120
kasını anlamaması ya da geç anlamasına neden olur.
Kendi eksiklikleri ve zayıflıklarını kendinden gizlemesi
başkalarının eksiklik ve zayıflıkları karşısında onu daha
acımasız ve saldırgan olmaya iter. Öğrenciler bu tarz
davranış biçimlerine kendilerini uydurmaya ve benzer
kalıp yaklaşımlar sergileyerek akademide var olabile-
cekleri inancına kapılabilirler. Bu inanç kurumun/siste-
min devamının da garantisi olacaktır.
Görsel ve biçimsel despotizm, düşünsel tutuculuk kadar
yıkıcı etkilere sahiptir. İçinde bulunulan bir diğer durum
ise biçimsel çıkarım ve oluşumun ruhani bir temele da-
yandırma isteği ve sanatçının icracıya benzetilmesidir.
Resmin, sanatçının kontrolünün dışında kendi yolunu
çizmesi gerektiğine inanılan görüşte, sanatçının aklın ve
bilgilerin kontrolünden kurtulma isteği olarak sıklıkla
ileri sürülen bu mistik yaklaşımın, sezinlediğimiz ama
kesin olarak bilmediğimiz ve tam da bu yüzden samimi
ve saf bir doğruya götürdüğü düşüncesi yatmaktadır.
Balthus’a (Balthazar Klossowski) göre ressamın, res-
min serüveninde önemli olmadığına, sadece bir el, bir
aygıt, ulaştıran, kavuşturan daracık bir köprü olabilece-
ğinden, nereye gittiğini her zaman kendisinin de bilme-
diği; hayalin, bilinmeyen, anlaşılamayan, gizli şeyin bir
ileticisi olduğundan bahsetmektedir (Vircondelet, 2001,
s. 74). -Balthus sanki sanatın ortaya çıkarılmasında
insanın bir çeşit operatör işlevi gördüğünü düşünüyor
gibi konuşmaktadır- Fazla zihinselliğin, aşırı şaklaban-
lıkların, el emeğini, el işini karmakarışık edebileceğini
ve böylece, ruha doğru yükselmeyi engellediğini dile
getirmektedir (Vircondelet, 2001, s. 114).
“İyi bir zanaatkâr ve iyi bir yol arkadaşı olarak ressamın
resme her zaman boyun eğmesi gerekir. Bu nedenlerle,
sanatçı yaratıcıdır demeye dilim varmıyor. Kendisine
dayatılan şeyi uysallıkla yerine getiren, uygulayandır
o”(Vircondelet, 2001, s. 145).
Balthus’un kendini bu derece araçsallaştırması sa-
natın yüceliği karşısında kendini küçük görmesi, aynı
zamanda da kendisini insanüstü bir üretimin işçisi gibi
konumlaması, aslında kibirin bir göstergesi olarak
algılanabilir.
Bu kibir belkide kuramsal temellendirme yerine us-
ta-çırak ilişkisine benzer bir anlayışla eğitim ve öğretim
yapılmasının ürünüdür. Bu yaklaşım sanat eğitimcilerini
tembelleşmeye sürüklemektedir. Bilimsel süreçler
yerine yetenekli öğrencilerin ön plana çıkartılması, öğ-
rencilerin sanat eğitimini ve bütünsel anlamda sanatın
anlamını yanlış veya eksik kavramalarına yani doğal bir
yatkınlığa (yetenek) sahip değillerse hiçbir zaman ba-
şarılı olamayacakları düşüncesini pekiştirmeye hizmet
eder.
Güncel Sanat Eğitiminde Açmazların Nedenleri
Sanatın kendi düşünsel boyutunu kurması ve onda te-
mellenmesi günümüze kadar ortaya çıkan bütün akım-
lar için geçerlidir. Ortaya attıkları fikirler kendi sanatla-
rını anlama, tarif etme, dayanak oluşturma ve temelini
oluşturan kuramsal yapı ile mümkündür. Bu durum, ne
izleyicilerin ne de sanatçıların dikkatini sadece kurama
odaklamasına neden olmamıştır. Sanatlarının teme-
linde bir teori yatmasına karşın ortaya konan ürünlerin
somut gerçekliği kuramı çoğunlukla gölgede bırakacak
oranda öne çıkmaktadır. Sanat artık kendini dayandır-
dığı kuramsal yapıları görselleştirmekten vazgeçmiş
onun yerine kendini kuramsallaştırarak bundan sayısız/
sınırsız görselleştirmelere geçmenin zengin, çılgın,
hastalıklı, kaotik, bencil temsil ve düşünme pratiklerinin
keyfini çıkardığı bir biçime bürünmüştür. Gelişen yeni
teknolojiler, küresel üretim ilişkileri ve buna bağlı yeni
tüketim anlayışı, bu bağlamda değişen yeni bir kültür
1980’lerden günümüze değin güncel sanata yön vermiş,
düşünüş, algılayış ve yaratım süreçlerimizi hızlıca me-
tastaza uğratmıştır.
Modern anlayışın araçsal akılcılığını, ilerlemeciliğini,
evrenselciliğini ve bilgiye duyulan güvenin doğrusallığını
değiştirmek ve parçalamaya çalışmak, var olan ve sahip
olunan ön kabullerin reddedilmesinden oluşan postmo-
dern istekler büyük ölçüde modern avangardizasyonun
kuralları eritme iştahından kaynaklanmıştır. Bütün
kurallar zorunluluklar ve modern düşünceye ait temel
bütün değerler yerlerinden sökülmüştür. Biçimin mer-
keziyetçi, akılcı, despotik hegemonyası yerini düşünce-
nin ve “ben”in sıradan hikâyesini anlatmasına, çevreyi
merkezin içine her türlü yerel anlatısıyla sokmasına
bırakmıştır.
Joseph Beuys’un deyişiyle artık plastik olan düşünce
olmuştur. Düşüncenin ön planda kalması ve izleyiciyle
yakalayıcı bir ilişkiye geçebilmesi için heyecan yarata-
cak bütün öğeler sanatın içinden atılmıştır. Bu tür bir
yapıt, zevk umudu olan ve soyut ekspresyonist sanata
koşullanmış izleyicinin canını sıkmış olsa dahi sanat
yapıtının nasıl göründüğü bundan böyle fazla önemli
değildir, önemli olan sezgi yoluyla keşfettiği düşüncenin
kavranmasıdır. Sanatçı düşüncesini doğrudan anlatmak
isterse keyfi kararlarını minimuma indirgemelidir. Sol
Le Witt izleyiciyle salt mantıksal bir ilişki kurabilmek
için, sanatçının tüm kişisel duygulanımlarını, heyecanı-
nı, rastlantıya dayalı kararlarını yapıttan çıkarmasının
gerekliliğini vurgulamaktadır (Giderer, 2003, s. 149).
Postmodern resmin oluşumu bir taraftan da modern
öncesi döneme duyulan özlemin giderilmesi olarak
görünmektedir. Postmodernin modern akılsal koşullan-
madan önceki durumunu incelemesi, kökenine bakması
postmodern resimdeki kişisel ve toplumsal mitolojik
konulara eğiliminden anlaşılmaktadır. Bu dönem sanat-
çıları düşünsellik, ironi, oyunculuk, keyfilik, kargaşa,
parçalanma ve pastiş işlerinde sıklıkla vurgulamakta-
dırlar. Güncel yaklaşımda her şey isteğe bağlıdır.