"Sophie," dedi. "Sana
söyleyebileceğim tek şey, bunun gibi eşit kollu haçların
barışçıl
haçlar olarak kabul edildiği. Kare biçimleri, çarmıha germe işlemi için elverişli değildir,
ayrıca dengeli dikey ve yatay eksenleri erkek ile dişinin doğal birleşimini gösterir. Böylece
sembolik olarak tarikatın felsefesiyle örtüşürler."
Sophie, ona bezgin bir ifadeyle baktı, "Hiç fikrin yok, öyle değil mi?"
Langdon kaşlarını çattı. "En ufak bir çağrışım bile yapmıyor."
"Pekâlâ, yoldan çıkmamız gerekiyor." Sophie dikiz aynasını kontrol etti. "Bu anahtarın
neyi açtığını bulmak için güvenli bir yere gitmemiz gerek."
Langdon hasretle Ritz'deki konforlu odasını düşündü. Ama seçenekler arasında olmadığı
gayet açıktı. "Paris Amerikan Üniversitesi'ndeki ev sahiplerime ne dersin?"
"Anlaşılır. Fache onları kontrol edecektir."
"Tanıdıkların olmalı. Burada yaşıyorsun."
"Fache telefonumu araştırıp, iş arkadaşlarımla konuşacaktır. Benim tanıdıklarım tehlikeli
olur, ayrıca otel bulmak da iyi bir fikir değil, çünkü kimlik soruyorlar."
Langdon bir kez daha, Louvre'dayken Fache'nin kendisini tutuklamasına izin vermenin
daha iyi olacağını düşünüyordu. "Büyükelçiliği arayalım. Durumu açıklayabilirim,
büyükelçilik de bizimle bir yerde buluşması için birini gönderebilir."
"Bizimle buluşmak mı?"
Sophie dönüp, ona deliymiş gibi bakıyordu. "Robert, sen hayal
görüyorsun. Büyükelçiliğinin kendi arazisi dışında hiçbir yetkisi yok. Bizi alması için birini
göndermeleri, Fransız hükümetinden kaçan birine yardım etmek olur. Olmaz. Eğer
büyükelçiliğine gidip, geçici sığınma hakkı isteseydin bu olabilirdi ama onlardan Fransız
emniyet güçlerine karşı harekete geçmelerini nasıl istersin?" Başını iki yana salladı.
"Büyükelçiliğini şimdi ararsan sana başını daha fazla belaya sokman kaçınmanı ve Fache'ye
teslim olmanı söyleyeceklerdir. Ardından bir mahkeme yapılması için diplomatik kanalları
kullanacaklarına izin verecekler." Başını kaldırıp, Champ-Elysées'deki şık dükkân vitrinlerine
baktı. "Yanında ne kadar nakit var?"
Langdon cüzdanına baktı. "Yüz dolar. Birkaç euro. Neden?"
"Kredi kartın yok mu?"
"Elbette var."
Sophie gaza basarken, Langdon onun bir plan yaptığını sezmişti. Tam önlerinde, Champ-
Elysées'nin bitiminde, Fransa'nın en geniş adacığıyla çevrelenmiş Arc de Triomphe -
Napoleon'un askeri gücünü övmek için yapılan elli metrelik anıt- duruyordu.
Adacığa yaklaşırlarken, Sophie'nin gözleri yine dikiz aynasından "Şimdilik onları
atlattık," dedi. "Ama bu arabada kalırsan beş dakika geçmeden enseleniriz."
Langdon,
demek başka bir araba çalacağız, diye düşüncelere dalmıştı,
artık iyice suçlu
olduk. "Ne yapacaksın?"
Sophie SmartCar'ı adacığa doğru sürdü. "Güven bana."
Langdon, hiç tepki vermedi.
Güven duygusu, bu gece ona fazla bir şey kazandırmamıştı.
Ceketinin kolunu geriye sıyırarak saatine baktı -onuncu yaş gününde ebeveynlerinin armağan
ettiği- Mickey Mouse marka bir koleksiyon üretimiydi. Çocuksu kadranı genellikle tuhaf
bakışları üzerinde toplasa da, Langdon asla başka bir saat almamıştı; biçim ve renk büyüsüyle
ilk olarak Disney animasyonları sayesinde tanışmıştı. Şimdi ise Mickey her gün, Langdon’ın
ruhen genç kalmasını sağlıyordu, Ama o anda Mickey'nin kolları garip bir açı yaparak, bir o
kadar garip bir zamanı gösteriyordu.
Sabaha karşı 02.15.
Bileğine bakıp SmartCar'ı geniş adacığın etrafından döndüren Sophie, "İlginç bir saat,"
dedi.
Langdon ceketinin kolunu aşağı çekerken, "Uzun hikâye," diye cevap verdi.
"Öyle olduğunu tahmin edebiliyorum." Sophie, ona bakıp çabucak gülümsedikten sonra,
adacıktan ayrıldı ve şehir
merkezinden uzağa, kuzeye doğru yol aldı. İki yeşil ışığı güç bela
yakaladıktan sonra üçüncü kavşağa ulaştı ve Malesherbes Bulvarı'na doğru keskin bir sağ
dönüş yaptı. Diplomatik semtin zengin görünüşlü ağaçlı yollarından çıkmışlardı. Artık daha
karanlık olan sanayi mahallesinde ilerliyorlardı. Sophie sola döndükten kısa bir süre sonra
Langdon nerede olduklarını anladı.
Gare Saint-Lazare.
Önlerinde duran cam çatılı tren istasyonu, uçak hangarıyla bir seranın garip uzantısını
andırıyordu. Avrupa'daki tren istasyonlarına hiç uymuyordu. Bu saatte bile ana girişin
yanında yaklaşık yarım düzine taksi bekliyordu. Sırt çantalı çocuklar istasyondan çıkıp adeta
hangi şehirde olduklarını hatırlamaya çalışıyormuş gibi gözlerini ovuştururken, sandviç satan
satıcılar el arabalarını sürüyorlardı. Yolun ilerisinde bir çift ve şehir polisi, yolunu şaşırmış
turistlere yön tarif ediyordu.
Sophie SmartCar'ını taksilerin arkasına çekip yolun karşı tarafındaki park alanı yerine
kırmızı bölgeye park etti. Langdon henüz neler olduğunu sormaya fırsat bulamadan,
Sophie
arabadan inmişti. Önlerinde duran taksinin penceresine koştu ve şoförle konuşmaya başladı.
Langdon arabadan indiğinde Sophie'nin taksi şoförüne bir tomar para verdiğini gördü.
Taksi şoförü başını salladıktan sonra Langdon’ın şaşkın bakışları altında arabaya onları
almadan uzaklaştı.
Taksi uzaklaşırken, kaldırımda Sophie'nin yanına giden Langdon, "Neler oldu?" diye
sordu.
Sophie tren istasyonu girişine doğru ilerlemeye başlamıştı bile. "Haydi. Paris'ten ayrılan
ilk trene iki bilet alacağız."
Langdon onun yanından aceleyle koşuşturdu. ABD Büyükelçiliği'ne giden bir buçuk
kilometrelik yolculuk, artık tam anlamıyla Paris'ten kaçma operasyonuna dönüşmüştü.
Langdon bu fikirden gittikçe daha az hoşlanıyordu.
34
Piskopos Aringarosa’yı Leonardo da Vinci Uluslararası Havaalanı'ndan alan şoför, küçük
ve gösterişsiz siyah bir Fiat sedanla gelmişti Aringarosa, tüm Vatikan araçlarının, üzerinde
Papa'nın mührünü taşıyan bayraklar ve madalyonlarla süslü, büyük
lüks arabalardan oluştuğu
günleri hatırladı.
O günler geride kaldı. Vatikan arabaları artık az gösterişliydiler ve
genellikle işaret taşımıyorlardı. Vatikan bunun daha iyi hizmet verebilmek için masraflardan
kısmak niyetiyle yapıldığını söylese de, Aringarosa daha çok bir güvenlik meselesi
olduğunu
düşünüyordu. Dünya çılgına dönmüştü ve Avrupa'nın pek çok yerinde Hazreti İsa'yı sevdiğini
ilan etmek, arabanın üstüne hedef tahtası resmi çizmek gibi bir şeydi.
Aringarosa siyah cüppesini eteklerinden toplayarak arka koltuğa bindi ve Castel
Gandolfo'ya giden uzun yolculuk için yerine iyice yerleşti Beş ay önce yaptığı yolculuğun bîr
benzeri olacaktı.
Geçen yıl Roma'ya yaptığım yolculuk, diye düşündü.
Hayatımın o uzun gecesiydi.
Vatikan beş ay önce telefon ederek, Aringarosa’nın derhal Roma’ya gelmesini
buyurmuştu. Hiçbir açıklama yapmamışlardı.
Biletlerin havaalanında. Papa
gizem perdesini
kapalı tutmak için elinden geleni yapmıştı, en yüksek rütbeli papaz için bile.
Aringarosa gizemli çağrının, Opus Dei'nin son zamanlarda halkla ilişkilerde kazandığı
başarıyı -New York'taki Dünya Merkezi'nin tamamlanması- kutlamak amacıyla Papa ile diğer
Vatikan yetkililerinin fotoğraflarının çekilebileceğini düşünmüştü.
Architectural Digest, Opus
Dei binası için, "Katolikliğin, modern manzarayla yüce bir şekilde bağdaşan parlak feneri"
diye bahsetmişti ve son zamanlarda Vatikan "modern" kelimesini içeren her şeye karşı
yakınlık duyuyor gibi görünüyordu.
Aringarosa'nın, istemeden de olsa daveti kabul etmekten başka çaresi yoktu. Çoğu
muhafazakâr papaz gibi, mevcut Papalık yönetiminin bir hayranı sayılmayan Aringarosa, yeni
Papa'nın makama geldiği ilk yılı derin kaygıyla izlemişti. Görülmemiş bir liberal olan Papa
Cenapları, Vatikan tarihindeki en tartışmalı ve alışılmadık kardinaller meclisi sayesinde
Papalığa atanmıştı. Daha sonra ise beklenmedik bir anda iktidara geldiği için mütevazı olacağı
yerde, Hıristiyanlığın en yüksek makamıyla ilgisi olan tüm bilekleri bükmekte hiç vakit
kaybetmemişti. Kardinaller Meclisi'nden sürekli liberal destek alan Papa, Papalık misyonunun
"Vatikan doktrinlerini çağdaşlaştırmak ve Katolikliği üçüncü bin yıla hazırlamak" olduğunu
ilan ediyordu.
Aringarosa, söylediği sözlerle bu adamın, Tanrı’nın yasalarını yeniden yazabileceğine ve
gerçek Katolikliğin gerektirdiklerinin modern dünyaya ters düştüğüne inananların kalplerini
yeniden kazanacağına inanacak kadar küstah olmasından korkuyordu.
Aringarosa, Papa ile danışmanlarını, kilisenin kurallarını yumuşatmanın sadakatsizlik ve
korkaklıkla kalmayıp aynı zamanda siyasi bir intihar olacağına ikna etmek için, tüm siyasi
nüfuzunu -Opus Dei'nin seçmenleriyle banka hesabının miktarı düşünüldüğünde oldukça
büyük sayılırdı- kullanıyordu. Kilise kanunlarını bir önceki yumuşatma girişiminin -2.
Vatikan fiyaskosu- geriye zarar verici bir miras bıraktığını hatırlatıyordu: Artık kiliseye
gelenlerin sayısı her zamankinden daha düşüktü, bağışlar sıfırı tüketmek üzereydi ve kiliselere
atayacak yeterli sayıda
Katolik papaz yoktu,
Aringarosa insanların kilisenin yol göstermesine ihtiyacı var, diye ısrar etmişti,
sırtlarını
sıvazlayıp şımartmasına değil.
Aylar önce o gece, Fiat havaalanından ayrılırken Aringarosa, Vatin Şehri yerine doğudaki
dolambaçlı bir dağ yoluna gittiklerini görünce Şoförüne, "Nereye gidiyoruz?" diye sormuştu.
Adam, "Alban Dağları'na," diye yanıtlamıştı. "Toplantınız Castel Gandolfo'da.”