Aşkın Gözyaşları I -şems Tebrizi



Yüklə 0,68 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə40/50
tarix15.10.2018
ölçüsü0,68 Mb.
#74403
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   50

“Ya  Rabbi!  Sen  her  şeyi  bilirsin,  olmuş  olanı,  olacak  olanı  ve  olması  muhtemel  olanı.
Cennetlerdeki  ve  dünyadaki  hiçbir  şey  Senden  gizli  saklı  değildir.  Benim  Sana  nasıl  ibadet
edeceğimi  de  bilirsin.  Allah:  “Bilirim  yâ  Cebrail,  kullarım  bilmezler.  Anlat  ki  dinleyip
öğrensinler!” buyurdu.
Cebrail  Aleyhisselam:  “Ey  Allah’ım,  bir  âdemoğlu  olsaydım  Sana  üç  şekilde  ibadet
ederdim.  İlk  olarak,  susuzları  sulardım.  İkinci  olarak,  ayıp  şeyler  işleyenlerin  ayıplarını
setrelerdim.  Üçüncü  olarak  da  fakirlere  yardım  ederdim.”  dedi.  Bunun  üzerine  Allah  (c.c.)
da, “Bunları yapacağını bildiğimden Ben de seni buyruklarımın hâmili kılıp peygamberlerime
gönderdim” dedi.
Şeytanda insandaki özelliklerin biri hariç hepsi vardır.
Şeytanda eksik olan tek nimet aşk.
Şeytanın insanı çekememesi aşksızlığındandır.
 
Şeytan  cenneti  hiçbir  zaman  görmemiştir.  Cennetteki  yılan  çok  güzel  bir  şeydi.  Dört
bacağı  vardı;  fakat  Âdem Aleyhisselam’ın  başına  gelenlerden  sonra Allah  onun  bacaklarını
aldı  ve  karnı  üzerinde  sürünmesini  emretti.  Kadınlar  için  derisinden  çanta  ve  ayakkabı
yapılır.  O  yılan,  şeytan  değildi  fakat  bu  olayın  gerçekleşmesi  lâzımdı.  Hz.  Âdem  yasak
ağacın meyvesini yemeliydi; bu yüzden Allah şeytanı anlık olarak yılanın dilinin ucuna koydu.
Burada  çok  ince  bir  hikmet  vardır.  Şeytan  zehirdi,  yılan  değildi.  Şeytan  dil  bile  değildi.
Sadece  ve  sadece  yılanın  dilindeki  zehirdi.  Bu,  bizleri  saptıran  şeyin  dillerimizin  ucundaki
şeytan olduğunun bir işaretidir.
Allah,  Hz.  Âdem’i  cennetten  çıkarırken  şöyle  buyurmuştur:  “Birbirinizin  arkasından
konuşarak, birbirinizi lânetleyerek, düşün ve birbirinizin düşmanı olun.”
Şeytan bir zamanlar melekti, hatta meleklerin hocası idi. Adı da Hâris’ti. Hâris, çok hırslı
demektir.  Allah’a  ibadet  etmekte  çok  hırslıydı.  Kâinatta  secde  etmedik  yer,  hatta  nokta
bırakmamıştı.  Fakat Allah  (c.c.),  Hz.  Âdem’i  yaratınca  şeytan  yaptığı  ibadetlerin  kendisine
özel  bir  hak  tanıdığını  düşündü.  Kibirlendi,  bu  yüzden  Allah  ona  Âdem’e  secde  etmesini
söyleyince,  kabul  etmedi.  Geçmişteki  ibadetlerinden  kaynaklanan  kibri Allah’ın  rahmetinden
uzaklaştırılmasına ve cennetten kovulmasına yol açtı.
Allah  cennetten  çıkıp  cehenneme  gitmesini  söyleyince  şeytan,  O’na  binlerce  sene  ibadet
ettiğini ve mühlet istediğini söyledi. Allah ona kıyamet gününe kadar mühlet verdi. Şeytan da
bu  zamana  kadar  bütün  insanları  kandırıp  saptırmaya  çalışacağını  söyledi.  “Önlerinde,
arkalarında, sağlarında ve sollarında olacağım” dedi.
Allah buna izin verdi; fakat şöyle buyurdu: “Senin bütün takipçilerini cehenneme atacağım


ve Ben de kullarıma altlarından ve üstlerinden tecelli edeceğim.”
Gördüğünüz  gibi  şeytan  dört  yönü  alarak  üstümüzü  ve  altımızı  Allah’a  bıraktı.  İşte  bu
yüzden dua ederken ellerimizi havaya kaldırırız ve secde ederken başımız yere bakar.
Bir  gün  Mevlâna’nın  müritlerine  sohbetinde  Sivas  şehrinde Ahi  Muhammed  Divane  şeyhi
ve  üstadı  olan  Eseddin  Mütekellim:  “Siz  nerede  olursanız  olunuz,  o  sizinle  beraberdir.”
(Hadîd,  4),  âyetini  tefsir  ediyordu.  Dayanamadım,  ayağa  kalkıp  herkesin  gözü  önünde
misafir hocaya sordum:
— Allah kulla nasıl beraber olur?
— Tebrizli, “Senin bu sorudaki amacın nedir?” dedi.
Fakat o ne kadar yumuşak davranıyorsa o kadar da kızıyor ve öf püf ediyordu.
—  Burada  gezerim,  ne  anlamı  var?  Bu  soruda  bir  garez  düşünülmez.  Sen  diliyle
bağlanmış  bir  köpeksin  ve  eziyet  etmeyi  kendine  huy  etmişsin,  Allah  sizinle  beraberdir,
diyorsun. Allah kulla nasıl beraber olur, dedim.
— Evet, Allah ilmiyle kulla beraberdir; dedi o da.
— İlim zattan ayrı değildir. Hiçbir sıfat da zaten ayrı değildir dedim.
— Eski sorular soruyorsun, dedi o, bunun üzerine.
— Eski mâna ne demek; hâşâ, bunlar yeni doğdu, dedim.
Bunun üzerine o aciz kaldı. Kalktı baş koyup saygı göstermekle meşgul oldu.
“İşte kelâmcı budur” der halk ve çokları da ona itikat eder.


 
Kimyamı Alt-Üst Eden Hatun
 
 
Ben aşkın tadını Mevlâna’dan,
Taşkınlığını ise Kimya Hatun’dan öğrendim.
 
Konya bıraktığım gibiydi. Fırtına öncesi sessizliğindeydi. Durulmuş gibi gözüküyordu ama
bu  durgunluk  Mevlâna’nın  hatırına  “Şems’e  bir  fırsat  daha  verelim”  dercesine  gönülsüzdü.
Halk  ve  ulema  bana  karşı  arenada  aslanın  önüne  atılmış  kurbanlık  köle  gibi  tavırlıydı.
Onların temkinli duruşu ve beni bir patlatılacak dinamit gibi tehlikeli görmeleri hiç umurumda
değildi.  Aşk,  ağzında  dinamit  ateşle  öpüşmekse,  hoş  patlamışım,  dağılmışım  ne  fark
ederdi.  Mevlâna  için  gelmiştim.  Değişecek  olan  ben  değildim.  Beni  kabullenmeleri  için  de
mihnet borcum yok ya. Mevlâna’ya dedim ki: Senin için geldim Konya için değil. Deselerdi ki
bana, Tebriz’e gelsen baban kabirden kalkıp dirilecek, vallahi kılımı kıpırdatmazdım. Onlara
taviz vermemi bekleme, belki de eskisinden beter olacağım. Benimle yaşamak zordur. Sana
demiştim. Şems dün neyse, bugün de, yarın da aynı Şems’tir.
Mevlâna bu sefer beni devamlı Konya’da alıkoyma kararındaydı. Bana, yanı başında bir
ev bark kurmak, bir aile ocağına bağlamak, böylece Konya’da kalıcı yerleşmemi sağlamak
niyetindeydi.  Konya  ve  halkını  çok  iyi  tanıyordu  Mevlâna.  Yarın  bir  gün  benim  için  yine  ileri
geri  söz  edeceklerdi.  Dünya  ham  insanlarla  doluydu.  Onlar  böyle  ilâhî  bir  sohbeti
hazmedecek,  bu  sohbete  girecek,  burada  pişecek  kişiler  değillerdi.  Onlar,  işin  yalnız  dış
yönünü  gören,  Mevlâna’ya  sahip  olmak  isteyen  kişilerdi.  Şems  uzaklaşırsa  her  şey  yoluna
girer,  Mevlâna  yine  kendileriyle  birlikte  olur,  sanıyorlardı.  Hâlbuki  hiç  de  öyle  değildi.
Mevlâna’ya, ben can gibi ruh gibi gerekliydim. Canı tenden ayırmak ne ise, bizi birbirimizden
ayırmak  da  oydu.  Fakat  bu,  kime  anlatılır,  kime  dinletilirdi?  Mevlâna  bu  düşünceyle,  bu
endişeyle,  beni  tekrar  yitirmekten  korkuyor,  beni  Konya’da  alıkoymanın  çarelerini  arıyordu.
Biliyordu ki bir daha gidersem ilelebet dönmezdim gayri.
“Kimya” adında, yanında büyümüş, terbiye almış, melek huylu zahir ve batın edepleri ile
süslü, güzel bir evlâtlığı vardı. Üstelik bu kızda, tasavvuf ehline yaraşır bir safiyet, bir gönül
zenginliği mevcuttu. Mevlâna, küçük yaşından beri, onu kendi çocuklarından ayrı tutmamış,
öz evlâdı gibi sevmişti. Onu benimle evlendirerek, böylelikle Konya’ya yerleşmemi uzun uzun
düşünmüştü. Sakındığı hususlar da yok değildi. Birinci çekindiği husus, bu evliliği kabul edip
etmeyeceğim. İkincisi Şems yaşlı, kız genç. Üçüncüsü Kimya’yı öz oğlu Alâeddin de gizliden


Yüklə 0,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   50




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə