, sıradan bir
sfumato
portresiydi. Pek çokları Da Vinci'nin bu esere duyduğu saygının çok daha derin bir şeyden
kaynaklandığını iddia etmişti: resmin içinde saklı gizli bir mesaj. Doğrusu
Mona Lisa içinde
en çok espri barındıran resimlerden biriydi. Tablonun içerdiği çift anlamlar ve eğlendirici
kinayeler, sanat tarihi kitaplarında açıklanmıştı ama, inanılmaz bir şekilde insanların büyük
bir kısmı onun gülüşünü büyük bir gizem olarak nitelendiriyordu.
Langdon ilerlerken,
hiç de gizemli değil, diye düşündü, tablonun belirsiz çerçevesi
şekillenmeye başlamıştı.
Hiç de gizemli değil.
Langdon,
Mona Lisa'nın sırrını son olarak alışılmadık bir toplulukla paylaşmıştı -Essex
İlçe Cezaevi'ndeki bir düzine hükümlüyle. Langdon'ın
hapiste verdiği seminer, Harvard'ın
hapishanelere eğitim ulaştırma programının bir parçasıydı. Langdon'ın meslektaşları buna
Mahkûmlar İçin Kültür diyordu.
Karanlık hapishane kütüphanesinde projektörün başında duran Langdon,
Mona Lisa'nın
sırrını seminere gelen mahkûmlarla paylaşıyordu. Onların konuyla ilgilenmelerine oldukça
şaşırmıştı, üstün körü dinliyorlardı ama akıllıydılar.
Mona Lisa’nın kütüphane duvarındaki
ışıktan görüntüsüne doğru yürüyen Langdon, "Fark edebileceğiniz gibi," demişti. "Yüzünün