Aylaklığa Övgü



Yüklə 4,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə2/24
tarix19.08.2023
ölçüsü4,04 Mb.
#120714
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24
bertrand-russell-aylakliga-ovgu

AYLAKLIĞA Ö V G Ü ’
Benimle aynı kuşaktan olanların çoğu gibi, «Şeytan 
hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur,» atasözünü 
dinleyerek yetiştim. Epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum 
için bana söylenen her şeye inanırdım; böylelikle, içinde 
bulunduğum ana kadar beni çok çalışmaktan geri bırak­
mayan bir vicdan sahibi oldum.j_Ne var ki, EYLEMLE­
RİM vicdanımın denetimi altında olduğu halde, GÖRÜŞ­
LERİM bir devrim geçirmiş bulunuyor^ Dünyada gerek­
tiğinden çok çalışıldığım, çalışmanın erdem olduğu inan­
cının büyük zararlar doğurduğunu, modern endüstri ül­
kelerinde vaazedilmesi gereken şeylerin öteden beri vaaz- 
edilegelmekte olanlardan çok değişik olduğunu sanıyo­
rum. Napoli’de dolaşan bir gezginin öyküsünü herkes bi­
lir: Yattıkları yerde güneşlenen on iki dilenci gören bu 
gezgin (olay Mussolini zamanından önce geçer), bunlar­
dan en tembel olduğunu kanıtlayana bir lira vereceğini 
söyler. Dilencilerden on bir tanesi yerlerinden fırlayıp, 
liranın kendi hakları olduğunu iddia ederler, bunun üze­
rine gezgin de parayı yerinden kıpırdamayan on İkinci­
ye verir. O gezgin tam yerine düşmüş. Ne var ki, Akde­
niz güneşinden nasibi olmayan ülkelerde aylaklık daha
1 1932 de yazılmıştır.


zordur ve insanlara aylaklık aşılamak için yoğun bir pro­
pagandaya ihtiyaç vardır, lleriki sayfalan okuduktan son­
ra, Y.M.C.A. liderleri umarım ki, gençlere hiçbir iş yap­
mamayı aşılamak için bir kampanyaya girişirler. Eğer 
umduğum çıkarsa, ömrümü boşa harcamamış olacağım.
Tembellikten yana kendi savlarımı öne sürmeden ön­
ce, kabul edemediğim bir savı gidermeliyim. Geçimini ye­
teri kadar sağlamış bir kimse günlük işlerden herhangi 
birine el attığı zaman kendisine, böyle yapmakla başka 
birinin nafakasını elinden aldığı, dolayısıyla bunun kötü­
lük olduğu söylenir. Eğer bu sav doğru olsaydı, nafaka­
mızın bol bol sağlanması için, hepimizin sadece aylak ol­
mamız yeterdi. Böyle lâf edenlerin unuttukları şey, bir 
insanın genellikle kazandığım harcadığı ve harcarken de 
başkalarına iş sağlamış olduğudur. Bir insan kazandığım 
harcadığı sürece, kazanırken başkalarının ağzından aldı­
ğı lokmaları en aşağı katıyla, kazandığım harcarken yine 
başkalarına veriyor demektir. Bu görüş açısından bakıl­
dığında asıl kötü insan, biriktiren insandır. Eğer insan, 
atasözüne geçen o Fransız köylüsü gibi kazandıklarım bir 
çorabın içine tıkıp biriktirmekle yetiniyorsa, bu birikti­
rilen kazançların kimseye bir iş sağlamadığı açıktır. Eğer 
biriktirdiklerini bir yatırımda kullanıyorsa, o zaman du­
rum o kadar açık değildir ve bu durumdan değişik so­
runlar ortaya çıkar.
İnsanların tasarruflarıyla en çok yaptıkları şeyler­
den biri, tasarruflarım hükümetin birine ödünç vermek­
tir. Çoğu uygar hükümetlerin kamu harcamalarının geç­
miş savaşlar için yapılan ödemelerle, gelecekteki savaş­
lara hazırlıktan ibaret olduğu gözönüne alındıkta, para­
sını hükümete borç veren adam, Shakespeare’deki katil 
kiralayan kötü adamla aynı durumdadır, insanoğlunun ta­
sarruf alışkanlığının net sonucu, parasım ödünç verdiği 
Devlet’in silahlı kuvvetler gücünü artırm aktan ibarettir.


Böyle yapacağına, parasını içkiye ya da kumara bile har- 
casaydı, kuşkusuz çok daha iyi ederdi.
Ama bana diyecekler ki, tasarruflar sınaî girişimlere 
yatınlınca durum başkadır. Bu gibi girişimler başarı ka­
zanıp da yararlı b ir şey ürettiği zaman, bu sav haklı gö­
rülebilir. Bununla birlikte, bugünlerde çoğu girişimle­
rin başarısızlığa uğradığını da kimse inkâr edemez. Bu 
da şü demek oluyor ki, yararlı bir şey üretm e uğrunda 
kullanılabilecek büyük bir insan emeği, üretildikleri za­
man boş yatan ve hiç kimseye hiçbir hayrı dokunmayan 
makineler üretme uğrunda harcanmıştır. Bundan ötürü, 
tasarruflarını ilerde iflâs eden bir girişime yatıran ada­
mın, kendi kadar başkalarına da zaran dokunuyor demek­
tir. Eğer o adam parasım, meselâ dostlan için eğlenti dü­
zenlemekte harcamış olsaydı, (umanz ki) dostları ve on­
lar kadar kasap, fırıncı ve içki kaçakçısı gibi, harcanan 
bu parayı ellerine geçirenler de hoşnut kalırdı. Ama eğer 
o adam parasım, meselâ tramvaya ihtiyaç olmayan bir 
yerde tramvay ray lan döşemeye harcarsa, büyük bir 
emek yığınım, bu emeklerin kimseyi hoşnut edemediği 
kanallara aktarmış olur. Gelgelelim, yatırımın başarısız­
lığa uğraması yüzünden bu adam yoksul düşerse, ona 
haketmediği bir talihsizliğin kurbanı olmuş gözüyle ba­
kılır, parasım insanseverlik yolunda harcayan hovarda 
ise, budala diye, hafifmeşrep diye hor görülür.
Bütün bunlar sadece bir girişten ibaret. Gayet cid­
dî olarak şunu söylemek isterim ki, modern dünyada ÇA­
LIŞMANIN erdem olduğuna inanma yüzünden çok bü­
yük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha 
giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılma­
sından geçer.
önce: çalışma nedir? Çalışma iki çeşittir: birincisi, 
yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan maddenin du­
rumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmek; ikin­


cisi de, başkalarına, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın 
bulunan b ir maddenin durumunu, böyle başka bir mad­
deye göre değiştirmelerini söylemektir. Birinci cins ça­
lışma tatsızdır ve az para getirir; ikinci cins çalışma ise 
tatlıdır ve çok para getirir. İkinci cins çalışma çok çeşit­
lidir: emir verenler yamsıra, ne gibi emirler verileceği 
konusunda akıl verenler de vardır. Genellikle, iki insan 
grubu tarafından aynı anda, birbiriyle taban tabana zıt 
iki cins akıl verilir; buna da siyaset denir. Bu cins çalış­
ma için gerekli marifet akıl verilecek konu üzerinde de­
ğil, meselâ reklâmcılık gibi, inandırıcı konuşma ve yaz­
ma sanatı üzerinde bilgi sahibi olmaktır.
Amerika’da değilse bile, bütün Avrupa’da, bu her iki 
cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir 
sınıfa mensup insanlar vardır. Bunlar, toprak mülkiyeti­
ni ellerinde bulundurmak yoluyla, yaşama ve çalışma hak­
kım kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri başka insan­
lardan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır. Bu top­
rak sahipleri aylaktırlar, bu bakımdan, benim onlara öv­
gü düzeceğim sanılabilir. Ne yazık ki, bunların aylaklığı 
ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilmek­
tedir; gerçekten de, bunların rahat aylaklığa duydukları 
arzu, çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel 
kaynağıdır. Bunların en istemeyecekleri şey, başkaları­
nın da onlar gibi aylak kalmasıdır.
Uygarlığın başlangıcından Endüstri Devrimine kadar 
insan, bir kural olarak, çok çalışmak suretiyle kendisinin 
ve ailesinin geçimi için gerekli olandan ancak biraz daha 
fazlasını üretebiliyordu, hem de karısı da en aşağı onun 
kadar çok çalıştığı ve çocukları yetişir yetişmez emek­
lerini anne ve babalarınmkine kattıkları halde. Zorunlu 
ihtiyaçları karşıladıktan sonra artan az miktardaki üre­
tim fazlası ise, onu üretenlere kalmıyor, savaşçılar ve pa­
pazlar tarafından iç ediliyordu. Kıtlık zamanlarında üre­


tim fazlası olmuyordu; ama savaşçılarla papazlar yine de, 
başka zamanlarda olduğu kadar kazanç sağlıyorlar ve 
bunun sonucu olarak da birçok işçi açlıktan ölüyordu. 
Bu sistem Rusya’da 1917’ye kadar sürdü. Doğu’da hâlâ 
sürmektedir; İngiltere’de ise, Endüstri Devrimine rağmen, 
Napolyon savaşları süresince ve yeni fabrikatörler sını­
fının güçlendiği yüz yıl öncesine kadar bütün şiddetiyle 
süregeldi. Amerika’da bu sistem, Güney hariç, devrimle 
birlikte sona erdi. Bu kadar uzun zaman süren ve ancak 
yakın zamanlarda sona eren bir sistem doğallıkla, insan­
ların düşünce ve görüşlerinde derin izler bırakmıştır. Ça­
lışmanın istenilir bir şey olduğunu doğal karşılamamız 
çoğunlukla bu sistemden bize kalan bir alışkanlıktır ve 
alışkanlıktan doğma bu inanç endüstri dönemi öncesine 
ait olduğu için de modem dünyaya uydurulmamıştır. 
Çağdaş teknoloji aylaklığın sadece imtiyazlı sınıflara ait 
bir imtiyaz değil, bütün toplum içinde eşit dağılan bir 
hak olabilmesini, birtakım sınırlar içinde mümkün kıl­
mıştır. Çalışma ahlakı, köle ahlakıdır, modern dünyada 
ise köleye ihtiyaç yoktur.
İlkel toplumlarda köylüler, kendilerine kalsa, savaş­
çılarla papazların iç ettikleri o bir parçacık üretim artık­
larından yine kendileri yararlanırlardı; bu apaçıktır, ama 
şurası da aynı derecede açıktır ki, köylüler kendi başları­
na kalsalardı ya daha fazla tüketir, ya da daha az ü retir­
lerdi. Başlangıçta köylülerin üretimde bulunmaları ve 
üretim artıklarının başkaları tarafından iç edilmesine 
göz yummaları, kaba kuvvet zoruyla oluyordu. Ne var ki, 
yavaş yavaş bu köylülerin birçoğuna, üretim artıklarının 
bir bölümü bazı aylakların geçimini sağlamaya gitse bile, 
çok çalışmanın kendileri için görev olduğunu aşılayan bir 
ahlak anlayışını kabul ettirmenin mümkün olduğu anla­
şıldı. Bu sayede, köylüleri çalıştırmak için başvurulması 
gerekli zorlamanın dozu, bununla birlikte de hükümetin


harcamaları azaldı. Bugün eğer İngiltere’de kralın bir iş­
çiden fazla geliri olmaması önerilse, İngiliz işçilerinin yüz­
de doksan dokuzunun bu öneriden dolayı tüyleri diken di­
ken o lu rd u .^ arih sel bakımdan konuşursak, görev kav­
ramı, iktidar sahipleri tarafından başkalarına kendi çı­
karlarından çok efendilerinin çıkan için yaşamaları ge­
rektiği düşüncesini aşılamakta bir araç olarak kullanıl­
mıştır. Doğallıkla, iktidar sahipleri kendi çıkarlarının, in­
sanlığın daha geniş çaptaki çıkarlarıyla özdeş olduğuna 
kendi kendilerini inandırarak, bu olguyu yine kendi ken­
dilerinden saklamaktadırlar,} Bazı hallerde bu doğrudur; 
meselâ-Atina’lı köle sahipleri boş zamanlarının bir bölü­
münü, uygarlığa sürekli bir katkıda bulunma yolunda 
harcarlardı ki, böyle bir şey âdil bir İktisadî sistemde 
mümkün olamazdı. Uygarlık için boş vakit şarttır, eski 
zamanlarda ise bir azınlığın boş vakte sahip olabilmesi, 
büyük bir çoğunluğun emeği sayesinde gerçekleşebiliyor­
du. Şu var ki, bu insanların harcadığı emeğin bir değeri 
vardı — çalışmak iyi olduğu için değil, boş vakit iyi ol­
duğu için.
Çağdaş teknoloji sayesinde de uygarlığa zaraj ver­
meksizin boş vakti insanlar arasında pay etmek mümkün 
olabilirdi.
Çağdaş teknoloji, yaşamak için herkesin ihtiyaç duy­
duğu şeyleri elde etmekte harcanan emek miktarını bü­
yük çapta azaltmıştır. Savaş içinde bunun böyle olduğu 
açıkça görüldü. Savaş sırasında, silâh altındaki bütün er­
kekler, casusluk işinde, propaganda işinde, mühimmat 
imalâtında, ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalı­
şan bütün erkek ve kadınlar üretim faaliyetlerinden çeki­
lip alınmış bulunuyorlardı. Buna rağmen, müttefikler sa­
fındaki kalifiye olmayan işçiler arasındaki fiziksel refah 
düzeyi, savaş öncesi veya savaş başlanndakine oranla çok 
daha iyi idi. Bu olgunun önem ve anlamını maliye gizle­


mekteydi: ödünç alma, insanda âdeta geleceğin şimdiki 
zamanı beslediği izlenimini uyandırıyordu. Ama kuşku­
suz, gerçekte böyle bir şey mümkün değildi. İnsan için­
de yaşadığı anda var olmayan bir ekmeği yiyemez. Üre­
timin bilimsel bir biçimde örgütlenmesi sayesinde, mo­
dem dünyanın çalışma kapasitesinin sadece bir bölümü­
nü kullanmakla modem insan yığınlarına oldukça rahat 
bir hayat sağlanabileceğini, savaş, tartışmaya yer bırak­
mayacak kadar kesinlikle göstermiş bulunuyor. Savaştır­
mak ve savaş sanayiinde çalıştırmak için erkekleri ser­
best bırakmak amacıyla yaratılan bilimsel örgüt, eğer sa­
vaştan sonra da korunsa ve çalışma saatleri dörde indiril- 
seydi, herkesin refahı yerinde olurdu. Halbuki böyle ya­
pılacağına, o eski karmaşık sisteme dönüldü, emeklerine 
ihtiyaç duyulmayanlar ise işsizlik yüzünden aç kalmaya 
bırakıldı. Neden? Çünkü çalışma görevdi de ondan; çün­
kü insanın, ürettiği oranda değil, ölçüsü çalışkanlık olan 
erdemi oranında ücret alması gerekiyordu da ondan.
Bu, içinde doğduğu koşullarla zerrece benzerliği bu­
lunmayan bambaşka koşullara uygulanan Köle Devleti 
ahlakıdır. Bunun felâketli sonuçlar doğurmasına hiç şaş­
mamalı. Bir ömek alalım. [Belirli bir zaman içinde birta­
kım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını 
varsayalım. Bunlar günde (diyelim ki) sekiz saat çalışa­
rak, dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak ka­
dar üretim yapmaktadırlar. Birisi' çıkar, aynı sayıda işçi­
nin aynı çalışma süresi içinde öncekinin iki katı mandal 
yapmasım sağlayan bir buluş kor ortaya. Ama dünyanın 
iki kat fazla mandala ihtiyacı yoktur; mandallar zaten 
o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla 
satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünyada olsa, 
bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes sekiz ye­
rine dört saat çalışır, ama bunun dışında h er şey yine eski­
si gibi y ü rü r^ ty Gelgelelim, içinde yaşadığımız dünyada


böyle bir şey ahlak bozucu sayılır. İçinde yaşadığımız 
dünyada insanlar hâlâ sekiz saat çalışmakta, gerektiğin­
den çok sayıda mandal yapılmakta, birtakım insanlar if­
las etmekte ve mandal yapımında çalışan işçilerin yansı 
işten atılmaktadır. Bunun sonunda yine öteki planda ol­
duğu kadar boş vakit kalır insanlara, ama bu sefer insan­
ların yansı çok fazla çalışırken ,öbür yansı tüm aylak­
tır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit bütün insanlık için 
b ir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne 
yapılıp edilip evrensel bir sefalet kaynağı haline getiril­
mektedir. Bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir 
mi?
Yoksul insanlann boş vakitleri olması fikrini zen­
ginler öteden beri nefretle karşılamışlardır. On dokuzun­
cu yüzyılda İngiltere’de erkekler için günlük normal ça­
lışma süresi on beş saatti; çocuklar genellikle on iki saat, 
ama çok kere de yetişkin erkekler kadar çalışırlardı. 
Ukalâ işgüzarlar bu çalışma saatlerinin çok fazla olduğu 
fikrini ileri sürdükleri zaman onlara, çalışmanın yetişkin 
erkekleri içkiden, çocuklan da yaramazlıktan alıkoydu­
ğu söyleniyordu. Çocukluğumda, şehirli erkek işçilerin 
oy hakkını kazanmasından az sonra, resmî tatil günleri 
yasalaşınca, üst sınıflar çok kızdılar. Yaşlı b ir Düşesin 
şöyle dediğini hatırlıyorum: «Tatil yoksullann nesine ge­
rek? Onlar ÇALIŞMAK zorundadır.» Gerçi zamanımızın 
insanlan bu Düşes kadar açık yürekli değiller; ama aynı 
duygu onlarda da güçlüdür ve bu duygu, içinde bulun­
duğumuz İktisadî keşmekeşin esas kaynağıdır.
Çalışma ahlakı anlayışım b ir an için açık yüreklilik­
le, kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim. Her insan 
hayatında ister istemez belirli miktarda b ir insan emeği 
ürünü tüketir. Çalışmanın genellikle tatsız b ir şey oldu­
ğunu kabul edersek, insanın kendi ürettiğinden fazlasını 
tüketmesi adaletsizliktir. İnsan doğallıkla, meselâ hekim­


likte olduğu gibi, mal yerine hizmet sağlayabilir; ama ne 
olursa olsun, yediğine ve başım bir çatı altına sokması­
na karşılık bir şey sağlamalıdır. Çalışmanın ancak bu ka­
darı bir görev sayılmalıdır; ama ancak bu kadan.
S.S.C.B. dışındaki bütün modem toplumlarda pek 
çok kimsenin, daha doğrusu, mirasa konan veya zengin­
le evlenenlerin hepsinin bu asgari çalışmadan bile kaç­
tıkları gerçeği üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Bu 
gibilerin aylak kalmalarına izin verilmesi olgusunun, iş­
çilerin ya gerektiğinden çok çalıştırıldıkları ya da aç bı­
rakıldıkları olgusu kadar zararlı olmadığı kanısındayım.
Sıradan işçiler günde dört saat çalışsalardı hem her 
şeyden herkese yetecek kadar bulunurdu, hem de ortada 
işsizlik kalmazdı — tabii, ufak çapta da olsa, aklı başın­
da bir örgütün bulunduğu varsayılarak. Bu fikir, hali vak­
ti yerinde olanların hiç hoşuna gitmez, zira onlar, yok­
sulların boş vakitlerini nasıl kullanacaklarını bilmedikle­
ri inancındadırlar. Amerika’da erkekler çoğunlukla, hal­
leri vakitleri yerindeyken bile uzun saatler çalışırlar; bu 
gibiler, işsizlik denen o gaddarca ceza dışında, işçilerin 
boş vakitleri olması fikrini öfkeyle karşılarlar. Gerçek­
ten de bunlar boş vakti kendi oğullarına bile çok görür­
ler. Ne gariptir ki, oğullarının çok çalışmasmı isterler­
ken ve bu yüzden oğullan, uygarlık öğrenmelerine yete­
cek kadar bile boş vakit bulamazken, bu adamlar kanla- 
n y la kızlannın hiç çalışmamasına aldmş etmezler. Hiç­
b ir iş yapmayanlara duyulan ve aristokratik toplumlarda 
her iki cinsi de kapsamı içine alan züppece hayranlık, 
plütokrasilerde yalnız kadınlara duyulabilir; ama böyle- 
si bile, bu hayranlığın sağduyuya sığdınlabilmesine yet­
mez.
Kabul etmek gerektir ki, boş vaktin, akıllıca kulla­
nılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur. Bütün ömrün­
ce çok çalışmış bir adam birdenbire boş kalsa sıkılır. Ama


öıiemli miktarda boş vakti olmayan insan da en iyi şey­
lerin birçoğundan yoksun kalır. Halk yığınlarının bu yok­
sunluğu çekmesi için artık hiçbir neden kalmamıştır; ar­
tık hiç gereği kalmadığı halde aşırı derecede çalışmakta 
direnmek, ancak budalaca ve çoğunlukla başkası hesabı­
na katlanılan bir çilekeşlik ruhuyla mümkündür.
|_Rusya’da yönetime egemen olan yeni inançta Batının 
geleneksel öğretilerinden çok değişik bir sürü şey bulu­
nurken, hiç değişmeden kalmış bazı şeyler de vardır. Yö­
netici sınıfın, özellikle de eğitim propagandasını yürüten­
lerin emeğin erdemi konusundaki tutumları, dünyada ege­
men sınıfların «namuslu yoksullar» dediğimiz insanlara 
öteden beri aşılayageldikleri tutum un tıpatıp aynıdır. Ça­
lışkanlık, uyanıklık, uzak çıkarlar uğruna uzun saatler 
çalışmaya razı olma, hattâ yetkeye boyun eğme, bütün 
bunlar S.S.C.B.’de yeniden ortaya çıkmaktadır; üstelik
S.S.C.B.’de yetke hâlâ Evrenin Hâkiminin İradesini tem ­
sil etmektedir, yalnız şimdi buna yeni bir ad verilmiştir: 
Diyalektik Materyalizm])
Rusya’da proletaryanın kazandığı zaferle, başka ü l­
kelerde feministlerin kazandığı zafer arasında bazı ortak 
noktalar bulunmaktadır. Yüzyıllardan beri erkekler, ka­
dınların manevi üstünlüğünü kabul etmiş ve iktidar ko­
nusunda kendilerinden aşağı durumda bulunmaları yö­
nünden de onlan, manevi üstünlüğün iktidardan daha de­
ğerli olduğu savıyla avutmuşlardır. Feministlerin öncüle­
ri, erkeklerin erdemin değeri konusunda kadınlara söy­
lediklerinin hepsine inandıkları, ama siyasal iktidarın de­
ğersizliği konusunda söylediklerine inanmadıkları için, en 
sonunda feministler, kadınların h er ikisine de sahip ol­
ması gerektiğine karar verdiler. Fiziksel çalışma bakı­
mından buna benzer bir şey Rusya’da gerçekleşmiştir. 
Yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları 
«namuslu emek» üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşa­


yışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zen- 
ginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmiş­
ler ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden 
özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onlan 
inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçile­
ri, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara 
özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya ça­
lışmışlardır. Rusya’da, bedenle çalışmanın üstünlüğü ko­
nusundaki bütün bu öğretiler ciddiye alınmış, bunun bir 
sonucu olarak da bedenle çalışanlar başka herkesten faz­
la yüceltilmişlerdir. Bu durumu canlandırma yolundaki 
girişimler ruh bakımından aynı olmakla birlikte, amaç 
bakımından değişiktir: bu girişimlerin amacı, özel işle r­
de çalıştırılacak fedaî işçiler yetiştirmektir. Şimdi genç­
lerin önüne konulan ülkü bedensel çalışmadır ve bu ül­
kü bütün ahlâk öğretilerinin temelini meydana getirmek­
tedir.
Şimdilik, bütün bunlar belki de yararlı olabilir. Do­
ğal kaynakları zengin, koskoca bir ülke gelişmeye hazır- 
lanmaktadır ve borç almadan gelişmesini tamamlamak 
zorundadır. Bu koşullar içinde çok çalışmak zorunluğu 
vardır ve bu çok çalışmanın ödülü de büyük bir olasılık­
la, görülecektir. Ama uzun saatler çalışmak zorunda ka­
lınmadan herkesin rahat edebileceği noktaya ulaşılınca 
ne olacaktır?
Batı’da, bu problemle uğraşmak için çeşitli yollar 
vardır bizim elimizde. Biz İktisadî adaleti gerçekleştir­
meye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüz- 
desi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan kü­
çük bir azınlığa gider. Üretim hiçbir şekilde bir merkez­
den yönetilmediği için, sürüyle gereksiz şey üretiriz. Nü­
fusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak sure­
tiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, 
çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. Bu yön­


temler' yetersiz kalınca da savaş çıkarırız: havaî fişekle­
ri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insan­
lara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmı­
na da bunları patlattırırız. Bütün bu düzenleri bir araya 
getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir beden­
sel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceri­
riz.
İktisadî adalet ve üretimin merkezden yönetilişi do­
layısıyla, Rusya’da bu problem ister istemez değişik bir 
biçimde çözülecektir. Zorunlu ihtiyaç maddeleri ve temel 
rahatlıklar herkese sağlanır sağlanmaz bu problemi çöz­
mek için başvurulacak akıllıca yol, daha fazla boş vaktin 
mi, yoksa daha fazla mal üretiminin mi tercih edileceği 
konusunda her aşamada halk oyuna danışılarak, çalışma 
saatlerini derece derece azaltmak olurdu. Ama çok çalış­
manın erdem olduğu bir kere aşılanmış bulunduğuna gö­
re, içinde boş vaktin çok, çalışmamn ise az olduğu bir cen­
net hedefine yetkililerin nasıl ulaşabileceklerini kestir­
mek zordur. Yetkililerin durmadan yeni planlar ortaya 
atarak, böylece, kazanılmış boş vakti gelecekteki verimli­
liğe feda edecekleri daha büyük bir olasılık gibi gözükü­
yor. Geçenlerde Rus mühendislerinin hazırladıkları usta­
lıklı bir plânla ilgili yazılar okumuştum; bu plân, Kara­
deniz’in ortasına bir baraj oturtarak Beyazdeniz’le Si­
birya’nın kuzey kıyılarının iklimini ılımanlaştırmak ama­
cım güdüyordu. Hayranlıkla karşılanacak bir plân gerçi, 
ama aynı zamanda emekçilerin en soyluları Kuzey Buz 
Denizi’nin buzlu alanlarıyla tipileri arasında çalıştırılır­
ken, proletaryanın rahatını daha bir kuşak geciktirecek 
bir plân. Böyle bir şey, eğer gerçekleşirse, bu, çok çalış­
ma kavramına, artık çok çalışmaya ihtiyaç duyulmayan 
bir tembellik düzeyine ulaştıracak araçtan çok, kendi ba­
şına bir amaç gözüyle bakmanın sonucu olacaktır.
Gerçek odur ki, maddenin bir bölümü varlığımız için


zorunlu olduğu halde, maddeye durmadan biçim ve yer 
değiştirmek hiç de insan hayatının amaçlarından biri de­
ğildir. Eğer öyle olsaydı, kanal açma işinde çalışan her 
ameleyi Shakespeare’den üstün tutmamız gerekirdi. Bu 
hususta bizi yanlış yöne sevkeden iki neden vardır. Bi­
rincisi, yoksulların hallerinden hoşnut olmalarını sağla­
ma zorunluluğudur ki, bu zonınluk binlerce yıldan beri 
zenginleri, çalışmanın erdem olduğu konusunda vaaz ver­
meye —kendileri bu hususta erdemsiz kalmak için ne 
gerekirse yaptıkları halde— sevketmiştir. İkincisi de, 
yeryüzünde meydana getirebileceğimiz hayret edilecek 
değişikliklerden haz duymamıza sebep olan,yeni, makine­
leşme zevkidir. Bu iki güdünün hiçbiri, bedeniyle çalışan 
işçi üzerinde bir etki uyandırmaz. Bedeniyle çalışan işçi­
ye, hayatının en iyi bölümü üzerine ne düşündüğünü so­
racak olsanız, size şöyle söylemesi olasılığı pek yoktur: 
«Bedensel çalışmadan zevk duyuyorum, çünkü bedensel 
çalışma bana, insanoğlunun yapabileceği en soylu işi yap­
tığım duygusunu veriyor, ayrıca insanoğlunun üzer>nde 
yaşadığı gezegeni ne kadar değiştirebildiğini düşürm ek 
de hoşuma gidiyor. Gerçi bedenimin belirli süreler içinde 
dinlenmeye ihtiyacı var ve ben bu ihtiyacı elimden geldi­
ği kadar gidermek zorundayım, ama yine de en mutlu 
anlarım, sabah olup da çalışmaya başladığım anlardır, zi­
ra ruhumu doyuran kaynak çalışmadır.» Bedenleriyle ça­
lışan işçilerin böyle bir şey söylediklerini hiç duymadım. 
Onlar çalışmaya hangi gözle bakılması gerekiyorsa o göz­
le, yani, geçimlerini sağlamanın zorunlu bir koşulu gö­
züyle bakarlar ve duyabilecekleri mutluluğu da serbest 
saatleri içinde bulurlar.
Denilecektir ki, aylaklığın azı iyidir, ama insanlar 
yirmi dört saatte topu topu dört saat çalışsalardı, gün­
lerini nasıl geçireceklerini bilemezlerdi. Bu görüş modern 
dünyada geçerli olduğu oranda, uygarlığımız için bir yüz


karasıdır; bu görüş daha önceki dönemlerin hiçbirinde 
geçerli olamazdı. Eskiden kaygısızlığa, oyuna bir yer v ar­
dı; verimlilik fikrine bir dine sarılır gibi bağlanılması, in­
sanlar arasında kaygısızlığın da, oyunun da yerini bir de­
receye kadar daraltılmış bulunuyor. jModem insan h er şe­
yin, o şeyin kendisi için değil de, başka bir şey uğruna 
yapılması gerektiğine inanıyor^Meselâ ciddiliği hayatla­
rında hiçbir vakit elden bırakmayan yaradılışta olan in­
sanlar, durmadan, sinemaya gitmeyi kötülemekte ve bi­
ze, sinemanın gençleri suç işlemeye yönelttiğini söyle­
mektedirler. Ama buna karşılık film yapımıyla ilgili her 
türlü çalışma saygıyla karşılanmaktadır, çünkü bu çalış­
malar para getirmektedir. İstenilir eylemin, kâr getiren 
eylem olduğu anlayışı her şeyi tepetaklak etmiştir. Size 
et sağlayan kasap, size ekmek sağlayan fırıncı övgüye 
değer kişilerdir, çünkü bunlar bu işlerden para kazanır­
lar; ama bunların size sağladığı besinleri siz sadece çalış­
mak için güç kazanmak amacıyla değil de, bunun yanısı- 
ra sırf yemek zevki için de yiyorsanız, hafifmeşrebin bi­
risiniz demektir. Daha genel söylersek, para kazanmak 
iyi, para harcamak kötü sayılmaktadır. Para kazanmak­
la, para harcamanın bir alışverişin iki yönü olduğunu dü­
şündüğümüz zaman, birinin iyi, ötekinin de kötü sayıl­
ması çok saçmadır; o zaman insan, anahtarların iyi, anah­
tar deliklerinin kötü olduğunu da savunabilir. Mal üre­
timinde eğer bir erdem yarsa, bu erdem, o malın tüketil­
mesinin sağlayacağı üstünlükten gelmelidir. Toplumu- 
muzda birey, kâr için çalışır; ama onun çalışmasının top­
lumsal amacı, ürettiği şeyin tüketilmesi olmak gerektir. 
Çalışkanlığı artırıcı etkenin kâr sağlamak olduğu bir dün­
yada insanların duru bir biçimde düşünebilmelerini zor­
laştıran şey, bireyle toplumsal üretimin amacı arasında­
ki bu ayrılıktır işte.fBizler üretimi gerektiğinden değerli
tüketimi de gerektiğinden değersiz tutarız. Bunun bir so­


nucu olarak da, eğlencenin ve basit mutluluğun önemini 
çok küçümser, üretimin değerini tüketiciye verdiği hazla 
ölçmeyiz^
Çalışma saatlerinin dörde indirilmesini önerirken, ge­
ri kalan bütün vakit ille de saçmasapan şeylerle harcan­
malıdır demiyorum. Dört saatlik çalışmanın bir insana, 
yaşamak için gerekli ihtiyaç maddeleriyle rahatlıkları sağ­
layabilmesi ve insanın geri kalan zamamnı dilediği gibi 
kullanabilmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Böyle her­
hangi bir toplumsal sistemde eğitimin şimdikinden daha 
ileriye götürülmesi ve eğitimin kısmen, boş vakitlerini 
akıllıca kullanabilmelerini mümkün kılacak zevk incelik­
lerini insanlara kazandırmayı hedef alması esastır. Zevk 
inceliklerinden söz ederken de sadece «alimâne» sayılan 
şeyleri anlatmak istemiyorum. Kuş uçmaz kervan geç­
mez uzak köşeler dışında köylü dansları ölmüştür, ama 
bu dansların işlenmesini, mükemmelleştirilmesini sağla­
yan güdüler insan doğasında hâlâ var olmalıdır. Şehir in­
sanlarının zevkleri nitelik bakımından çoğunlukla edilgin 
hale gelmiş bulunuyor: sinema seyretmek, futbol maçla­
rını izlemek, radyo dinlemek v.b. Bunun nedeni de, şehir­
lilerin bütün enerjilerini çalışmada tüketmeleridir; eğer 
daha çok boş vakitleri olsaydı, şehirliler yine eskiden ol­
duğu gibi, bizzat kendilerinin etkin rol oynadıkları eğ­
lencelerin tadını çıkarırlardı.
Geçmişte ufak bir aylak sınıf, büyük bir çalışan sı­
nıf vardı. Aylak sınıf, toplumsal adalet açısından hiç de 
hak etmediği imtiyazlardan yararlanıyordu; dolayısıyla 
bu sınıf ister istemez baskıya yöneliyor, nefret uyandırı­
yor ve imtiyazlarını haklı gösterecek kuramlar icat et­
mek zorunda kalıyordu. Bu olgular aylak sınıfın mükem­
melliğini büyük çapta azaltmış, ama bu gerilemeye rağ­
men, bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tüm ü­
nü bu sınıf yaratmıştır. Sanatı geliştiren, bilimleri bulan


bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler 
ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. 
Hattâ baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yu­
karıdan aşağı doğru gelişmiştir. Aylak sınıf olmasa, in­
sanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.
Bununla birlikte hiçbir görev taşımayan aylak sınıf­
ta, aylaklığın babadan oğula geçmesi yöntemi olağanüs­
tü denecek kadar zararlı olmuştur. 
Bu sınıfa mensup 
olanların hiçbirine çalışkanlık öğretilmediği gibi, bu sınıf­
tan olanlar bütünüyle olağanüstü bir zekâya da sahip de­
ğildiler. Bu sınıftan bir Darwin çıkmış olabilir, ama Dar- 
win’in karşısına da tilki avından ve yasak yerde avlanan­
ları cezalandırmaktan daha zekice hiçbir şey düşüneme- 
yen on binlerce eşrafı koymak gerektir. Aylak sınıfın 
rastgele ve bir yan ürün olarak sağladığı şeyleri zamanı­
mızda üniversiteler sözümona sistemli bir yoldan sağla­
maktadır. Bu büyük bir ilerlemedir, ama bunun da ken­
dine göre bazı geriletiri yanlan vardır. Üniversite hayatı 
genel olarak dünyada yaşanılan hayattan o kadar deği­
şiktir ki, akademik bir ortamda yaşayan kimseler sıradan 
erkeklerle kadınlann düşünce sorunlannm farkında ola­
mamaktadırlar; üstelik, akademik ortamda yaşayanlann 
kendilerini anlatış tarzlan, niteliği dolayısıyla, genel halk 
yığını üzerinde fikirlerinin gerektiği gibi etkili olabilme­
sini sağlayamamaktadır. Üniversitelerin noksanlarından 
biri de, burada araştırmaların örgütlü oluşu dolayısıyla, 
özgün bir araştırmada bulunmak isteyecek bir insanın ce­
saretinin kınlması ihtimalinin büyük oluşudur. Bundan 
ötürü akademik kuruluşlar yararlı olmakla birlikte, ken­
di duvarlan dışmda kalan herkesin yararlılıktan uzak 
amaçlar peşinde koştuğu bir dünyadaki uygarlığın çıkar 
bekçiliğini yapmaya yetersizdirler.
Hiç kimsenin günde dört saatten çok çalışmak zo­
runda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan her­


kes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek; her ressam, tab­
loları ne kadar mükemmel olursa olsun, aç kalmadan re­
sim yapabilecektir. Genç yazarlar, anıtsal eserlerini ve­
rebilmek için İktisadî bağımsızlıklarım kazanmak kaygu- 
suyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dik­
kati çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zama­
nı gelince de hem böyle büyük eserler verme iştahını, 
hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalma­
yacaklardır. Meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da yö­
netimin herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversite­
den olan iktisatçıların eserlerini çoğunlukla gerçek yö­
nünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin 
bağlayıcılığı bulunmaksızın, kendi fikirlerini geliştirebi­
leceklerdir. Tıp adamlarının, tıbbî gelişmeleri öğrenecek 
kadar zamanları olacak, öğretmenler kendi gençliklerin­
de öğrendikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uy­
madıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş 
yöntemlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına 
çabalamak zorunda kalmayacaklardır.
Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgun­
luk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşa­
ma sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanlan 
zevkli kılmaya yetecek kadar olacak, ama bitkinlik yara­
tacak kadar olmayacaktır. İnsanlar boş zamanlarında yor­
gun olmayacaklanndan sadece edilgin ve yavan eğlence­
ler istemeyeceklerdir. İnsanların hiç değilse yüzde biri, 
meslek çalışmaları dışındaki vakitlerini şu ya da bu cins 
bir kamu yararını hedef tutan çalışmalara ayırabilecek­
ler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygusuyla yapılma­
dığı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir en? 
gelle karşılaşmayacaklan gibi, yaşlı üstatların koyduğu 
ölçülere uymak zorunda da kalmayacaklardır. Ama ay­
laklığın üstünlükleri sadece bu gibi özel durumlarda or­
taya çıkmakla kalmayacaktır. Sıradan erkeklerle kadın­


lar, m utlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden daha sevgi 
dolu olacaklar, kendi görüşlerine uymayanlara daha hoş­
görüyle ve daha az kuşkuyla bakacaklardır. Kısmen bu 
nedenle, kısmen de savaş uzun ve zorlu çalışmaları ge­
rektireceğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır. îyi huy- 
luluk, bütün törel nitelikler içinde, dünyanın en çok ihti­
yaç duyduğu bir niteliktir ve iyi huy, çetin çabalarla do­
lu bir hayatın değil, rahatın, güvenlik duygusunun bir 
ürünüdür. Modern üretim yöntemleri hepimize rahat et­
me ve kendimizi güvenlik içinde duyma olanağını verdi­
ği halde, bizler bunun yerine, bazı insanların aşın dere­
cede çalışması, bazılarının da açlıktan kıvranması yönte­
mini seçmişizdir. Şimdiye kadar hep, tıpkı makinelerin 
bulunmadığı zamanlarda olduğu gibi bütün enerjimizi or­
taya koymayı sürdürdük; yaptığımız budalalıktı, ama so­
nuna kadar da budalalıkta diretme için hiçbir neden yok 
ortada.


BÖLÜM II 

Yüklə 4,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   24




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə