Türk diLİ tariHİ Başlangıcından Yirminci Yüzyıla


DIŞ YAPI (YABANCI UNSURLAR)



Yüklə 4,22 Mb.
səhifə167/181
tarix13.10.2023
ölçüsü4,22 Mb.
#127472
1   ...   163   164   165   166   167   168   169   170   ...   181
0260-Turk Dili Tarihi-Bashlangicinda Yirminci Yuzyila(Ahmet B. Ercilasun)

2.1.3. DIŞ YAPI (YABANCI UNSURLAR)
Dilin dış yapısı diyebileceğimiz yabancı unsurlar bakımından Osmanlı Türkçesindeki durumu anlamak için daha önceki dönemlere de kısaca göz atmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.
Tarım havzasında yazılmış Burkancı eserlerde pek çok Sanskritçe keli­me görüldüğü gibi İslâmî Türk edebiyatının ilk eserlerinde de pek çok Farsça ve Arapça kelime görülür. Kâşgarlı Mahmud'un sözlüğünde Arapça ve Fars­ça kökenli sözlerin görülmemesi onun şuuruyla ilgili olduğu kadar eserinin amacıyla da ilgilidir. Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılan bir söz­lükte Arapça sözlerin kullanılmaması tabiîdir. Yoksa Divan'la aynı yıllarda yazılan Kutadgu Bilig'de âbid, aceb, âciz, aded, afsun, âfiyet, âhir, akıl, âkıbet, âlem, âlim, amel, arş, arzu, ashab, asıl, atâ, ayb, azab, aziz gibi pek çok Arapça, Farsça kökenli kelime vardır. 12. yüzyıldaki Atebetül'l-Hakayık'da ve Ahmed Yesevî'nin şiirlerinde bunların sayısı daha da artmış­tır. 13. yüzyılda Harezm'de yazılan Kısasu'l-Enbiyâ, Muînü'l-Mürîd, Nehcü'l-Ferâdîs gibi eserlerde de Arapça, Farsça kelimelerin sayısı artarak devam eder.
Azerbaycan ve Anadolu sahasında da durum farklı değildir. 13 ve 14. yüzyılın ilk şair ve ediplerinde rastlanan kelimelerden örnekler vermek bu durumu daha açık bir şekilde ortaya koyar.
Hoca Dehhânî'de: sâkî, reyhan, gülistan, gül, bülbül, efgan, aceb, nağme, çetr, şehr, aziz, figan, serâser, peykân, cihan, çar, erkân...
Sultan Veled'de: hadis, mânî, cihan, nakd, dünya, hemîşe, aşk, evliyâ, kutb, müzd, dost, mal, can, bâkî,fânî, ebed, meded, zârî, rahmet, lûtf...
Yunus Emre'de: Hak, günah, rahmet, sultan, saray, miskin, ilm, tâat, tâkat, inâyet, firak, şerbet, kudret, safâ, halk, mânî, hayr, şer, karar, bâzirgân...
Âşık Paşa'da: mülk, aşk, zerre, âlem, âşık, hasret, işâret, nazar, hoş, bîkarar, menzil, pes, her, hem, cümle, cünbiş, çarh, gerdan, dâniş...
Nesîmî'de: hadis, hûb, vefâ, cefâ, belâ, aşk, âşık, safâ, şeytan, sûret, sücûd, renc, derd, hergiz, devâ, can, taleb, murad, hecr, dem, meh...
Beş şairin sadece bir iki şiirinden yukarıya alınmış örneklerden de gö­rüleceği üzere bu kelimelerin pek çoğu bugün de yaşamakta ve geniş halk kitleleri tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla bu kelimelerin kullanılması, halktan kopuk, sun'î bir edebiyat oluşmasına yol açmamaktadır. Osmanlı Türkçesinin ağır metinlerini halktan koparan ve sadelikten uzaklaştıran ö-zellikler şunlardır: 1) Halkın diline girmemiş pek çok kelimenin şiir ve nesir
TÜRK DİLİ TARİHİ 465
dilinde kullanılması. 15. asırda artış göstermeye başlayan bu tür kelimeler, Osmanlı Türkçesinin başladığı 16. yüzyıldan itibaren âdeta sınırsız bir şekil­de kullanılır olmuştur: ruh (yanak), ebr (kaş), dendan (diş), çeşm (göz), mûy (kıl), dest (el), şeb (gece), rûz (gündüz), hurşid (güneş), leyl (gece), nehâr (gündüz), şems (güneş), kamer (ay), hûn (kan), tîr (ok), kûh (dağ), zerd (sa­rı), sirişk (gözyaşı), seng (taş). 2) Arapça ve Farsça kurallarla türemiş biçim­ler: cûy (arayan), reft (gitmiş), revân (giden), şikeste (kırılmış), kütüb (ki­taplar), erkam (rakamlar), mühlik (helâk eden), tedâfü' (savunma). 3) Arapça ve Farsça söz dizimine göre oluşturulan kelime grupları (terkipler): gül-i ter (taze gül), bâğ-ı dünyâ (dünya bahçesi), âyine-i can (can aynası), ehl-i küfr (küfür sahibi, kâfir), düd-ı mihnet (mihnet dumanı), kütüb-i sitte (altı kitap), mir'âtü'l-memâlik (memleketlerin aynası), arabiyyü'l-asl (Arap asıllı), gül ü bülbül (gül ve bülbül), ferhunde-ahter (uğurlu yıldız), dil-ârâ (gönül alan). Farsça tamlamalar 16. yüzyıldan sonra zincirlenerek uzatıldı: zamân-ı devlet-i hüsn (güzellik saltanatının zamanı), hâk-i kadem-i kadr-şinâsân (değer bilenlerin ayağının toprağı), ser-rişte-i zevk-i dil-i mahzûn (mahzun gönlün zevkinin ipinin ucu). 4) Aşırı süs unsurları (edebî sanatlar). 5) Özellikle ne­sirde cümlenin bazen sayfalarca uzatılması.
Ancak Osmanlı Türkçesine ait bütün eserlerin böyle bir dille yazıldığını düşünmek hatalıdır. Dilin sadeliği veya ağırlığı şairden şaire, yazardan yaza­ra, hatta türlere ve eserlere göre değişmektedir. Aynı şair ve yazarın eserleri arasında dahi fark vardır. Hatta bazen aynı eserde bile farklar görülür. Vak'a bölümleri daha sade, tasvir bölümleri daha ağır bir dille yazılır.
Zâtî'nin
Ah çok çok sevdüğüm sanma ki az az ağlaram
Nâle eyler dururam derd ile durmaz ağlaram beyti veya Fuzûlî'nin
Ne müşkil derd olursa bulunur âlemde dermânı
Ne müşkil derd imiş aşkın ki dermân eylemek olmaz sadedir. Buna karşılık Nef î'nin
Meyhâne-i nâz olmuş o çeşm-i siyeh-i mest
Her kûşe-i pür-fitnesi bir hâb-geh-i mest
beytinin sade olduğu söylenemez. Nef î'nin kasideleri ise daha ağır bir dille yazılmıştır:
Âferîn ey rûzigârın şehsüvâr-ı saf-deri Arşa as şimden girü tîğ-i Süreyyâ-cevheri.
466 Ahmet B. ERCİLASUN
Nesirde de durum farklı değildir. 17. yüzyılda Nergisî'nin Nihâlistan'ından alınan aşağıdaki parça çok ağırdır:
Sipâhî-zâdegân-ı levend-sîmâdan Deli Mestâne denmekle şöhret-yâfte bir nâmurâd-ı mütelâşî-nihad kesb-i ömr-i heftâdâ-sâl pederi bir iki senede bâhte-i kumar-bâzî-i mey-perestî kılup...
Aynı yüzyılda Kâtib Çelebi'nin Mîzânü'l-Hakk adlı eserinde kahve şöyle anlatılıyor:
Bu bâbda dahi selefde nice nizâ vâki olmuşdu. Aslı Yemen diyârında zuhûr eyleyip dühan gibi âleme münteşir oldu. Bazı, Yemen dağlarını mes­ken edip fukarâsiyle bir nev şecer yemişi olan meyvesini cem edip kalb ve bün dedikleri hububâtı döğüp yerler idi. Kimi dahi kavurup suyun içerdi.
17. yüzyıl, gerek nesir gerek şiir dilinde en ağır örneklerin verildiği yüzyıldır. Veysî ve Nergisi süslü ve ağır nesrin en uç örneklerini yazdılar. 18. yüzyılda hem şiir hem de nesir dilinde genel bir sadeleşme görülür. Sûrnâmelerde, tezkirelerde süslü nesir devam etmekle birlikte hiçbir zaman Veysî ve Nergisi'deki mübalâğa görülmez. Buna karşılık tarihler ve sefaret-nameler daha sade bir dille yazılmıştır. Şiirde daha 17. yüzyılda Nâbî ile başlayan sadeleşme ve yerlileşme 18. yüzyılda devam eder. Kasidelere göre gazellerin dili daha sadedir. Bu yüzyılda yaygınlaşan şarkı türü ise sadelik bakımından gazelden de ileridir.
Seyyîd Vehbî'nin Sûrnâmesinden alınan aşağıdaki parçada ağdalı nesrin devam ettiğini görürüz.
Nâgâh bostancı ağabaşı sefâreti ile mâlik-i bahr u berr ve melikü'l-mülûk-ı İskender-fer hazretleri kalb-i hümâyûnundan sudûr-ı emr-i mütehattemü 'l-izâna binâen şenliğe âmâde olan şevk-efrûzân-ı şebistân-ı sûra taraf-ı eşref-i âsafîden dahi izhâr-ı esbâb-ı sürûr fermân buyrulmağın...
Naîmâ tarihi ile Yirmisekiz Çelebi Mehmed'in sefaretnâmesinden alı­nan aşağıdaki parçalar ise sade nesir örnekleridir.
Bu yürüyüşten sonra bir gece Hasan Paşa 'nın oğlanlarından aslı Ma­car iki kilerci oğlan kaçıp uğrın kapıdan çıkıp aslına rücû eyledi. Bunların firârından halâyık ızdırâba düşüp kal'a ahvâlini düşmana îlân ederler denildikde Hasan Paşa ebsem olup onların tedâriki görülür diye gâzileri teselli verdi ve dil almağa takayyüd ısmarladı. Geçit başına varıp birkaç kâfir getirdiler...

Yüklə 4,22 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   163   164   165   166   167   168   169   170   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə