Aylaklığa Övgü



Yüklə 4,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə23/24
tarix19.08.2023
ölçüsü4,04 Mb.
#120714
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   24
bertrand-russell-aylakliga-ovgu

günü-.
Yahudi!erin kutsal günü. Cumartesi; Hıristiyan­
ların dinlenme günü. Pazar. (Ç. Notu).


YURT — Birçok zamanlarda ve birçok yerlerde y u rt­
severlik tutkulu bir inanç olagelmiş ve en iyi kafalar bu 
inancı tamamiyle onaylamışlardır.
Bu, Shakespeare zamanında İngiltere’de de böyley- 
di, Fichte zamanında Almanya’da da böyleydi, Mazzini 
zamanında İtalya’da dâ böyleydi. Daha hâlâ Polonya’da, 
Çin’de, Dış Moğolistan’da böyledir. Bu inanç, Batı ulus­
ları arasında hâlâ son derece güçlüdür; bu inanç, siyase­
ti, kamu harcamalarını, askeri hazırlıkları vb. kontrolün­
de tutmaktadır. Ne var ki, aydm gençlik bunu elverişli 
b ir ülkü olarak kabul edememektedir; gençlik bu inancın, 
baskı altındaki uluslar için uygun olduğunu, ama baskı 
altmdaki uluslar baskıdan kurtulur kurtulmaz, daha ön­
ce kahramanca olan milliyetçiliğin hemen baskıcı hale 
geldiğini anlamış bulunuyor. ‘Ağlayan, ama istediğini 
alan’ Maria Teresa’dan beri ülkücülerin sempatisini ka­
zanmış olan PolonyalIlar, özgürlüklerini Ukrayna’da bas­
kı kurma yolunda kullanmışlardır. İngilizlerin sekiz yüz­
yıldan beridir uygarlığı zorla öğrettiği İrlandalIlar, özgür­
lüklerini birçok iyi kitabın yayınlanmasını önleyecek ya­
salar çıkarma yolunda kullanmışlardır. Polonyalılarm 
UkraynalIları, İrlandalIların da edebiyatı katledişleri kar­
şısında milliyetçilik, ufak bir ulus için bile biraz uygun­
suz bir ülkü olarak görünmektedir. Ama iş güçlü bir ulu­
sa geldi mi, kanıt daha da güçlenir. Versailles Andlaşma- 
sı, hükümdarlarının ihanet ettiği ülküleri savunurken öl­
memek talihine erenler için hiç de cesaret verici değil­
dir. Savaş sırasında militarizme karşı savaştıklarını bas 
baş bağırarak ilan edenlerin her biri, savaşın sonunda, 
kendi ülkelerinin en önde gelen militaristleri kesilmişler­
dir. Bu gibi gerçekler, yurtseverliğin çağımızın başlıca 
belası olduğunu ve eğer yumuşatılamazsa uygarlığı sona 
erdireceğini, bütün aydm gençler için apaçık kılmakta­
dır.


İLERLEME — Bu, aydın gençler için, çevresinde faz­
la gürültü koparılan, on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir 
ülküdür. Üretilen otomobil sayısı gibi, tüketilen yer fıs­
tığı sayısı gibi önemsiz şeylerde ölçülebilir ilerleme za­
ten zorunludur. Gerçekten de önemli olan şeyler ise öl­
çülemez, dolayısıyla da propagandacının yöntemlerine uy­
gun değildir. Aynca, birçok modem icatlar insanları şaş­
kına çevirmektedir. Radyoyu, telsizleri ve zehirli gazı ör­
nek gösterebilirim. Shakespeare bir çağın mükemmelli­
ğini o çağın şiir üslubuyla ölçerdi, (bak. Sonnet XXXII), 
ama bu ölçü tarzının /modasının geçtiği anlaşılıyor.
GÜZELLİK — Gerçi nedendir bilinmez, ama güzel­
likte insana eski moda gibi gelen bir şey var. Modem bir 
ressamı, güzelliği aramakla suçlayacak olsalar, adam öf­
kesinden küplere binerdi. Şimdi sanatçıların çoğunun 
dünyaya karşı duyulan şiddetli bir öfkeden ilham aldık­
ları, dolayısıyla da her türlü tasadan uzak bir doymuş­
luk sağlama yerine, anlamlı bir acı verme isteğini taşı­
dıkları görülüyor. Bundan başka, çeşitli güzellikler, insa­
nın kendini, modern aydınların yapabileceğinden daha 
çok ciddiye almasmı gerektirir. Atina gibi, Floransa gi­
bi küçük bir site Devletinin ileri gelen bir vatandaşının 
kendini önemli bir kişi gibi hissetmesi o kadar zor olmaz­
dı. O samanlarda dünya Evrenin merkezi, insanoğlu da 
yaratılışın amacıydı; o çağda yaşayan insan ise kendi si­
tesinin en mükemmel insanları barındırdığını, kendisinin 
ise, kendi sitesinin en mükemmel insanları arasında ol­
duğunu düşünebiliyordu. Bu durumda Aeskilos ya da Dan- 
te, kendi sevinç ya da üzüntülerini ciddiye alabilirdi. 
Aeskilos da, Dante de, tek tek insanların 
d u y g u la rın ın
önem taşıdığı ve trajik olayların ölümsüz şiirle yüceltil- 
meye layık olduğu inancını besleyebilirdi. Halbuki mo­
dem insan, bahtsızhğa uğradığı zaman, kendini istatistik 
toplamın bir parçası gibi hisseder; geçmiş ve gelecek


onun önünde, saçma ve önemsiz yenilgilerin meydana ge­
tirdiği ürkütücü alaylar halinde uzar. İnsanoğlunun ken­
di de, sonsuz sessizlikler arasında kısa bir süre için bağı­
rıp çağıran, yaygaralar koparan az çok saçma, çalımlı bir 
hayvan gibi görünür. Kral Lear, ‘Gerekli ihtiyaçları sağ­
lanmamış insan, zavallı, çıplak, oklanmış bir hayvandan 
farksızdır’, der ve bu fikir alışılmamış b ir şey olduğun­
dan onu deliliğe sürükler. Ne var ki, bu fikir modem in­
san için alışılmış bir şeydir ve onu sadece saçmalığa sü­
rükler.
GERÇEK — Eskiden gerçek salttı, ölümsüzdü ve in­
sanüstüydü. Ben de gençliğimde bu görüşü kabul etmiş, 
gençlik yıllarımı gerçeğin araştırılmasına adayarak bu yıl­
la n yanlış yolda harcamıştım. Halbuki gerçeği boğazla­
mak isteyen sürüyle düşman ortaya çıkmış bulunuyor: 
pragmatizm, behaviyorizm, psikolojizm ve bağıllık fiziği. 
Galileo ile Enkizisyon, güneşin mi dünya çevresinde dön­
düğü, yoksa dünyanın mı güneşin çevresinde döndüğü 
konusunda ayrılıyorlardı. Ama gerek Galileo, gerek En­
kizisyon, bu her iki görüş arasında dağlar kadar fark bu­
lunduğu düşüncesinde birleşiyorlardı. Her ikisinin de üze­
rinde birleştikleri nokta, her ikisinin de yanıldıklan nok­
taydı: aradaki fark sadece kelimeler arasındaki bir fark­
tan ibarettir. Eskiden gerçeğe tapınmak mümkündü; ger­
çekten de, bu tapınıştaki içtenliği insan kurban etme alış­
kanlığı göstermekteydi. Ne var ki, sadece insanoğluna ait 
ve bağıllı olan bir gerçeğe tapınmak zordur. Eddington’a 
göre yerçekimi yasası, ölçme konusunda alınmış kullanış­
lı bir karardan ibarettir. Metrik sistem nasıl kadem ve 
yarda sisteminden daha doğru değilse, yerçekimi yasası 
da öteki görüşlerden daha doğru değildir.
Doğa ve Doğa’nm yasası gece karanlığında gizliydi;
Tann, ‘Newton olsun’, dedi ve ölçme kolaylaştı.
Bu düşünce yücelikten yoksun görünüyor. Spinoza


bir şeye inandığı zaman, entellektüel Tanrı sevgisinin ta ­
dına vardığını düşünürdü. Modern insan ya Marx’la b ir­
likte, kendisini iktisadi güdülerin yönettiği inancındadır, 
ya da Freud’la birlikte, rakamların cebrik kuvvetleri teo­
remi veya Kızıl Deniz’deki direy dağılışı hakkındaki inan­
cının temelinde herhangi bir cinsel güdünün yattığı ka­
nısındadır.
Şu ana kadar modern kinizmi, beyinden gelen neden­
leri bulunan bir şey gibi, ussal b ir yoldan ele aldık. Ne 
var ki, inanç, modem psikologların bize anlatmaktan hiç 
usanmadıkları gibi, ussal güdüler tarafından nadiren be­
lirlenir ve aynı şey, şüphecilerin bu olguyu sık sık gör­
mezlikten gelmelerine rağmen, inançsızlık için de doğru­
dur. Yaygın bir şüpheciliğin nedenleri ansal olmaktan çok 
toplumsaldır. Yaygın şüpheciliğin başlıca nedeni h er za­
man, iktidarsız rahatlıktır. İktidar sahipleri kinik değil­
lerdir, zira onlar kendi fikirlerini başkalarına zorla kabul 
ettirebilirler. Baskı kurbanları kinik değillerdir, 
çünkü 
onların yürekleri nefretle doludur ve nefret, herhangi 
başka bir güçlü tutku gibi, kendiyle birlikte bir sürü yan 
inanç getirir. Eğitimin, demokrasinin ve toplu üretim in 
ortaya çıkışına kadar her yerde, entellektüellerin işlerin 
gidişi üzerinde önemli etkileri vardı ve bu etki, o entel­
lektüellerin kafaları kesilse de yine azalmazdı. Modem 
entellektüel kendini tamamiyle farklı b ir durumda bul- 
maktadır. İster bir propagandist, ister bir Saray soytarısı 
olarak hizmetini budala zenginlere satmaya razı olduğu 
sürece, modem entellektüelin yağlı b ir kuyruk bulması, 
bol gelir sağlaması hiç de zor değildir. Toplu üretim in 
verdiği sonuç budalalığın, uygarlığın gelişmesinden bu ya­
na herhangi bir dönemdekine oranla çok daha sağlam bir 
temele oturmasını sağlamak olmuştur. Çarlık Hükümeti 
Lenin’in kardeşini öldürdüğü zaman, bu olay Lenin’i bir 
kinik yapmadı, zira o, kendisine hayat boyu sürecek ve


en sonunda başanya ulaşacağı bir uğraş ilham eden nef­
retle doluydu. Ama Batı’nın daha sağlam ülkelerinde ne 
böylesine güçlü nefret yaratacak b ir neden vardır, ne de 
böylesine gösterişli bir öç alabilme olanağı. E ntelektüel­
lerin yapacağı işi, amaçlan bu entellektüellere —tehlikeli 
değilse bile— saçma görünebilen Hükümetler ya da zen­
ginler emreder ve ücretlerini de yine onlar öder. Ne var 
ki, kinizm b u entellektüellerin vicdanlarım duruma uy­
durabilmelerini sağlar. Gerçi iktidar sahiplerinin her ba­
kımdan hayranlık duyulacak cinsten bir uğraş istediği za­
manlar da olduğu doğrudur; bu uğraş türleri içinde en 
önemlisi bilim, İkincisi de, Amerika’da, kamu mimarisi­
dir. Ama bir adamın eğitimi sadece kitap sınırları içinde 
kalmışsa — ki çoğunlukla böyle olmaktadır— o adam y ir­
mi iki yaşma geldiğinde, epeyce bilgili olduğu halde, bil­
gisini kendince önemli bir yolda uygulayamadığım görür. 
Bilim adamlan Batı’da bile kinik değillerdir, zira bunlar 
akıl, zekâ ve bilgilerinin en değerli yanlannı toplumun 
tam onayı ile uygulayabilmektedir; ne var ki, onlar bu 
anlamda, modem entelektüeller arasında olağanüstü de­
necek kadar talihli sayılırlar.
Eğer bu tanı doğruysa, modem kinizm sadece vaaz 
vermekle ya da gençlerin önüne, bu gençlerin vaizleriyle 
hocalannın fersude kör inançlar deposu içinden seçtikle­
ri daha iyi ülküler koymakla sağaltılamaz. Sağaltım, an­
cak entellektüellerin yaratıcı dürtülerini cisimlendirecek 
bir meslek bulabilmeleriyle gerçekleşecektir. Bunun için 
de, Disraeli’nin savunduğu şu eski reçeteden başka bir 
reçete göremiyorum: ‘Hocalanmızı eğitiniz’. Ama yine de 
bu, günümüzde proleterlere de plütokratlara da genellik­
le verilmekte olandan daha tam b ir eğitim, aynı zaman­
da da, hiç kimsenin yararlanabilmek için yeterli zaman 
bulamayacağı kadar çok mal üretmeye yönelmiş yararcı 
istekle yetinmeyen, gerçek kültürel değerleri de hesaba


katan bir eğitim olmak zorundadır. Bir insan, insan bede­
ni hakkında belirli birtakım bilgilere sahip olmadıkça o 
insana hekimlik yaptırmazlar, halbuki b ir finansiyer, ça­
lışmalarının banka hesabı üzerindeki etkisi dışında k a­
lan çok yönlü etkilerden tamamiyle habersiz olmasına 
rağmen, serbestte çalışabilir. İktisat ve Yunan şürinden 
sınava girip, • bu sınavda başarı kazanmadıkça kimsenin 
Borsa Oyunları oynamasına izin verilemeyen bir dünya; 
politikacıların tarih ve modem romanlar üzerine tam bir 
bilgi sahibi olmak zorunda bulunacakları bir dünya, ne 
tatlı bir dünya olurdu! Bir para babasımn şöyle bir so­
ruyla karşılaştığını aklınıza getirin: «Buğday piyasasını 
tekelinize alacak olsaydınız, bunun Alman şiiri üzerindeki 
etkisi ne olurdu?» Büyük örgütlerin artışı dolayısıyla, za­
manımızda nedensellik eski zamanlardakinden çok daha 
karmaşıktır, hele nedenselliğin sonuçlarla birlikte düşü­
nülmesi çok az rastlanan bir şeydir; ama bu örgütleri 
kontrolleri altında bulunduranlar, eylemlerinin doğura­
cağı sonuçların yüzde birini bile bilmeyen cahil insanlar­
dır. Rabelais, üniversitedeki yerini kaybetmek korkusuy­
la kitabım imzasız yayımlatmıştı. Modem bir Rabelais 
ise o kitabı hiçbir zaman yayımlatmazdı, zira imzasını at- 
masa bile, mükemmelleştirilmiş haberalma yöntemleri 
sayesinde kimliğinin nasıl olsa öğrenileceğini bilirdi. Dün­
yaya hükmedenler öteden beri hep budalalar olagelmiş­
tir, ne var ki, bu budalalar, eski zamanlarda şimdiki k a­
dar güçlü değillerdi. Bu bakımdan, bu gibi insanların 
akıllı olabilmesini sağlamak için b ir yol bulunması zorun- 
luğu, eskisine oranla çok daha fazladır. Bu sorun çözüle­
mez mi? İmkânsız olduğunu sanmıyorum, ama bunun ko­
lay olduğunu da aşla iddia edemem.


BÖLÜM X 
MODERN TÜRD EŞLİK '
Amerika’da dolaşan Avrupalı gezgin —hiç değilse 
kendimden pay biçebilirim— iki tuhaflık karşısında şa­
şırır: birincisi, Amerika Birleşik Devletleri’nin her tara­
fında (eski Güney hariç) dikkati çeken aşın derecedeki 
düşünüş benzerliği, İkincisi de, oranın türü kendine özgü 
ve başka her taraftan farklı .bir yer olduğunu ispatlamak 
için her yöresinde görülen şiddetli arzu. Bu tuhaflıklar­
dan İkincisinin nedeni hiç kuşkusuz, birinci tuhaflıktır. 
Her yerde, yerel bir gurur nedenine sahip olma arzusu 
vardır, dolayısıyla da her yer, coğrafya, tarih ya da gele­
nek yönünden seçkin neyi varsa ona çok büyük değer ve­
rir. Gerçekte var olan birömeklik ne kadar büyük olur­
sa, bu birömekliği yumuşatacak ayrılıkların peşinde koş­
maya Amerikan insanı o derece hevesli görünmektedir. 
Gerçekte eski Güney, Amerika'nın geri kalan tarafların­
dan çok ayrıdır, o kadar, ayrıdır ki, insan kendini adeta 
başka ülkede sanır. Eski Güney tarımsaldır, aristokratik­
tir ve geçmişe dönüktür, buna karşılık Amerika'nın öbür 
bölgeleri endüstriyel, demokratik ve ileriye dönüktür. 
Eski Güney dışındaki Amerika endüstriyeldir derken, ta- 
mamiyle tanm la uğraşılan bölgeleri bile bu kavram için-
1 1930'da yazılmıştır.


de düşünüyorum, zira Amerika’da tarımla uğraşan insan­
ların bile düşünüş biçimi endüstriyeldir. Amerikalı tarım ­
cı pek çok modem makina kullanır; demiryolu ve telefo­
na sıkı sıkıya bağlıdır; ürünlerinin gönderildiği uzak pa­
zarlarla çok ilgilenir; aslında o, herhangi başka b ir işte de 
görebileceğiniz bir kapitalisttir. Avrupa ve Asya’da bili­
nen köylü tipini Amerikalı hiç bilmez. Bu, Amerika için 
eşsiz b ir nim ettir ve belki de Amerika’nın eski Dünya’ya 
olan üstünlüklerinin en önemlisidir, zira köylü h er yerde 
zalim, açgözlü, tutucu ve yetersizdir. Ben Sicilya’da da 
portakal bahçeleri gördüm, Kaliforniya’da da; aradaki zıt­
lık aşağı yukarı iki bin yıllık bir zaman bölümünü tem ­
sil etmektedir. Sicilya’daki portakal bahçeleri trenlerden, 
gemilerden uzaktır; orada ağaçlar yaşlı, budaklı ve gü­
zeldir; orada kullanılan yöntemler klâsik antikiteden kal­
madır. Orada Romalı kölelerle Arap istilâcıların cahil ve 
y an vahşi soyu yaşar; bu insanlar noksanlarını, hayvan­
la n kullanışlanndaki zalimlikleriyle kapatırlar. İnsana 
sürekli olarak Teokritos’u ya da Hesperides’in Bahçesi 
efsanesini hatırlatan içgüdüsel bir güzellik anlayışı ora­
da törel alçalış ve iktisadi yeteneksizlikle atbaşı gider. 
Kaliforniya’daki bir portakal bahçesinde ise Hesperides’ 
in Bahçesi çok uzaklarda kalır. Burada, son derece ba­
kımlı, birbirinden eşit uzaklıklarla dikilmiş bütün ağaç­
lar birbirinin tıpatıp aynıdır. Gerçi portakallann hepsi 
aynı irilikte değildir, ama duyarlı makinalar bunlan irilik­
lerine göre öyle aym r ki, aynı kutuya giren bütün porta­
kallar tıpatıp aynı olur. Bu portakallar, uygun noktalar­
da kendilerine uygun makinalar tarafından uygun işlem­
ler uygulanarak, uygun bir frigorifik kamyona girince­
ye kadar oradan oraya dolaşır, sonunda da uygun paza­
ra gider. Makinalar bu portakallann üzerine, ‘Güneş öp­
müş' damgasını basarlar, ama bu portakallann üretilme­
sinde güneşin öpüşü dışında doğanın başkaca bir rolü bu­


lunduğunu hatırlatacak hiçbir şey yoktur. İklim bile ya­
paydır, zira don olacağı zaman portakal bahçesi baştan 
başa dumandan bir örtü altına alınarak yapay olarak sı­
cak tutulur. Bu tip tarımla uğraşan kişiler, eski zaman­
lardaki çiftçilerin aksine kendilerini doğa güçlerinin sa­
bırlı uşakları gibi hissetmezler; onlar kendilerini, doğa 
güçlerinin efendileri hissederler. Bundan dolayı Amerika’ 
da endüstricilerle tarımcılar arasında, Eski Dünya’daki gi­
bi bir düşünüş ve anlayış farkı yoktur. Amerika’da çev­
renin önemli bölümünü insan meydana getirir; buna oran­
la, insan dışındaki bölüm hemen hemen hiçtir. Güney Ka­
liforniya’da bulunduğum sırada bana sık sık, iklimin bura 
insanlarını uyuşuk hale getirdiğini söyleyip durdular, 
ama itiraf ederim ki, buna dair en ufak bir kanıt görme­
dim ben. Her ne kadar Kaliforniya ile Minneapolis ya da 
Winnipeg arasında iklim, manzara ve doğal koşullar ba­
kımından dağlar kadar fark varsa da, KaliforniyalIlar da 
bana tıpkı Minneapolisliler ya da Winnipegliler gibi gö­
ründü. İnsan bir Norveçli ile bir Sicilyalı arasındaki far­
kı düşünüp de bu farkı (mesela) Kuzey Dakotalı bir adam­
la Güney KaliforniyalI bir adam arasındaki farksızlıkla 
ölçüştürdüğü zaman insanoğlunun içinde bulunduğu fizik­
sel ortamın kölesi olacağına o ortamın efendisi oluşunun 
yine insanoğlunun işlerinde meydana getirdiği muazzam 
devrimi algılıyor. Norveç’in de, Sicilya’nın da çok eski za­
manlardan kalma gelenekleri vardır; her iki ülkede de, in­
sanların iklime gösterdikleri tepkileri yansıtan Hıristi­
yanlık— öncesi dinler vardı ve Hıristiyanlık geldiği za­
man bu iki ülkede ister istemez birbirinden çok başka bi­
çimler aldı. Norveçliler buzdan ve kardan korkarlardı; 
SicilyalIların korkulan ise lavlardan ve depremlerden idi. 
Cehennem güney ülkelerinde icat edilmişti; eğer Norveç* 
te icat edilmiş olsaydı, bu cehennem soğuk olurdu. Hal­
buki Kuzey Dakota’da da, Güney Kaliforniya’da da ce­


hennem bir iklim koşulu değildir: h er iki yerde de ce­
hennem, piyasadaki para darlığıdır. Modern hayatta ikli­
min önemsizliğini göstermeye bu yeter.
Amerika insan yapısı bir dünyadır; daha da önemli­
si, Amerika, insanların makinalarla yaptıkları b ir dünya­
dır. Bunu söylerken sadece fiziksel çevreyi değil, aynı 
zamanda ve en aşağı fiziksel çevre kadar, düşünceleri, 
duygulan da hesaba katıyorum. Heyecan verici bir cina­
yeti düşününüz: gerçi cinayeti işleyenin kullandığı yön­
tem çok ilkel olabilir, ama o cinayeti işleyenin bunu na­
sıl yaptığıyla ilgili haberi yayanlar, bu yayma işini tek­
nolojinin en son yeniliklerinden, olanaklarından yararla­
narak yaparlar. Yalnız büyük şehirlerde değil, aynı za­
manda %n ıssız çiftliklerde, dağ başlarındaki madenci 
kamplarında bile radyo en son haberlerin hepsini yayar, 
bu yüzden de falan ya da filan gün bütün ülke yüzeyin­
deki her evdeki konuşma konuları aynıdır. Bir trenle 
Kaliforniya ovalannı geçerken bir sabun reklamının ho­
parlörden yükselen gürültüsünü duymamaya çalışıyor­
dum; o sırada yaşlı bir çiftçi güleç bir yüzle yamma yak­
laşarak, ‘Bu zamanda nereye gidersen git, uygarlıktan 
yakanı kurtaramazsın’, dedi. Heyhat! Ne kadar doğru! 
Virginia Woolf’u okumaya çalışıyordum ama sabun rek­
lamı galip geldi ve günümü yedi.
Hayatın fiziksel aparatında birörneklik pek vahim 
bir sorun olmayabilir, ama düşünce ve fikir alanlannda 
birörneklik çok daha tehlikelidir. Bununla birlikte, düşün­
ce ve fikir birömekliği, modem icatlann hemen hemen 
kaçınılmaz bir sonucudur. Üretim, birleşmiş ve büyük öl­
çüde olduğu zaman, ufak ünitelere böjünmüş durumda- 
kinden daha ucuzdur. Bu kural toplu iğne üretim i için 
ne derece geçerliyse, fikir üretiminde de aynı derecede 
geçerlidir. Bu aygıttan gittikçe daha çok yararlanıldığı 
için, ilkokullardaki öğretim de ister istemez gitgide daha


çok standart hale getirilmek zorunda kalıyor. Öyle sanı­
yorum ki, gerek sinemanın, gerek radyonun yakın gele­
cekte okul eğitiminde oynadığı rolün hızla artacağı düşü­
nülebilir. Bu demektir ki, dersler bir merkezde hazırla­
nacak ve bu merkezde hazırlanan malzemelerin kullanıl­
dığı bütün okullarda tamamiyle aynı olacaktır. Bana söy­
lediklerine göre, bazı Kiliseler, az eğitim görmüş bütün 
papazlarına her hafta bir vaaz örneği yolluyorlannış; eh, 
eğer doğanın bilinen yasaları bu papazlar için de geçer­
liyse, bunların, kendilerini vaaz kaleme alma derdinden 
kurtaran bu vaaz örneği için müteşekkir kaldıklarına hiç 
kuşku yoktur. Bu model vaaz, pek tabii, günün en can 
alıcı konularına eğilmekte ve bir ucundan öteki ucuna ka­
dar bütün ülkede belirli b ir yığın heyecanı yaratmayı h e­
def tutmaktadır. Aynı şey daha da fazlasıyla basmda ol­
maktadır; basın her yerde aynı telgraf haberlerini almak­
ta olup, geniş çapta sendikalaşmıştır. Kitaplarımla ilgili 
eleştirme yazılarının, kaymak tabakadan gazeteler dışın­
da New York’tan San Francisco’ya ve Maine’den Texas’a 
kelimesi kelimesine birbirinin aynı olduğunu gördüm, 
yalnız şu farkla ki, kuzey-doğu’dan güney-batı’ya doğru 
gidildikçe yazıların boyu kısalıyordu.
Modern dünyada birömekliği meydana getiren bütün 
güçler içinde belki de en büyüğü sinemadır, zira sinema­
nın etkileyiciliği sadece Amerika sınırlan içinde kalma­
yıp, dünyanın dört bir yanma girebilmektedir; gerçi Ame­
rikan sinemasının etkileyiciliği dışında kalan bir ülke var­
dır ve o ülke Sovyetler Birliği’dir, ama Sovyetler Birli- 
ği’nin de kendine göre başka türlü birömekliği bulunmak­
tadır. Geniş anlamda sinema, Orta Doğu’da halklann ne­
lerden hoşlandığı konusunda Hollywood’un görüşünü tem­
sil eder. Aşk ve evlilikle ilgili duygulanınız hep bu reçe­
teye göre standartlaştınlmaktadır. Hollywood, gerek zen­
ginlerin zevklerini, gerek zengin olmak için benimsenme­


si gereken yöntemleri gösterişiyle, gençlerin gözünde 
çağdaşlığın son sözünü temsil etmektedir, ö y le sanıyo­
rum ki, sesli sinemalar çok geçmeden evrensel bir dilin 
benimsenmesine yol açacak ve bu evrensel dil Hollywood 
dili olacaktır.
Amerika’da biröm eklik sadece az çok cahil kişiler 
arasında değildir. Aym şey, bir parçacık daha az da olsa, 
kültür alanmda da görülmektedir. Ülkenin h er yanında 
kitapçı dükkânlarım dolaştım ve her tarafta aynı bestsel- 
lerlerin göze batacak biçimde vitrine konduğunu gördüm. 
Kanımca, Amerikalı kültürlü hanımlar h er yıl b ir düzi­
ne kitap satm almaktadırlar ve her yerde aynı düzine sa­
tılmaktadır. Bir yazar için doğrusu hoşa gidecek bir du­
rum dur bu, yeter ki, kitabı o düzmenin içinde bulunsun. 
Ne var ki, bu durum hiç kuşkusuz Avrupa ile Amerika 
arasındaki bir farkı ortaya koymaktadır. Avrupa’da çok 
satışlı birkaç kitap yerine, az satışlı pek çok kitap vardır.
Birömeklik eğiliminin tamamiyle kötü ya da tam a- 
miyle iyi bir şey olduğu varsayılmamalıdır. Birörnekli- 
ğin birçok avantajları bulunduğu gibi, bir sürü de deza­
vantajları vardır; bellibaşlı avantajı, hiç kuşkusuz, barış 
içinde işbirliği yapabilen bir ulus meydana getirmesinde- 
dir; büyük dezavantajı ise, azınlıktakilerin suçlamaları 
karşısında boynu bükük bir ulus meydana getirmesidir. 
Bu kusur muhtemelen geçicidir, zira kısa b ir süre sonra 
azınlık diye bir şeyin kalmayacağı düşünülebilir. Pek ta ­
bii, birömekliğin nasıl elde edildiği büyük b ir önem taşır. 
Mesela, okulların güney İtalya’dan gelen göçmenlere ne 
yaptığını ele alalım. Bütün tarih boyunca güney Italyalı- 
lar cinayet, soygunculuk ve estetik duyarlıklarıyla ün k a­
zanmışlardır. Ücretsiz okullar, güney Italyalılann üçüncü 
niteliğini, yani estetik duyarlığım yoketme konusunda 
tam anlamıyla etkili olmakta ve onları bu ölçüde yerli 
Amerikan nüfusu içinde eritmektedir, ama öbür iki belir­


gin niteliklerine gelince, anladığım kadarıyla okulların 
bu konudaki başarılan o kadar etkili olmamaktadır. Bu 
örnek, bir amaç olarak düşünüldüğü zaman, birömekliğin 
tehlikelerinden birini gösterir: iyi nitelikleri yoketmek, 
kötü nitelikleri yoketmekten kolaydır, bundan ötürü de 
birömeklik, bütün ölçüleri düşürmek suretiyle daha ko­
lay sağlanır. Geniş çapta yabancı nüfus banndıran bir ü l­
kenin, okullan yoluyla, göçmenlerin çocuklannı kendi po­
tası içinde eritmeye çalışmak zorunda olduğu, pek tabii, 
apaçık bir gerçektir, bundan dolayı da bir dereceye ka­
dar Amerikanlaştırma, kaçınılmaz bir şeydir. Bununla 
birlikte bu sürecin böylesine büyük bir bölümünün az 
çok kaba bir milliyetçilikle gerçekleştirilmesi üzünüle- 
cek bir durumdur. Amerika şimdiden dünyanın en güçlü 
ülkesidir ve üstünlüğü sürekli olarak artmaktadır. Bu ol­
gu, pek tabii, Avrupa’nın gözünü korkutmakta ve mili­
tan milliyetçilik yönündeki her belirti bu korkuyu daha 
da artırmaktadır. Amerika’nın alnında Avrupa’ya politik 
sağduyu dersi vermek yazılı olabilir, ama korkarım ki, 
öğrenci büyük ihtimalle inatçı çıkacaktır.
Amerika’da biröm eklik eğilimiyle birlikte, buna pa­
ralel, kanımca yanlış bir demokrasi anlayışı vardır. Öy­
le görünüyor ki, Amerika’da genellikle, demokrasinin, bü­
tün insanların aynı olmasını gerektirdiği ve eğer birisi 
ötekilerden şu ya da bu şekilde farklıysa, farklı olan ki­
şinin ötekilere «üstünlük tasladığı» kabul edilmektedir. 
Fransa’da en aşağı Amerika kadar demokratiktir, ama bu 
anlayış orada yoktur. Fransa’da doktor, avukat, papaz, 
memur hep ayn ay n tiplerdir; her mesleğin kendine öz­
gü gelenekleri, ölçüleri vardır, ama bu, o 
mesleklerin 
ötekilere üstünlük tasladıkları anlamını taşımaz. Ameri­
ka’da bütün meslek adamları tipi, bir tip içinde, iş ada­
mı tipi içinde toplanmıştır. Bu adeta, bir orkestranın sa­
dece kemanlardan ibaret olmasını emretmeye benzemek­


tedir. Amerika’da, toplumun bir organizmaya benzediği, 
bu organizmada çeşitli organların çeşitli roller oynadık­
ları gerçeği yeteri kadar algılanmamış görünüyor. Göz 
ile kulağın, görmenin mi, yoksa işitmenin mi daha iyi ol­
duğu konusunda tartıştıklarını ve hiçbiri her iki işi b ir­
den yapamayacağına göre, her ikisinin de hiçbirini yap­
mamaya karar verdiklerini tasavvur ediniz. Bana öyle 
geliyor ki, Amerika’da demokrasiden bu anlaşılmaktadır. 
Aristokrasinin hâlâ büyük bir hevesle el üstünde tutul­
duğu atletizm ve spor alanları dışında, bir kişinin başka­
larına oranla, hangi bakımdan olursa olsun, bir mükem­
mellik kazanmasına karşı garip bir kıskançlık duyulmak­
tadır Amerika’da. Öyle anlaşılıyor ki, ortalama Ameri­
kan insanı, kafa alanından çok kasları alanında alçakgö­
nüllü olabilmek yetkinliğine sahiptir; bunun nedeni de 
belki, Amerikan insanının kafadan çok kasa hayranlık 
duymasıdır. Artıerikada popüler bilimsel kitapların büyük 
tirajlara ulaşmasının nedeni, tamamiyle değilse bile kıs­
men, Amerikalıların bilim alanında uzmanlardan başka­
sının anlayamayacağı herhangi bir şey bulunduğunu ka­
bul etmek istemeyişleridir. Mesela bağıllık kuramım an­
layabilmek için özel bir eğitimin gerekebileceği fikri or­
talama Amerikan insanını adeta sinirlendirdiği halde, bi­
rinci sınıf bir rugby oyuncusu olabilmek için özel eğiti­
min gerektiği fikri hiç kimseyi sinirlendirmemektedir.
Bir başarıyla ulaşılmış seçkinliğe Amerika’da belki 
de bütün öbür ülkelerde olduğundan daha çok hayranlık 
duyulmaktadır, ama bazı seçkinliklere giden yollar genç­
ler için çok zorlaştırılmıştır, zira insanlar, falanın ya da 
filanın veya herhangi bir şeyin, «Başkalarına üstünlük 
taslamak»la nitelendirilebilecek her türlü tuhaflığım hoş­
görüsüzlükle karşılamaktadır; bunun dışında kalan biri­
cik durum, söz konusu kişiye ‘seçkin’ etiketinin daha ön­
ceden yapıştırılmış bulunması durumudur. Bunun bir so­


nucu olarak, en çok hayranlık duyulan parlak kişilerin 
birçoğu Amerika’da yetiştirilemeyip, bunları Avrupa’dan 
ithal etmek zorunda kalınmaktadır. Bu olgu, standartlaş­
tırm a ve biröm eklik ile sıkı sıkıya bağlıdır. Herkesten, 
başarılı bir yapıcının ortaya attığı herhangi bir örneğe, 
uyması beklenildiği sürece, özellikle artistik alanlarda 
olağanüstü yetenekler, gençlik döneminde ister istemez 
büyük engellerle karşılaşacaktır.
Standartlaştırmanın olağanüstü bireyler için belki 
bazı dezavantajları vardır, ama bu ortam içinde ortala­
m a Amerikan inşam düşüncelerini, karşısındakinin dü­
şünceleriyle aynı olacağından emin bulunarak ifade ede­
bileceği için, standartlaştırm a ortalama Amerikan insa­
nını mutlu edebilir. Daha önemlisi, standartlaştırma ulu­
sal bağdaşımı pekiştirdiği gibi, politikayı da, daha belir­
gin ayrılıkların bulunduğu yerlerdekine oranla yumuşa­
tır. Bu konuda bir kâr-zarar bilançosu çıkarmanın müm­
kün olabileceğini sanmıyorum, ama bence şimdi Ameri­
ka’da var olan standartlaştırma, dünya mekanize hale gel­
dikçe aynen Avrupa’da da yer alacaktır. Bundan dolayı, 
bu konuda Amerika’ya kusur bulan AvrupalIlar, gelecek­
teki kendi ülkelerine kusur bulmakta ve uygarlık alanın­
da kaçınılmaz, evrensel bir akıma karşı çıkmakta olduk­
larını .anlamalıdırlar. Uluslar arasındaki ayrılıklar azal­
dıkça enternasyonalizmin kolaylaşacağı kuşkusuzdur ve 
enternasyonalizm bir kere yerleştikten sonra, iç banşın 
korunması bakımından toplumsal bağdaşım çok büyük 
b ir önem kazanacaktır. Burada inkâr edilmemesi gere­
ken muhtemel bir tehlike vardır ki, bu da, Roma İmpa­
ratorluğu^’minkini hatırlatan bir hareketsizliktir. Ne var 
ki, buna karşılık biz de, modem bilim ve modem tekni­
ğin devrimci güçlerini ileri sürebiliriz. Tümel entellektüel 
bozulmadan uzak olan ve modem dünyada yeni bir. gele­
ceği temsil eden bu güçler, hareketsizlik olanağını orta­


dan kâldıracak ve geçmişte birçok imparatorlukları m ah­
va sürüklemiş bulunan çürümeyi önleyecektir. Bilimin 
doğurduğu büyük değişimler karşısında, tarihten kanıt­
lar getirip, bunları şimdiki zamana ve geleceğe uygula­
mak tehlikelidir. Bu balamdan ben gereksiz bir karam ­
sarlık için hiçbir neden görmüyorum, bununla birlikte 
standartlaştırma, buna alışık olmayanların ince zevkleri­
ne aykırı düşebilir.


BÖLÜM XI 
BÖCEKLERE KARŞI İN SA N LA R’
«Silahsızlanma» önerilerinin saldırmazlık paktlarının 
insan ırkını eşi görülmemiş felâketlerle tehdit etmekte ol­
duğu bir sırada, savaşlar ve savaş söylentileri arasında, 
belki daha da önemli bir mücadeleye lâyık olduğu dikkat 
gösterilmemektedir — insanlarla böcekler arasındaki m ü­
cadeleden söz ediyorum.
Biz insanlar, «Eşrefi Mahlûkat» olmaya alışmışızdır; 
mağara adamı gibi arslanlardan, kaplanlardan, mamutlar 
ve yaban domuzlarından korkmamıza neden kalmamıştır 
artık. Sadece birbirimizden korkar, bunun dışında kendi­
mizi güvenlik içinde hissederiz. Ne var ki, büyük hay­
vanlar her ne kadar artık varlığımızı tehdit etmiyorsa da, 
küçükleri yönünden durum bunun tersinedir. Bu gezege­
nin üstündeki canlıların tarihinde, daha önce bir kere 
büyük hayvanlar yerlerini ufaklarına bırakmışlardı. Dina- 
zorlar bataklık ve ormanlarda, birbirlerinden başka hiçbir 
şeyden korkmaksızm ve imparatorluklarının şahlığından 
şüphe etmeksizin gerine gerine yüzyıllarca dolaştılar. 
Ama sonra ortadan kaybolup, yerlerini mini mini meme­
lilere — farelere, ufacık kirpilere, tarla faresi boyunda 
minyatür atlara ve bunlar gibi hayvanlara bıraktılar. Di-
1 lB33'de yazılmıştır.


nazor soyunun neden tükendiği bilinmiyor, ama ortadan 
kalkışlarının varsayımlı bir nedeni olarak, bunların min­
nacık beyine sahip bulunmaları ve bütün varlıklarını sa­
yısız boynuzlar biçimindeki saldın silahlarım geliştirme­
ye adamış olmalan ileri sürülebilir. Her ne olursa olsun, 
hayatın gelişmesi bu iri cüsseli hayvanlar soyu yoluyla 
olmamıştır.
Memeliler, üstünlük kazandıktan sonra irileşmeye 
koyuldular. Ne var ki, kara hayvanlan içinde en irisi olan 
mamutun soyu tükenmiş, insan ve insanın evcilleştirdiği 
hayvanlar dışında geri kalanlar da çok seyrekleşmiştir. 
İnsanoğlu, cüssesinin küçüklüğüne rağmen, zekâsı saye­
sinde büyük nüfuslan besleyebilme olanağım bulmuştur. 
İnsanoğlu böcekler ve mikroorganizmalar dışında her şe­
ye karşı güvenlik içindedir.
Böcekler insanlara karşı önce sayı üstünlüğüne sa­
hiptir. Küçücük bir orman, bütün dünyadaki insan sayısı 
kadar kannca barındırabilir. Böceklerin bir başka üstün­
lükleri daha vardır, o da, bizim besinlerimizi, bu besinler 
henüz bizim yiyebileceğimiz kadar olgunlaşmadan yeme­
leridir. Birçok zararlı böceği, içinde yaşadıklan görece 
ufak bölgelerden insanlar bilmeden yeni ortamlara taşı­
mış, böcekler de götürüldükleri yeni ortamda sınırsız za­
rarlara yol açmıştır. Seyahat ve ticaret, mikro-organiz- 
malar kadar böceklerin de işine yarar. Sarı humma eski­
den yalnız Batı Afrika’da vardı, ama köle ticareti yoluy­
la Batı yarıküresine taşındı.. Şimdi ise, Afrika kapılan- 
nın açılmasıyla, kıtayı boydan boya geçerek Doğuya doğ­
ru ilerlemektedir. Bu hastalık Doğu kıyısına ulaştıktan 
sonra artık onu, nüfuslannı yanya indirebileceği Çin’in 
ve Hindistan'ın dışında tutmajç hemen hemen olanaksız 
hale gelecektir. Uyku hastalığı ise öbüründen de tehlike­
li, gitgide yayılan bir Afrika hastalığıdır.
Ne iyi ki, bilim, böceklerden bulaşan salgın hastalık­


larla başedebilme çarelerini bulmuştur. Bu böceklerin ço­
ğunun düşmanı parazitlerdir ve bu parazitler öyle çok 
böcek öldürmektedir ki, geri kalanlar ciddî b ir sorun ol­
maktan çıkmaktadır, ayrıca, bgceklerle uğraşan bilgin­
ler de bu gibi parazitleri incelemekte, yetiştirmektedirler. 
Bu bilginlerin hazırladığı resmî raporlar birer harikadır; 
raporların çoğu şu gibi cümlelerle doludur: «Trinidatlı 
çiftçilerin istekleri üzerine, şekerkamışı 
ç e k irg e s in in
do­
ğal düşmanlarını aramak üzere, falanca, Brezilya’ya ha­
reket etmiştir.» Bu mücadelede şekerkamışı çekirgesinin 
kazanma şansının çok az olduğu söylenebilir. Ne yazık 
ki, savaş devam ettiği sürece, teknolojinin insanlığa ka­
zandırdığı bütün bilgiler Acem kılıcı gibi iki ağızlı ol­
maktadır. Meselâ, yakın bir tarihte ölen Profesör Fritz 
Haber, azotun katılaştınlmasını sağlayacak bir yöntem 
bulmuştu. Profesör bu yöntemi sırf toprağın verimliliği­
ni arttırm ak amacıyla icat etmişti, ama Alman hükümeti 
bunu yüksek güçte patlayıcı maddeler yapmakta kullan­
dı ve Profesörü, gübreyi bombaya tercih ettiği için, kı­
sa bir süre önce sürgün etti. Bir dahaki büyük savaşta her 
iki tarafın bilginleri, başbelâsı böceklerini birbirlerinin 
ekinlerine salacaklar ve barış olduğu zaman belki de iş 
işten geçmiş, bu böceklerin yok edilmesi olanaksız hale' 
gelmiş bulunacaktır. Bilgimiz arttıkça, birbirimize daha 
çok zarar verebileceğiz. İnsanoğullan eğer birbirlerine 
karşı duydukları garez dolayısıyla öfkelerine kapılıp da, 
böceklerin ve mikro-organizmaların yardımına başvur­
maya kalkışırsa —ki, bir büyük savaş daha çıkarsa böy­
le yapacakları muhakkaktır— o savaşın biricik galibi ola­
rak ayakta sadece böceklerin kalması hiç de olanak dışı 
değildir. Kosmos açısından bakıldığında belki de buna 
üzülmemek gerekir; ama bir insan olarak, hemcinslerim 
hesabına göğüs geçirmekten kendimi alamıyorum.


BÖLÜM XII 
EĞİTİM VE DİSİPLİN
Herhangi ciddî bir eğitim kuramı iki bölümden mey­
dana gelmiş olmalıdır: yaşayıştaki -amaçların ne oldu­
ğuyla ilgili bir anlayış ve ansal değişim yasalarını incele­
yen psikolojik dinamik bilimi. Yaşayıştaki amaçların ne 
olduğu konusunda birbirinden ayrılan iki insan, eğitim 
üzerinde asla birleşmez. Bütün Batı uygarlığı dünyasmda 
eğitim mekanizmasına iki törebilimsel kuram egemendir: 
Hıristiyanlık kuramı ile, milliyetçilik kuramı. Ciddî ola­
rak ele alındıkları zaman, bu ikisi, Almanya’da açıkça 
ortaya çıkmakta olduğu üzere, uzlaşmaz şeylerdir. Ken­
di hesabıma ben, ikisinin ayrıldıkları yerde Hıristiyanlı­
ğın öbürüne tercih edilir olduğu, .ama birleştikleri yerde 
her ikisinin de yanıldığı tezini savunuyorum. Benim, eği­
timin amacı olarak h er ikisinin de yerine ileri sürebilece­
ğim şey uygarlıktır ve uygarlık, yine benim kastettiğim 
sekliyle, kısmen bireysel, kısmen de toplumsal tanımı olan 
bir terimdir. Uygarlık bireyde, hem ansal, hem' de törel 
niteliklerden meydana gelir: ansal nitelikler denilince, 
belirli bir genel bilgi asgarisi, insanın kendi mesleğinde 
teknik ustalık sahibi olması ve fikirlerini kanıtlara daya­
narak oluşturma alışkanlığını edinmesi akla gelmelidir; 
törel nitelikler denilince de, yansızlık, iyilikseverlik ve 
azıcık kendini tutabilme düşünülmelidir. Bunlara ayrıca.


ansal ya da törel olmayıp, psikolojik olan bir nitelik de 
eklemeliyim: uygarlık, yasalara saygıyı, insanlar arasın­
da adaleti, insan ırkının herhangi bir kesiminin sürekli 
zarar görmesine yönelmeyen amaçlan ve bunların yanısı- 
ra, araçlann amaçlara akıllıca uyarlanmasını gerektirir.
Eğitim amaçları bunlar olacaksa, bunlan gerçekleş­
tirmek için neler yapılabileceği ve özellikle, bu yolda ne 
derece bir özgürlüğün en etkili olabileceği, psikoloji bili­
minin ele alması gereken bir soru olarak ortaya çıkar.
Eğitimde özgürlük sorusu üzerine şimdilik, kısmen 
amaçlar arasındaki ayrılıklardan, kısmen de psikolojik 
kuramdaki aynlıklardan doğan üç ana düşünce okulu var­
dır. Bir yanda, ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, çocuk­
ların tamamiyle özgür olması gerektiği tezini savunanlar; 
bir yanda, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar çocukların ta­
mamiyle yetkeye bağımlı bulunmaları gerektiğini ileri 
sürenler; bir yanda da, çocuklann tamamiyle özgür, ama 
özgürlüğe rağmen her zaman iyi olmaları gerektiğini sa­
vunanlar bulunuyor. Sonuncu grup, geniş bir gruptur ve 
bunlann bu kadar geniş b ir grup meydana getirmelerini 
haklı gösterecek mantıksal nedenler yoktur; alabildiğine 
özgür çocuklar da, yetişkinler gibi, tüm erdemli olmaz­
lar. Özgürlüğün, mükemmellik için b ir güvence olduğu 
inancı, Rousseau’culuktan gelme bir kalıntıdır ki, hayvan­
lar ve bebekler üzerinde yapılacak bir inceleme bu kalın­
tının mezan olur. Bu inancı besleyenler, eğitimin hiçbir 
olumlu amacı bulunmadığını, sadece kendiliğinden geliş­
me için elverişli bir ortam sağlanması gerektiğim düşünür­
ler. Bana fazlasıyla bireyci ve bilginin önemine karşı faz­
lasıyla kayıtsız görünen bu okulun fikirlerini kabul ede­
miyorum. Bizler, işbirliği gerektiren toplumlarda yaşa­
maktayız, işbirliğinin ise kendiliğinden meydana gelen 
dürtülerden doğacağım ummak ham hayaldir. Sınırlı bir 
alanda yaşayan büyük bir nüfusun varlığım sürdürebil­


mesi ancak bilim ve teknik sayesinde mümkün olabilir; 
bundan ötürü eğitim, bilim ve tekniğin gerekli asgarisini 
aktarmalıdır. Özgürlük kapısını en çok aralayan eğitim­
ciler, başarılan bir dereceye kadar iyi niyete, kendini 
tutmaya ve terbiye edilmiş zekâya dayanan kişilerdir; bu 
nitelikler ise, bütün dürtülerin tamamiyle başıboş bıra­
kılması halinde doğamaz. Bundan dolayı, yöntemleri ka- 
tılaştmlmadıkça, bu kişilerin tuttuklan yolda sürekli ba- 
şan elde etmeleri olasılığı pek yoktur. Toplumsal görüş 
açısından bakıldığında eğitim, sadece gelişme fırsatı ve­
ren bir şey olmakla kalmamak, bundan daha olumlu bir 
şey olmak zorundadır.. Eğitim, hiç kuşkusuz gelişme fır­
satım hazırlamalıdır, ama aynı zamanda, çocuklann ken­
di kendilerine elde edemeyecekleri ansal ve törel b ir do­
natım da sağlamalıdır.
Eğitimde özgürlük derecesini yüksek düzeyde tutm a­
dan yana olan kanıtlar insanın doğal iyiliğinden değil, 
yetkenin, gerek bu yetkeden ıstırap çekenler, gerek yet­
keyi uygulayanlar üzerindeki etkilerinden çıkanlmıştır. 
Kendilerine yetke uygulanan kişiler ya boynu bükük, ya 
da isyankâr olurlar; her iki tutumun da kaybettirdiği şey­
ler vardır.
Boynu bükük tip, gerek düşünce, gerek eylemde inisi­
yatifini kaybeder; üstelik, isteklerin engellenmesi duygu­
sunun yarattığı öfke, kendinden zayıflan ezme biçiminde 
b ir boşalma kapısı bulmaya yöneltir insanı. Zorba kurum- 
la n n kendi kendilerini sürdüren kurum lar oluşu bundan­
dır: insan babasından çektiğini oğluna çektirir ve okul 
sırasında düşürüldüğü onur kinci durumları hatırlayarak, 
bunlan aynen, kurduğu imparatorluğun ‘yerli’ halklanna 
uygular. Böylece, aşın derecede otoriter eğitim öğrenci­
leri sözle de, eylemle de ne kendilerinden bir orijinallik 
doğan, ne de böyle bir orijinalliği hoşgören çekingen za­
limler haline getirir. Bu eğitimin eğiticiler üzerindeki et­


kisi daha da kötüdür: böyle eğitimciler, ruhlara dehşet 
duygusu vermekten hoşlanan ve bundan başka hiçbir şey­
le tatm in olmayan sadist disiplinciler haline gelebilirler. 
Bu adamlar bilgiyi temsil ettiklerine göre, öğrenciler, bil­
giden korku duymayı öğrenirler; bilgiden duyulan korku­
ya İngiliz üst sınıf insanları arasında, insan doğasının b ir 
parçası gözüyle bakılır, ama aslında bu, otoriter pedagoga 
duyulan pek yerinde nefretin bir parçasıdır.
Öbür yandan, isyankârların bulunması h er ne kadar 
zorunlu ise de bunlar, varolan şeylere karşı adilce davra­
namazlar pek. Ayrıca, isyanın da çeşitli yollan vardır ve 
isyan edenler içinde akıllılar çok azdır. Galileo hem is­
yankârdı, hem de akıllı; dünyanın düz olduğu kuranıma 
inananlar da isyankârdılar, ama bunlar aynı zamanda 
aptaldılar. Yetkeye karşı durmanın esas itibariyle erdem 
olduğunu ve alışılagelmemiş fikirlerin mutlaka doğru çı­
kacağım varsaymak, tehlikeli bir eğilimdir: lâmba direk­
lerini devirmekten ya da Shakespeare’in şair olmadığını 
savunmaktan hiçbir hayırlı sonuç çıkmamıştır. Ne v ar ki, 
bu aşın isyankârlık çoğunlukla, fazla yetkenin canlı ru h ­
lar üzerindeki bir etkisidir. İsyankârlar b ir de eğitimci 
olduklan zaman, öğrencilerindeki meydan okuyucu ruhu 
kamçılayabilirler; bunlar, meydan okuyucu yanlarım kam - 
çıladıklan öğrencileri için aynı zamanda mükemmel b ir 
ortam yaratmaya da çalışmaktadırlar, halbuki bu iki amaç 
birbiriyle hiç uyuşmaz.
İstenilen, ne boynu eğik, ne de isyankâr olmaktır; is­
tenilen, iyi huy ve gerek insanlara, gerek yeni fikirlere 
karşı hoşgörülü tutumdur. Bu nitelikler kısmen, eski tarz 
eğitimcilerin çok az ilgi gösterdikleri fiziksel nedenlere 
bağlıdır; ama ondan da' çok, can alıcı dürtülere set çekil­
diği zaman ortaya çıkan aldanıştan doğan beceriksizlik 
duygusundan kurtulmaya bağlıdır. Büyüdükleri zaman 
gençlerin hoşgörülü insanlar olması isteniyorsa, genel­


likle, onların kendi çevrelerinin de hoşgörülü olduğunu 
hissetmeleri gereklidir. Bu ise, çocuğu sadece Tann’run 
izzeti ya da vatanın büyüklüğü gibi soyut bir amaç için 
kullanmaya kalkışmayıp, onun önemli isteklerine de bir 
dereceye kadar duygudaşlık göstermeyi gerektirir. Öğ­
retme sırasında, öğrenciye, kendisine öğretilenin —hiç 
değilse gerçeklerin— öğrenilmeye değer olduğunu hisset­
tirmek için her türlü çaba harcanmalıdır. Öğrenci isteye­
rek işbirliği yaptığı zaman, yarı yarıya az yorularak, iki 
kat çabuk öğrenin Eğitimde oldukça büyük bir özgürlüğe 
yer verilmesi için bütün bunlar geçerli nedenlerdir.
Bununla birlikte, kanıtlan aşmlığa vardırmak da ko­
laydır. Çocuklann köleliğin kötü yanlarından kaçınırken 
aristokratlığın kötü yanlannı benimsemeleri istenilir bir 
şey değildir. Yalnız büyük davalarda değil, aynı zamanda 
günlük, ufak tefek hususlarda da başkalarını düşünmek 
uygarlığın temelli öğelerinden biridir ve bu öğe bulun­
madığı takdirde toplumsal hayat çekilmez hale gelir. Bu­
rada sadece, ‘lütfen’ gibi, ‘teşekkür ederim’ gibi biçimsel 
terbiyeyi düşünmüyorum ben: biçimsel görenekler en çok 
barbarlar arasında gelişmiş olup, kültür alamnda ileri 
doğru atılan her adımda kaybolmaktadır. Ben asıl, .insa­
nın zorunlu çalışmada adilce bir payı bulunmaya istekli, 
dengenin sağlanmasında güçlük çıkmaması için ufak te ­
fek yardımlara hazır olmasını kastediyorum. Akıllıca dü­
şünüş başlıbaşma bir terbiyedir ve çocuğa bir kadiri m ut­
laklık duygusu ya da, yetişkinlerin sırf çocuklarm zevk­
lerine hükmetmek için varolduklan inancım vermek iste­
nilir b ir şey değildir. Aylak zenginlerin varoluşlanna iti­
raz edenler de, eğer çocuklanm yetiştirirken onlara çalış­
manın zorunlu olduğu fikrini aşılamazlar ve bu fikrin sü­
rekli olarak uygulanmasını mümkün kılacak alışkanlık- 
la n onlara kazandırmazlarsa, kendi kendileriyle çelişkiye 
düşmüş olurlar.


Özgürlük savunucularının gerektiği kadar önemseme­
dikleri bir başka husus daha vardır. Yetişkinlerin karış­
madığı, başıboş bırakılmış çocuk topluluklarında, güçlü 
olanın kurduğu bir zorbalık vardır ki, yetişkinlerin zor­
balıklarından çok daha gaddarca olabilir. İki üç yaşların­
da iki çocuğu yan yana oynamaya bırakırsanız, bunlar 
bir iki sefer kavga ettikten sonra hangisinin baskın çı­
kacağını anlarlar ve o andan itibaren de zayıfı bir köle 
olur. Çocukların sayısı arttığı takdirde, içlerinden bir iki 
tanesi tam bir üstünlük kurar ve geri kalanların özgürlük­
leri kısıtlanır; halbuki büyükler işe karışsa ve zayıfları, 
ötekiler kadar kavgacı, ötekiler kadar acar olmayanları 
korusa, bunların özgürlükleri o derece kısıtlanmaz. Baş­
kalarını düşünme çocuklarda genellikle kendiliğinden 
meydana gelmez; bunun öğretilmesi gerektir ve öğretil­
mesi için de yetke uygulanması zorunluğu vardır. Yetiş­
kinlerin çocuklara karışmaktan yana olmayışlarına karşı 
ileri sürülebilecek en önemli kanıt belki de budur.
Özgürlüğün istenilir biçimleriyle törel eğitimin zo­
runlu asgarisini birleştirebilme 
s o r u n u n u
eğitimcilerin 
henüz çözmüş olduklarını sanmıyorum. Kabul etmek ge­
rektir ki doğru çözüm, önce ana baba tarafından, çok ke­
re olanaksız kılınmaktadır. Tıpkı ruh hekimlerinin klinik 
deneyleriyle hepimizin deli olduğu sonucuna varmaları 
gibi, modem okullardaki yetkililer de, anaları babalan 
yüzünden idare edilemez hale gelmiş öğrencilerle temas- 
la n sonucu, bütün çocukların «idaresi güç», bütün ana 
babalarm da son derece aptal olduklan yargısına varmak­
tadırlar. Ana baba zorbalığı (ki bu çok kere vesveseli bir 
şefkat biçimini alır) dolayısıyla iyice zıvanadan çıkmış ço- 
cuklann, yetişkinlere kuşkulu bir gözle bakmayacak ha­
le gelebilmeleri için, bunların yerine göre kısa ya da uzun 
b ir süre, ama tam bir özgürlük içinde bırakılm alan gere­
kebilir. Buna karşılık evinde akıllıca davranış gören ço­


cuklar, onlar için önem taşıyan bir yoldan kendilerine 
yardım edildiğine inandıkları sürece, daha kolay kontrol 
altma alınabilirler. Çocukları seven ve çocukların varlı­
ğından sinirlenmeyen, çileden çıkmayan yetişkinler, öğ­
rencilerin dostluğunu kaybetmeksizin disiplin kurma yo­
lunda büyük başarılar gösterebilirler.
Öyle sanıyorum ki, modem eğitim kuramcıları, ço­
cuklara karışmamanın olumsuz yararına gerektiğinden 
çok, buna karşılık çocuklarla beraber bulunmak zevkinin 
olumlu yaranna da gerektiğinden az değer vermektedir­
ler. Pek çok kimselerin atlara ya da köpeklere gösterdi­
ği yakınlığa benzer bir yakınlığı çocuklara gösterirseniz, 
çocuklar büyük bir olasılıkla öğütlerinize kulak verecek­
ler, yasaklarınızı da, belki huysuzluğa kaçmayan ufak te­
fek homurdanmalarla, ama kızmaksızm kabul edecekler­
dir. Çocuklara gösterilen yakınlık eğer, onları toplumsal 
bir çaba için gösteri alanı ya da, —ki bu da aynı kapıya 
çıkar— kişisel iktidar dürtülerinin boşalma yolu olarak 
görmenin yarattığı bir yakınlıksa, bu yakınlığın hiçbir 
y aran yoktur. Kendisine gösterdiğiniz ilgi eğer, onun iler­
de sizin partinize ya da kral ve vatan için ölecek bir gru­
ba kazandınlacak bir oy sahibi olacağı düşüncesinden doğ­
muş bir ilgiyse, bu ilginizden ötürü hiçbir çocuk size m ü­
teşekkir kalmaz. Çocuğa gösterilecek ilgi, herhangi daha 
yüksek bir amaç söz konusu olmaksızın, sırf çocuklarla 
beraber bulunmanın yarattığı zevkten ileri gelen ilgi ol­
malıdır. Bu niteliğe sahip öğretmenler, çocuklann özgür­
lüğüne sık sık kanşmak zorunda kalmayacaklan gibi, ka- 
nşm ak gerektiği zaman, psikolojik bir aksaklığa meydan 
vermeksizin kanşabileceklerdir de.
Aşırı çalışmadan ötürü yorgun düşmüş öğretmenle­
rin çocuklara içgüdüsel bir yakınlık gösterebilmeleri, ne 
yazık ki, tamamiyle olanaksızdır; bu gibi öğretmenler ço­
cuklara karşı tıpkı, fasulyeden bıkıp da lokantada pilâki


adı altında yine fasulyeyle karşılaşınca yemeğe kurşunu 
sıkan hikâye kişisinin bu yemeğe karşı beslediği duygu­
nun aynını beslerler ister istemez. Ben o inançtayım ki, 
eğitim bir kişinin bütün mesleği olmamalıdır: mesleği 
çocuk eğitimi olan bir insan bu işi günde en çok iki saat 
yapmalı, geri kalan saatlerini çocuklardan uzakta geçir­
melidir. Sürekli olarak çocuklarla beraber bulunmak, he­
le sıkı bir disiplinden kaçınıldığı zaman, son derece yo­
rucu bir şeydir. Yorgunluk ise, sonunda sinirleri bozar ve 
bu sinir bozukluğu —sinirleri bozulan öğretmen kendini 
hangi kurama inanarak yetiştirmiş olursa olsun— enin­
de sonunda şu ya da bu biçimde bir yerden patlak verir. 
Çocuklarla olan ilişkilerde m utlaka gösterilmesi gereken 
dostluk, sadece kendi kendim kontrol edebilme yeteneğiy­
le korunamaz. Ama bu dostluk varken de, «yaramaz» ço­
cuklara karşı nasıl davranılacağına dair peşin peşin bir 
takım kurallar koymak gereksiz sayılmalıdır, zira bu ko­
nuda verilecek doğru kararlara büyük b ir olasılıkla, öğ­
retmeni kendi dürtüleri götürecektir; verilecek karar da 
ne olursa olsun, eğer çocuk sizin ondan hoşlandığınızı his­
sediyorsa, doğru bir karar olacaktır. Ne kadar akıllıca 
olursa olsun, hiçbir kural, şefkatin ve düşünceli 
H a v r a n ı ,
şın yerini tutamaz.


BÖLÜM XIII 
STOACILIK VE ZİHİN SAĞLIĞI
Önceleri salt törel disiplin yoluyla (pek başarısız bir 
biçimde) üstesinden gelinmeye çalışılan eğitim • sorunları 
şimdi daha dolaylı, ama aynı zamanda daha da bilimsel 
yöntemlerle çözülmektedir. Özellikle psiko-analiz hay­
ranlarının az bilgilileri arasında, stoikçe bir nefse hâki­
miyete artık ihtiyaç bulunmadığını düşünme eğilimi v ar­
dır. Ben aynı görüşte olmadığımdan, bu denememde, nef­
se hâkimiyeti zorunlu kılan bazı durumlar ve gençlerde 
nefse hâkimiyet yaratılmasını sağlayacak bazı yöntem­
ler, aynı zamanda da, bunun yaratılışı sırasında kaçınıl­
ması gereken bazı tehlikeler üzerinde durmak istiyorum.
İşe derhal, stoacılık gerektiren problemlerin en güç 
ve en temellisinden başlayalım: yani, Ölüm’den. Ölüm 
korkusunu yenmeye çalışmamn çeşitli yolları vardır. Ölü­
mü bilmezlikten gelebiliriz; ölümün adını hiç ağzımıza al­
mayabilir ve ölüm üzerinde durduğumuzu farkettiğimiz 
zamanlar düşüncelerimizi başka yönlere çevirmeyi dene­
yebiliriz. Bu, Wells’in ZAMAN MAKİNASI’ndaki kele­
bek insanların başvurduğu yöntemdir. Yahut bunun ta- 
mamiyle tersine bir yol tutar, fazla yakınlığın hor görme 
duygusunu uyandıracağı umuduyla, sürekli olarak insan 
hayatının kısalığı üzerinde derin düşüncelere bırakırız 
kendimizi; bu da, tahtından indirildikten sonra V. Char-


les’in manastırda benimsediği yöntemdir. Cambridge Ko­
leji öğretim üyelerinden biri daha da ileri gitmişti; bu öğ­
retim üyesi, odasında bir tabutun içinde yatar ve Kolejin 
çimlerle örtülü bahçesine çıktığı zaman, eline aldığı bah­
çıvan beliyle solucanları ikiye biçerek bir yandan da şöy­
le söylenirdi: «Al bakalım! Daha yiyemedin beni.» Geniş 
bir çevre tarafından benimsenen üçüncü bir yol daha v ar­
dır, o da, insanın gerek kendini, gerek başkalarını, ölü­
mün ölüm olmayıp, yeni ve daha güzel bir hayata açılan 
kapı olduğuna inandırmasıdır. Değişik oranlarda birbi­
rine karışan bu üç yöntem çoğu insanlar için, rahatsız edi­
ci ölüm gerçeğini kapatarak onların huzurunu sağlar.
Bununla birlikte bu üç yöntemin her birine karşı ileri 
sürülebilecek itirazlar vardır. Freud’cuların cinsiyetle 
bağlı olarak işaret ettikleri gibi, duygusal bakımdan ilgi 
çekici bir konu üzerinde düşünmekten kaçınmaya çalış­
mak, mutlaka başarısızlığa uğrayacak ve türlü türlü ru h ­
sal bozukluklara yol açacaktır. Ama bir çocuğun hayatı­
nın ilk yıllarında, çocuğu ölümle ilgili sivri bilgilerden 
uzak tutmak, doğallıkla mümkün olabilir. Bunun olup 
olamaması bir şans meselesidir. Ana babadan, ya da k ar­
deşlerden biri öldüğü zaman, çocuğun ölümü duygusal 
yönden tanımasını önlemenin hiçbir yolu yoktur. Bir şans 
eseri, ilk yıllarda ölüm olgusu çocuğun gözünde bir can­
lılık kazanmamış bulunsa bile, er ya da geç kazanacaktır; 
kazandığı zaman da, fazlasıyla hazırlıksız bulunanlarda 
büyük olsılıkla ciddî, bir denge kaybına yol açacaktır. 
Bundan ötürü, ölüme karşı, onu sadece bilmezlikten gel­
me yönteminden daha başka bir yol tutulmasını sağlama­
ya çalışmalıyız.
Ölüm üzerinde hiç durmadan kara kara düşünmek de 
en aşağı öteki kadar zararlıdır. Hangi konu olursa olsun, 
düşünceleri sadece bir konuya saplandırmak, hele düşün­
celer semereli bir eylemle sonuçlanamadığı zamanlar, bü­


yük hatadır. Pek tabiî, kendi ölümümüzü geciktirebilme 
yolunda bir eylemde bulunabiliriz ve belirli sınırlar için­
de her normal kişi de böyle yapar. Ama eninde sonunda 
ölmekten kesin olarak kurtaramayız kendimizi; dolayısıy­
la bu, semeresiz bir düşünce konusudur. Üstelik bu, in­
sanın başka insanlar ve olaylara ilgisini de kaybettirebi- 
lir; halbuki zihin sağlığını koruyan biricik şey, insanın 
kendi dışındaki şeylere duyduğu ilgidir. Ölüm korkusu in­
sanda, dış güçlerin kölesi olduğu duygusunu uyandırır; 
köle zihniyetinden ise hiçbir hayırlı sonuç doğmaz. Dü­
şünme yoluyla insan kendini ölüm korkusundan tama- 
miyle kurtarabilseydi, bu konuda düşünmekten vazgeçer­
di; insanın düşüncelerini işgal ettiği sürece, ölüm korku­
su devam ediyor demektir. Dolayısıyla bu da ötekinden 
daha iyi bir yöntem değildir.
Ölümün daha iyi bir hayata açılan kapı olduğu inan­
cının, mantıken, insanları ölüm korkusu duymaktan k u r­
tarması gerekirdi. Tıp mesleği adına ne iyi 'ki, birkaç en­
der olay dışında bu inanç, gerçekte insanları ölüm kor­
kusundan kurtarmamaktadır. Öbür dünyaya ve öbür dün­
yada yaşanacağına inananların, ölümün her şeyin sonu ol­
duğuna inananlara oranla hastalıktan daha az korktukla­
rını ya da savaşta daha cesur davrandıklarım görmüyoruz. 
Merhum F.W. Myers, bir yemek sofrasında yanındaki ada­
ma sorduğu soruyu anlatırdı. Mr. Myers adama, öldüğü 
zaman kendisine ne olacağı konusundaki düşüncesini sor­
muş, adam da soruyu duymamazlıktan gelmiş, ama ısrar 
edilince şu cevabı vermiş: «Şey, öyle sanıyorum ki, ebe­
di mutluluğa erişeceğim; ne var ki, bu gibi tatsız konu­
lardan söz açmamanızı tercih ederim.» Bu apaçık mantık 
tutarsızlığının nedeni, hiç kuşkusuz, dinsel inancın sade­
ce bilinçli düşünce alanında var olup, bilinçdışı mekaniz­
maları değiştirmeyi başaramamış bulunmasıdır. Ölüm 
korkusu ile mücadelenin başarılı olabilmesi için, bu mü­


cadelede başvurulacak yöntemin, davranışlarımız içinde 
genellikle bilinçli düşünce diye adlandırılan bölümü etki­
lemekle kalmayıp, davranışlarımızın tüm ünü etkileyen 
b ir yöntem olması gerekmektedir. Ender durumlarda din- 
sel inanç davranışlarımızın tümünü etkileyebilir, ama in­
sanlığın çoğunluğunda değil. Davranışlarla ilgili neden­
lerden ayrı olarak, bu başarısızlığın iki başka kaynağı da­
ha vardır: birincisi, ateşli bir tarzda iman ikrarında bulu­
nanlarda bile eksik olmayan ve kuşkuculara karşı bir öf­
ke biçiminde kendini gösteren kuşlcu; İkincisi ise, öbür 
dünyadaki hayata inananların, inançları sağlam olmayan­
ların ölüme bağlayacağı -dehşet duygusunu en aşağı dü­
zeye indirmek yerine, bu duygu üzerinde daha kuvvetle 
durmaları ve böylece, inançları saltık olmayanların korku­
sunu arttırmalarıdır.
Şu halde, ölümün var olduğu bir dünyaya gençleri 
uydurabilmek için ne yapmalıyız? Bir araya getirilmesi 
çok zor olan üç hedefe ulaşmalıyız. (1) Ne onlara ölümün 
söz etmek istemediğimiz bir konu olduğu duygusunu aşı- 
lamalıyız, ne de onları bu konu üzerinde düşünmeye özen- > 
dirmeliyiz. Eğer onlara ölümün söz etmek istemediğimiz 
bir konu olduğu duygusunu aşılarsak, gençler ölümün il­
gi çekici bir giz olduğu sonucuna varırlar ve üzerinde da­
ha da çok düşünürler. Bu noktada, modem cinsel eğitim­
de takınılan tutum aynen uygulanabilir. (2) Bununla b ir­
likte yine de, eğer elimizden geliyorsa, onların ölüm ko­
nusu üzerinde sık sık ve uzun uzun düşünmelerini önle­
yecek biçimde davranmalıyız. Gençlerin kendilerini müs­
tehcen edebiyata kaptırmaları karşısında ileri sürülen iti­
raz nedeni, aynen ölüm düşüncesi üzerinde fazlaca dur­
ma karşısında da geçerlidir; yani, bu durum gençlerin 
yeterliliğini kaybettirir, iyi ve tam gelişmeyi önler, aynı 
zamanda da gerek kendini bu gibi düşüncelere kaptırmış 
olanlar,- gerek başkaları için elverişsiz davranışlara yol


açar. (3) Herhangi bir kimsede, ölüm konusunda, sadece 
bilinçli düşünce yoluyla elverişli b ir tutum yaratabilece­
ğimizi ummamalıyız; hele, ölümün ölümsüzlükten daha 
az dehşet verici olduğunu göstermek amacım taşıyan 
inançlardan, bu gibi inançlar (genellikle) bilinçaltına İş­
leyemeyeceği için, hiçbir yarar doğmaz.
Bu çeşitli hedefleri etkili kılabilmek için, çocuğun 
ya da gencin deneyimine göre başka başka yöntemler be­
nimsememiz gerekmektedir. Çocukla çok yakın ilişkisi 
bulunanlardan ölen olmasa, çocuğa ölümü hiçbir duygu­
sal önem taşımayan, olağan bir gerçek diye kabul ettire­
bilmek epeyce kolaylaşır. Ölüm soyut ve kişilik dışı kal­
dığı sürece, bundan dehşet verici b ir şey gibi değil, ola­
ğan bir şey gibi ve doğal bir ses tonuyla söz etmelidir. 
Çocuk, «Ben ölecek miyim?» diye soracak olursa, ona şöy­
le cevap vermelidir: «Evet, ama herhalde çok uzun b ir 
zaman sonra.» Ölümle ilgili bir gizem duygusunu önle­
mek çok önemlidir. Ölüm, oyuncakların eskimesiyle aynı 
kategoriye sokulmalıdır. Ama mümkünse, çocuklar he­
nüz çok küçükken, ölümü onlara çok uzak bir şey olarak 
göstermek en iyisidir.
Çocuğun önem verdiği bir kimse ölünce, sorun deği­
şir. Örneğin, çocuğun erkek kardeşini kaybettiğini varsa­
yalım. Ana baba mutsuzdur ve her ne kadar onlar ne de­
rece mutsuz olduklarını çocuğun bilmesini istemeyebilir­
lerse de, çocuğun, onların çektiği acıyı BİR DERECE an­
laması doğru ve zorunludur. Doğal sevgi son derece önem­
lidir ve çocuk, büyüklerin bu sevgiyi taşıdığını hissetme­
lidir. Ayrıca, eğer ana baba insanüstü b ir çabayla üzün­
tülerini çocuktan saklarlarsa, çocuk, «Ölsem um urların­
da olmayacak,» diye düşünebilir. Böyle bir düşünce ise 
çocukta çeşitli hastalıklı gelişmelerin başgöstermesi sonu­
cunu verebilir. Dolayısıyla, her ne kadar böyle bir ru h ­
sal sarsıntı çocukluğun ileriki yıllarında geldiği zaman za­


rarlı olursa da (çok küçükken bu sarsıntı hissedilmez), 
geldiği vakit fazla küçümsemememiz gerektir. Kardeşi 
ölen çocuğa ne bu ölümden söz etmekten kaçınmalıdır, 
ne de üzerinde fazla durmalıdır; pek fazla belli etmeden, 
çocukta yeni ilgiler ve en önemlisi yeni sevgiler yarat­
mak için mümkün olan her şey yapılmalıdır. Öyle sanı­
yorum ki, çocuğun herhangi bir kimseye aşırı derecede 
sevgi beslemesi çoğunlukla, başkasının bir kusuru sonu­
cudur. Eğer ana babadan biri haşinse,' çocukta haşin ol­
mayana, eğer her ikisi de haşinse, öğretmenine karşı böy­
le aşın bir sevgi doğabilir. Böylesine bir sevgi genellikle 
korkunun ürünüdür: böylesine sevgiye hedef olan ise, ço­
cuğa güvenlik duygusunu verebilen biricik kişidir. Ço­
cukluk döneminde böyle bir sevgi sağlığa yararlı değil­
dir. Böylesine bir sevgi beslenildiği zaman, sevilen kişi­
nin ölümü çocuğun bütün hayatını yıkabilir. Dıştan ba­
kıldığında her şey yolunda gibi görünse bile, çocuk ilerde 
her seveceği insanı korka korka sever. Baba (ya da ana) 
ve çocuklar boş yere yalnızlığın acısını çekerler ve sade­
ce kendi hayatlarını yaşadıklan halde, başkaları tarafın­
dan kalpsizlikle nitelendirilirler. Bundan dolayı ana ya 
da baba, böylesine bir sevgiye hedef olduğu için sevin- 
memelidir. Eğer çocuk genellikle dost bir çevre içinde 
yaşıyorsa ve mutluysa, sevdiklerinden birini kaybettiği 
zaman, bunun acısını daha kolay atlatabilir. Normal ge­
lişme ve mutluluk fırsatlannm bulunması koşuluyla, ya­
şama dürtüsü ve umut yetmelidir.
Bununla birlikte, yetişkinlik çağının elverişli olabil­
mesi için, ergenlik çağında çocuğun ölüme karşı daha 
olumlu bir tutum takınmasını sağlamak gerektir. Yetiş­
kinler ölümü fazla düşünmemelidirler, ama bunu, bile bi­
le düşüncelerini başka şeylere çevirerek değil( zira bu 
hiçbir zaman başarılı olmayan yararsız bir iştir), ilgi duy- 
duklan şeylerin ve uğraşlannın çokluğundan yapmalı­


dırlar. Ölümü düşündükleri zaman ise, ölümün önemini 
küçümsemeye çalışarak değil, ölümün üstüne yükselmek­
ten bir gurur duyarak, serinkanlılıkla ve bilerek belirli 
bir stoacılık içinde düşünmelidirler. Dehşet verici her şey­
de olduğu gibi, burada da prensip aynıdır: dehşetten kur­
tulmanın mümkün olan biricik yolu, dehşet veren şeyi ka­
rarlı bir şekilde düşünmektir. İnsan kendi kendine şöyle 
demelidir: «Evet, bu benim de başıma gelebilir, ama ne 
çıkar?» İnsanlar bunu savaşta karşılaşılan ölüm gibi du­
rumlar karşısında başanrlar, zira o sırada uğrunda ken­
di hayatlarını veya çok sevdikleri birinin hayatını ver­
dikleri davaya kuvvetle inanmışlardır. Yetişkinlerin ha­
yatında böylesine bir tutumun gerçek ve köklü olabilme­
si için, ergenlik çağındayken gençlerin ruhunda, cömert 
heveslerin kıvılcımı tutuşturulmalı, genç de hayatım ve 
mesleğini bunların çevresinde kurmalıdır. Ergenlik çağı 
cömertlik çağıdır ve bu çağın, çocukta cömert alışkanlık­
lar oluşturulması için kullanılması gerektir. Bu ise, ba­
banın ya da öğretmenin etkisi yoluyla sağlanabilir. Da­
ha iyi bir toplumda bu işin anneye düşmesi gerekir, ama 
şimdiki halde, bir kural olarak kadınların genel görünü­
şü, benim bu iş için düşündüğüm kadın tipine uymamak­
tadır; şimdiki kadınlar fazlasıyla kişiseldirler, yeteri ka­
dar da aydın değildirler. İşte bu nedenlerden ötürü de er­
genlik çağındaki çocukların (ister erkek olsun, ister kız) 
öğretmenleri arasında, m eraklan bakımından daha kişilik 
dışı yeni bir kadm kuşağı yetişinceye kadar, mutlaka er­
kek öğretmenlerin bulunması zorunluğu vardır.
Stoacılığın hayattaki yeri son zamanlarda, özellikle 
ilerici eğitimciler tarafından biraz fazla küçümsenmekte- 
dir. Feleğin sillesi insanı tehdit ettiği zaman, bu durum­
la mücadele edebilmenin iki yolu vardır: ya bu silleden 
kaçınmaya çalışırız, ya da silleye cesaretle göğüs gereriz. 
Birinci yol, korkaklık derecesine düşmeden başanlabilir-


se, alkışlanacak bir yöntemdir; ama korkunun esiri ol­
maya hazırlanılmamış bir kimse için ikinci yol, er geç baş­
vurulacak, zorunlu yoldur. İşte bu tutum da stoacıkğı 
meydana getirir. Bir eğitimci için bu konuda en büyük 
tehlike, gençlere stoacılık aşılanırken başvurulacak yön­
temin, sadistçe duyguların doyurulmasına da olanak ver­
mesidir. Eskiden disiplin anlayışları o derece sertti ki, eği­
tim, zorbalık dürtülerinin bir boşalma kapısı haline gel­
mişti. Çocuğa acı çektirmekten zevk almak gibi sadistçe 
olan asgari disiplini sağlayabilmek mümkün müdür? Es­
ki kafalılar, pek tabiî, böyle sadistçe bir zevk duydukla­
rını inkâr ederler. Şu hikâyeyi herkes bilir: Babası kızıl­
cık sopasını kullanırken, oğluna. «Evlâdım, bu sopa se- 
ninkinden çok benim canımı yakıyor,» demiş. Çocuk da 
cevap vermiş: «Öyleyse babacığım, siz beni dövmeyi bı­
rakın da ben sizi döveyim, olur mu?»
Samuel Butler, THÊ WAY OF ALL FLESH adlı ese­
rinde, sert ana babaların sadistçe zevklerini, modem psi­
kolojiyi inceleyen herhangi bir kimsenin inanacağı biçim­
de anlatmıştır. Şu halde, bu konuda yapacağımız nedir?
Ölüm korkusu, stoacılık yoluyla en iyi şekilde müca­
dele edilen korkulardan sadece bir tanesidir. Yoksulluk 
korkusu vardır, fiziksel acı korkusu vardır, varhklı ka­
dınlar arasında çok rastlanan doğum korkusu vardır. Bu 
gibi korkuların hepsi de güçlerini kaybetmektedir ve az 
çok küçümsenebilir. Ama eğer insanların bu gibi şeylere 
aldırmamaları gerektiği biçiminde düşünmeye başlayacak 
olursak, aynı biçimde belâların hafifletilmesi yolunda hiç­
bir şey yapılmaması gerektiğini de düşünmeye başlaya­
biliriz. Uzun zamanlar, kadınların doğum yaparken uyuş" 
turucu madde almaması gerektiği düşüncesi egemen ol­
muştur; Japonya’da bu görüş günümüzde de sürmekte­
dir. Erkek doktorlar, kadınların doğumda uyuşturucu 
kullanmalarının zararsız olduğu tezini savunuyorlardı;


hiç kuşkusuz bilinçaltı bir sadizmden ileri gelen bu gö­
rüşü haklı çıkaracak hiçbir neden yoktu. Ama doğumda 
çekilen acıyı azaltma yollan geliştirildikçe, zengin kadın­
lar da bu acılara katlanmaya o derece isteksiz olmaya 
başladılar: cesaretleri, ona ihtiyaç duyulan nedenden ön­
ce kayboldu.-Burada, bir dengenin varlığı zorunludur ve 
bu zorunluluk apaçıktır. Hayatı başından sonuna kadar 
yumuşak, tatlı kılmak olanaksızdır, bundan ötürü de in­
sanlar hayatın tatsız bölümlerine katlanm alanm sağlaya­
cak bir tutum alabilmelidirler; ne var ki, bu tutumu ka- 
zandınrken, zalimliğe mümkün mertebe az fırsat ver­
meye çalışmalıyız.
Çocuklarla uğraşan herhangi bir insan, kısa zaman­
da, aşın şefkatin hata olduğunu öğrenir. Şefkatin çok azı 
daha da büyük bir hatadır gerçi, ama bu konuda, başka 
her şeyde olduğu gibi, ifrat da tefrit de kötüdür. Her za­
man ufacık bir talihsizlikle karşılaşsa, her seferinde ağ­
lamaya devam edecektir; ortalama yetişkinlerde bulun-, 
ması normal olan nefse hakimiyet çocuğa ancak, yayga­
ranın hiçbir şekilde şefkatle karşılanmayacağım ona öğ­
retmekle kazandınlır. Çocuklar, ara sıra sert davranan 
bir yetişkinin kendileri için en iyisi olduğunu çabucak an­
larlar; sevilip, sevilmediklerini onlara içgüdüleri söyler 
ve çocuklar, şefkatli olduğunu hissettikleri kimselerin, 
onların iyi gelişmelerini sahiden istemeleri dolayısıyla 
gösterecekleri her türlü sertliğe katlanırlar. Kuramsal 
alanda çözüm işte bu kadar basittir: eğitimciler bilgece 
bir sevgiden ilham alsınlar yeter; bu ilham onlara en doğ­
ru olanı yaptıracaktır. Bununla birlikte, gerçekte durum 
daha karmaşıktır. Ana baba ya da öğretmen yorgunluk, 
sinir bozukluğu, tasalar, sabırsızlık gibi etkenlerin tesiri 
altında kalır; yetişkinlerin bu gibi duygulan, sonunda 
yine onlann hayrınadır diye, çocuklar üzerine boşaltma- 
lanna göz yuman bir eğitim kuramı ise tehlikelidir. An­


cak, eğer kuram doğruysa kabul edilmeli ve tehlikeler 
ana babaya ya da öğretmene iyice anlatılmalıdır ki, bu 
tehlikelerden korunabilmek için gerekli olan her şey ya- 
pılabilsin.
Şimdiye kadar tartışmasını yaptığımız konular üze­
rinde varılabilecek sonuçlan artık toparlayabiliriz. Hayat­
ta karşılaşılabilecek tehlikeler hakkında çocuklara bilgi 
vermekten ne kaçınmalıdır, ne de bu bilgiler zorla veril­
melidir; bu bilgiler, durum onu kaçınılmaz kıldığı zaman 
verilmelidir. Acıklı konulardan söz edilmesi gerektiği za­
man, konu üzerinde gerçeğe sadık kalınmalı ve heyecan 
gösterilmemelidir; yalnız aile içinde bir ölüm olduğu va­
kit heyecan göstermemezlik edilemez, zira bu gibi bir du­
rumda üzüntüyü saklamak doğal değildir. Yetişkinler 
kendi davranışlarında güleryüzlü bir cesaret örneği orta­
ya koyabilmelidirler ki, çocuklar da farkına varmadan bu­
nu büyüklerinden kapabilsinler. Ergenlik çağında çocuk­
ların önüne kişisel olmayan sürü sürü ilgilenilecek konu­
lar konulmalı ve eğitim onlara kendileri dışındaki amaç­
lar için yaşamak fikrini verecek biçimde yürütülmelidir; 
ancak, bu fikir onlara apaçık öğütler yoluyla değil, dolay­
lı bir biçimde, farkettirmeden verilmelidir. Başlanna bir 
talihsizlik geldiği zaman, yine de uğrunda yaşanmaya de­
ğer şeylerin varolduğunu hatırlamak suretiyle bu talih­
sizliğe göğüs germe öğretilmelidir onlara; ama gelecek 
talihsizliklere hazırlıklı bulunmak için bile olsa, muhte­
mel talihsizlikler üzerinde uzun uzun kafa yormamalıdır- 
lar. İşleri küçük çocuklarla uğraşmak olanlar, eğitimin 
zorunlu öğesi disiplinden sadistçe bir zevk almadıkların­
dan iyice emin bulunmak için kendilerini sıkı bir kontrol 
altında tutmalıdırlar; disiplin kurma nedeni daima, çocu­
ğun karakter ve zihninin geliştirilmesi olmalıdır. Zira 
zihnin gelişmesi için de disipline ihtiyaç vardır; disiplin­
siz zihin incelik kazanamaz. Ne var ki, zihin disiplini bam­


başka bir konudur ve bu denemenin kapsamı dışındadır.
Bütün bunlara ekleyeceğim b ir tek şey daha var, o 
da, en iyi disiplinin, içten gelen b ir dürtüyle doğan disip­
lin olduğudur. Disiplinin böyle içten gelebilmesi için ço­
cuğun ya da ergenlik çağındaki gencin zor bir işi başar­
ma tutkusunu duyması ve bu yolda çaba harcamaya istek­
li olması gerektir. Böyle bir tutkuyu çocuğun akima ge­
nellikle çevresindeki bir kişi getirir; buna göre, kendi 
kendine doğan disiplin bile, sonunda, eğitimsel bir y ar­
dıma dayanmaktadır.


BÖLÜM XIV
KUYRUKLUYILDIZLAR ÜZERİNE
Eğer bir kuyrukluyıldız olsaydım, çağımız insanlan- 
ni dejenere olmuş bir soy sayardım.
Eski zamanlarda, kuyrukluyıldızlara her yerde derin 
bir saygı duyulurdu. Kuyruklu yıldızlardan biri Sezar’ın 
öleceğini önceden göstermiş; bir başkası ise İmparator 
Vespasian’ın ölümünün yaklaştığına işaret sayılmıştı. Ak­
lı başında bir adam olan İmparator, kendisi dazlak, bu­
na karşılık yıldız saçlı olduğuna göre onun başka bir an­
lam taşıyor olması gerektiği tezini savunmuş, ama bu son 
derece mantıksal görüşü paylaşan pek çıkmamıştı. Say­
gıdeğer Bede, kuyrukluyıldızların «krallıklarda devrim­
ler çıkacağına, vebaya, savaşa, rüzgâra ya da sıcağa alâ­
met» olduğunu söylemişti. John Knox kuyrukluyıldızlara 
tanrısal öfkenin kanıtlan gözüyle bakar, başka İskoç Pro- 
testanlan ise bunlann, «Katoliklerin kökünü kazıtması 
için Krala bir ihtar» olduğunu düşünürlerdi.
Kuyrukluyıldızlar yönünden Amerika, özellikle de 
New England haklı olarak ilgi çekici bir yerdir. 1652 yı­
lında, tam ünlü Mr. Cotton’un hastalandığı sırada bir kuy­
rukluyıldız görülmüş ve o ölünce kaybolmuştu. Aradan 
on yıl bile geçmeden, Boston şehrinin günahkâr halkına, 
«şehvetperestlikten ve sarhoşluk yoluyla, yeni moda el­
biseler giymek yoluyla Tannnın salih mahlûkatına karşı


küfürde bulunmaktan,» vazgeçmelerini ihtar için, bir kuy­
rukluyıldız göründü. Seçkin ilâhiyatçı Increase Mather, 
kuyrukluyıldızlarla güneş tutulmalarını, Harvard Üni­
versitesi Rektörlerinin ve Koloni Valilerdim öleceklerine 
işaret sayar ve cemaatine, «yıldızlan alıp, onlann yerine 
kuyrukluyıldızları göndermemesi için,» Tanrıya dua et­
melerini söylerdi.
Kuyrukluyıldızların da aklı başında gezegenler gibi 
güneşin çevresinde hiç değilse düzgün bir elips çizdikle­
rinin Halley tarafından keşfedilmesi ve Newton’un, kuy­
rukluyıldızların da yerçekimi yasasına boyun eğdiklerini 
kanıtlaması üzerine bütün bu kör inançlar yavaş yavaş 
defedildi. Nispeten eski usul öğretime bağlı kalan üniver­
sitelerde, bir süre Profesörlerin bu buluşlardan söz etme­
lerine izin verilmedi, ama sonunda gerçek saklanamadı.
Günümüzde, ister yukarı sınıftan, ister aşağı sınıftan, 
ister öğrenim görmüş, ister görmemiş herkesin tasa için­
de kuyrukluyıldızları düşündüğü ve bir kuyrukluyıldız 
görününce dehşete düştüğü bir dünya düşünmek zordur. 
Çoğumuz hiç kuyrukluyıldız görmemi şizdir. Ben iki tane 
gördüm, ama umduğumun tersine hiç de etkileyici bir 
yanlan yoktu. Kuyrukluyıldızlar karşısındaki tutum u­
muzda meydana gelen bu değişikliğin nedeni sadece akıl­
cılık değil, aynı zamanda yapay aydınlatmadır. Modern 
bir şehrin sokaklannda geceleyin gökyüzü görünmez, ıs­
sız bölgelerde ise geceleri, pınl pırıl farlarıyla yolu ay­
dınlatan otomobillerde yolculuk ederiz. Gökyüzünü kara­
ladığımız için, yıldızlann, gezegenlerin, meteoritler ve 
kuyrukluyıldızlann varlığından hâlâ haberdar olanlar sa­
dece birkaç bilim adamıdır. Zamanımızın dünyası daha 
önceki herhangi bir çağdakine oranla çok daha fazla in­
san yapısı niteliği taşımaktadır. Bunda kazancımız oldu­
ğu kadar, kaybımız da vardır: İnsanoğlu egemenliğinin 
güvenliği içinde saçma, kibirli ve bir parça kaçık olmak­


tadır. Bununla birlikte bir kuyrukluyıldızın, 1662’de Bos­
ton’da gösterdiği törel yönden iyileştirici etkiyi şimdi 
gösterebileceğini sanmıyorum; şimdi kuyrukluyıldızlar­
dan daha güçlü bir ilâç gerekiyor. 
(


BÖLÜM XV 
RUH NEDİR?
Bilimde son ilerlemelerin en acı yanı, bu ilerlemele­
rin h er birinin bize sandığımızdan daha az şey bildiğimi­
zi öğretmesidir. Benim gençliğimde, insanın ruhtan ve be­
denden meydana geldiğini; bedenin uzay ve zamanda, 
ama ruhim sadece zamanda bulunduğunu hepimiz bilir­
dik, ya da bildiğimizi sanırdık. Ölümden sonra ruhun ya­
şayıp yaşamadığı konusunda fikir ayrılıkları bulunabilir­
di, ama ruhun varlığı tartışma götürmez bir gerçek sayı­
lırdı. Bedene gelince, sıradan insanlar' bedenin varlığını 
apaçıklığı kendinde bulunan bir gerçek sayarlar, bilim 
adamları da böyle düşünürdü, ama filozoflar bedenin var­
lığını şu ya da bu modaya göre çözümlemek, onu çoğun­
lukla bedenin sahibi olan adamın veya o adama dikkat 
etmiş herhangi birinin zihnindeki fikirler haline indir­
gemek eğilimindeydiler. Bununla birlikte, filozofları pek 
ciddiye alan olmadığı için, bilim oldukça ortodoks bilim 
adamlarının elinde bile, hiç rahatı bozulmadan maddeci 
kaldı.
Eskiden h er şeyi böyle güzel güzel basite indirgeyive- 
ren anlayış bugün kalmamıştır: fizik uzm anlan bize ke­
sinlikle, madde diye bir şey olmadığım, fizyologlar ise 
aynı kesinlikle, zihin diye bir şey bulunmadığını söylü­
yorlar. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir olaydır. Şimdiye


kadar kim bir kunduracının çıkıp da kundura diye bir 
şey bulunmadığını, ya da bir terzinin çıkıp da bütün in­
sanların gerçekte çırılçıplak olduklarım iddia ettiğini duy­
muştur? Ama eğer böyle bir iddiada bulunan çıksaydı 
bile, bu iddia, fizik uzmanlarıyla bazı fizyologların ileri 
sürmekte bulundukları iddialardan daha acayip kaçmaz­
dı. Önce fizyologları ele alacak olursak, bunların bir kıs­
mı, bize zihin faaliyeti olduğunu iddiaya kalkışmaktadır­
lar. Ancak, zihin faaliyetlerini fiziksel faaliyetlere indir­
gemede çeşitli zorluklarla karşılaşılmaktadır. Bu zorluk­
ların yenilebilir ya da yenilemez olduklarmı henüz ke­
sinlikle söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Doğrudan doğ­
ruya fizik bilimiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz şey, 
şimdiye kadar bedenimiz dediğimiz nesnenin, aslında, 
hiçbir fiziksel gerçeğe tekabül etmeyen, incelikle işlen­
miş bilimsel bir yapı olduğudur. Böylece modem, sözde 
maddeci, kendini tuhaf bir durum içinde bulmaktadır, zi­
ra sözde maddeci zihin faaliyetlerini bir dereceye kadar 
başarıyla beden faaliyetleri haline indirgeyebildiği hal­
de, bedenin kendisinin zihin tarafından icat edilmiş kul­
lanışlı bir kavram olduğu gerçeğini tevil edememekte­
dir. Böylece, bir kısır döngü içinde dolaşıp durduğumuzu 
görüyoruz: zihin, bedenin bir türüm üdür, beden ise zih­
nin bir icadıdır. Bunun doğru olamayacağı apaçıktır, do­
layısıyla ne zihin, ne de beden olan, ama her ikisinin de 
kendisinden çıkabileceği başka bir şey aramamız gereki­
yor.
Bedenden başlayalım. Sıradan adam, maddesel nes­
nelerin mutlak varolduğunu, zira bunların varlığını beş 
duyumuzun apaçık ortaya koyduğunu düşünür. Başka 
her şeyin varlığından kuşku duyabilse bile, insanm kafa­
sını toslayabileceği herhangi bir şeyin gerçek olması ge­
rekmektedir; bu, sıradan adamın metafiziğidir. Buraya 
kadar her şey güzel, ne var ki, bu noktada fizikçi ortaya


çıkar ve insanın hiçbir şeye toslamadığını gösterir: kafa­
nızı taştan bir duvara çarptığınız zaman bile, aslında du­
vara dokunmazsınız. Siz bir şeye dokunduğunuzu sandı­
ğınız zaman, bedeninizin çarptığınızı sandığınız bölümü­
nü meydana getiren bazı elektron ve protonları, dokun­
duğunuzu sandığınız cismin bazı elektron ve protonları ta­
rafından çekilir, ya da itilir, ama fiilî bir temas yoktur. 
Başka elektron ve protonlara yaklaşmaktan dolayı bede­
ninizdeki elektron ve protonlar rahatsız olur ve bu rahat­
sızlığı sinirler yoluyla beyne iletirler; beyinde meydana 
gelen etki, dokunma duygunuz için gerekli olan etkidir 
ve uzun deneylerle bu duygu aldatıcı kılmabilir. Halbuki 
elektronlarla protonlar ise sadece kabataslak bir ilk yak­
laşmadan (takarrüp) ayn ayrı, çeşit çeşit cinsten olayla­
rın istatistikî ihtimallerini ya da dalga sıralarını deste 
haline getirme yolundan ibarettir. Böylece madde, zihni 
dövmek için kullanılacak elverişli bir değnek olamayacak 
kadar hayalî bir nitelik almış bulunuyor. Evvelce göze o 
derece su götürmez bir gerçek olarak görünen hareket 
halindeki maddenin, fiziğin ihtiyaçlarına cevap vermek­
te tamamiyle elverişsiz bir kavram olduğu ortaya çıkıyor.
Bununla birlikte modern bilim ruh ya da maddenin 
varolduğuna dair herhangi bir işaret vermiyor; gerçek­
ten de buna inanmamak için varolan nedenler, maddeye 
inanmamak için varolan nedenlerin hemen hemen aynı­
dır. Madde ile zihni, tahtı ele geçirmek için savaşan ars- 
lan ile masal ejderhasına benzetmek mümkündür; sava­
şın sonu ikisinden birinin zaferini değil, her ikisinin de 
hanedan armaları alanında yapılmış birer keşiften ibaret 
olduğunu ortaya koymuştur. Dünya uzun zaman daya­
nabilen nesnelerden değil, olaylardan meydana gelmiştir 
ve değişen özelliklere sahiptir. Olaylar, aralarındaki ne­
densel ilişkilere göre gruplar halinde toplanabilir. Eğer 
nedensel ilişkiler bir sınıftansa, bunların sonucu olan olay­


lar grubuna fiziksel bir nesne denebilir, eğer nedense! 
ilişkiler başka bir sınıftansa, bunların sonucu olan gru­
ba da zihin denebilir. Bir insanm kafası içinde geçen her 
olay, her iki gruba da aittir; olay, bir cins gruba ait ola­
rak düşünüldüğü zaman o adamın beyninin meydana ge- 
tiricilerindendir; başka cinsten bir gruba ait olarak düşü­
nüldüğü zaman da, zihninin meydana getiricilerinden.
Bundan dolayı gerek madde, gerek zihin, sadece olay­
ları örgütlemek için elverişli birer yoldan ibarettir. Zih­
nin ya da maddenin bir parçasının ölümsüz olduğunu v ar­
saymak için hiçbir neden yoktur. Güneşin, dakikada mil­
yonlarca ton madde kaybetmekte olduğu kabul ediliyor. 
Zihnin en temelli belirgin özelliği bellektir, ancak belirli 
bir kişiyle ilgili belleğin, o kişinin ölümünden sonra da 
canlı kalacağını varsaymak için bir neden yoktur. Aslın­
da, bunun tam tersini düşünmek için her türlü neden var­
dır, zira bellek açıkça, belirli bir beyin yapısıyla bağın­
tılıdır ve yapı ölümle birlikte çürüdüğüne göre, bu çürü­
meyle beleğin de varolmaktan çıkacağını kabul etmek 
gerektir. Her ne kadar metafizikal maddecilik doğru ka­
bul edilemezse de, maddeciler haklı olsaydı dünyamız ne 
olurdu ise, duygusal bakımdan dünyamız hemen hemen 
yine odur. Öyle sanıyorum ki, maddecilerin karşısında 
olanlar öteden beri iki istekten hareket etmişlerdir: birin­
cisi, zihnin ölümsüz olduğunu ispat etmek, İkincisi de ni­
haî gücün fiziksel değii de zihinsel olduğunu ispatlamak. 
Her iki bakımdan da, ben, maddecilerin haklı oldukları 
inancındayım.. Gerçi isteklerimiz, dünya yüzünde büyük 
bir güce sahiptir; eğer insanlar dünya üzerindeki kara­
ları, yiyecek ve servet çıkarmakta kullanmasalardı, bu 
gezegenin üstündeki karaların büyük bir bölümünün gö­
rünüşü bambaşka olurdu. Ne var ki, gücümüz son derece 
sınırlıdır. Şimdilik güneşe, aya, hattâ dünyanın iç taraf­
larına ulaşamıyoruz ve gücümüzün ulaşamadığı bölgeler­


de olan şeylerin zihinsel nedenleri bulunduğunu varsay­
mak için en ufak bir neden yoktur. Meseleyi daha basit­
leştirirsek, yani dünyanın yüzü hariç, her olan şeyin, bi­
risi olmasını istediği için olduğunu varsayamayız. Yeryü- 
zündeki gücümüz tamamiyle, dünyanın güneşten aldığı 
enerjiye bağımlı bulunduğuna göre de, biz ister istemez 
güneşe bağımlı durumdayız; güneş soğuyacak olursa is­
teklerimizin hiçbirini gerçekleştiremeyiz. Hiç kuşkusuz, 
bilimin gelecekte gerçekleştirebileceği şeyler konusunda 
dogmatizme - kaçmak ukalâlık olur. İnsan varlığım, şim­
di bize mümkün görünenden çok daha fazla uzatmayı öğ­
renebiliriz, ama modern fizik biliminde, özellikle de te r­
modinamiğin ikinci yasasında eğer bir parçacık gerçek 
varsa, insan ırkının sonsuza dek sürüp gideceği umudunu 
besleyemeyiz. Bazıları bu sonucu iç sıkıcı bulabilirler, 
ama eğer kendi kendimize karşı dürüst isek, bundan mil­
yonlarca yıl sonra olacak şeyin, duygusal yönden bizim 
için şimdi ve burada pek de fazla bir şey ifade etmeyeceği­
ni kabul etmemiz gerektir. Bilim, kosmos üzerindeki id­
dialarımızı azaltmakla birlikte, öte yandan da yeryüzün- 
deki rahatımızı büyük çapta artırm aktadır. Teologların 
bilimden dehşet duymalarına rağmen, genellikle bilimin 
hoşgörüyle karşılanması işte bundandır.


I
I
Çağımızın en büyük filozof, bilgin ve sosyal eleştirmecilerinden olan 

Yüklə 4,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə