Бакы дювлят университети илащиййат факцлтясинин



Yüklə 1,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə36/73
tarix14.07.2018
ölçüsü1,91 Mb.
#55525
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   73

Hidâyet ve bazi ihtida sebepleri
 
109 
Amacı, Hz. Peygamber’e muhalefet etmek ve söylediklerine karşı kuşku 
uyandırmaktı. 
Ebu Leheb, ölmeden on sene önce bir sûre indi. Sûre, Mesed adını taşır. 
Bu sûre, Ebû Leheb’in cehenneme gideceğini açıkça vurgular. Diğer bir 
deyişle asla imana gelmeyeceğini ve İslâm’ı kabul etmeyeceğini belirtir. Bu 
on sene boyunca, Kur’ân’ın iddiasını çürütmek için Ebu Leheb’in 
yapabileceği basit bir şey vardı. O da, insanların huzuruna çıkıp, yalancıktan 
da olsa, “Muhammed, benim Müslüman olmayacağımı ve dolayısıyla 
cehenneme gideceğimi söylüyor. İşte ben Müslüman oluyorum. Şimdi 
söyleyin lütfen, Muhammed doğru mu söyledi, yalan mı? Kendisine 
geldiğini söylediği vahiy, gerçekten Allah’tan mı?” diyebilirdi. Gel gör ki, 
Ebu Leheb her konuda inatla Hz. Muhammed’e muhalefet ettiği halde, bu 
noktada ona muhalefet etmedi. Bu olayla sanki Hz. Peygamber, Ebu 
Leheb’in damarını tahrik etmekte ve, “Sen benden nefret ediyorsun, 
görevimi her fırsatta engellemek istiyorsun. İşte sana iyi bir fırsat! Haydi, bu 
fırsatı kaçırma ve sözümü çürüt!” demiş olmaktaydı. 
Fakat ölümüne kadar tam on sene geçtiği halde bunu yapmadı. Yani 
Müslüman olmadığı gibi, böyle bir görünüş bile sergilemedi. On sene 
boyunca bir dakikada İslâm’ı çürütüp yerle bir etme fırsatına sahipken bunu 
yapmadı. Demek ki, bu gaybî haberin de içinde yer aldığı Kur’ân, Hz. 
Muhammed’in sözü değildir. Tam aksine o, gaybı, dolayısıyla da Ebu 
Leheb’in asla Müslüman olmayacağını bilen Allah’ın kelamdır. Yoksa, 
Allah’ın vahyiyle olmasa, Hz. Muhammed, Ebu Leheb’in bu sûrede 
bildirilen gerçeği doğrulayacağını nereden bilebilirdi? Yine gelen vahyin 
Allah’tan olduğunu bilmese, söylediklerinin hak olduğundan nasıl kesin 
emin olabilirdi? 
Söz konusu sûre şöyle diyordu: 
“Kurusun Ebu Leheb’in elleri. Zaten de kurudu! Ona ne malı, ne de yap-
tığı işler fayda verdi! O, alev alev yükselen ateşe girecek. Eşi de boynunda 
bükülmüş urgan olarak, o ateşe odun taşıyacak” (Mesed Sûresi: 1-5). 
Benzer bir durum Yahudiler için de geçerlidir. Müslümanlara karşı tüm 
insanlardan en şiddetli düşmanın Yahudiler olduğunu bildirmektedir. 
Gerçekten de bu, Kur’ân’ın indiği günden günümüze kadar hep böyle 
olmuştur. Bu, Kur’ân’ın bir meydan okumasıdır ve bir gaybî haberdir. Şöyle 
ki: Yahudiler basit bir tutum değişikliğiyle  İslâm’ı yerle bir etme fırsatına 


Doç. Dr. Abdulaziz Hatip
 
110 
sahiptirler. O da, göstermelik ve birkaç yıllığına da olsa Müslümanlarla 
güzel ilişkiler tesis edip, ardından, “Kur’ân bizim Müslümanlara en şiddetli 
düşman olduğumuzu söylüyor. Oysa görüldüğü gibi biz öyle değiliz” 
diyebilirlerdi. Fakat 1400 seneden beri böyle bir şey olmadı ve bundan sonra 
da asla olmayacaktır. Çünkü bu Kur’ân, insan sözü değil, gaybı ve geleceği 
bilen Allah’ın kelamıdır. Kur’ân’ın onlar hakkında  şu kesin ifadesini 
okuyalım: 
“Sen, iman edenlere düşmanlık besleme bakımından insanların en 
şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Mü’minlere sevgi 
bakımından en çok yakınlık duyanların ise, ‘Biz Nasârayız (Hıristiyanız) 
diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin 
ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir. 
Peygamber’e indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit, onda âşinaları olan 
hakikate kavuşmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görür ve 
şöyle dediklerini işitirsin: ‘İman ettik yâ Rabbenâ! Bizi de hakka şâhitlik 
edenlerle beraber yaz! Bütün isteğimiz ve umudumuz, Rabbimizin bizi 
hayırlı insanlar arasına dahil etmesi iken, ne diye Allah ve bize gelen bu 
hakikate iman etmeyelim ki?’” (Mâide: 82-84). 
Kur’ân-ı Kerim’de başka hiçbir kitapta rastlanmayacak bir kendine 
güven ve emin olma özelliği vardır. O, belli bir bilgiyi verir ve “Bu bilgiyi 
daha önce bilmiş olman mümkün değil” der. Örnek olarak şu âyetleri 
okuyalım: 
“İşte bunlar gayb kabilinden haberler olup onları Biz sana vahyediyoruz. 
Yoksa onlar Meryem’i kimin himaye edeceğine dair kur'a çekerlerken ve 
birbirleriyle tartışırlarken sen yanlarında bulunmuyordun.” (Al-i İmran: 44). 
“İşte bunlar gayb olan birtakım haberlerdir. Onları sana Biz 
vahyediyoruz. Halbuki bu vahiyden önce onları ne sen, ne de milletin 
bilmezdiniz. Öyleyse onların red ve inkârlarına karşı sabret, dişini sık ve 
şüphen olmasın ki hayırlı akıbet müttakilerindir” (Hud: 49). 
“İşte bunlar, ey Resûlüm, sana vahiy yoluyla bildirdiğimiz gaybî 
hadiselerdendir. Yoksa onlar, tuzak kurmak ve planlarını kararlaştırmak için 
toplandıklarında elbette sen onların yanında bulunmuyordun.” (Yusuf: 102). 
 Mukaddes denilen dinî kitaplar arasında bu üslupla söz söyleyebilen 
başka bir kitap yoktur. Diğer tüm kutsal kitaplar, nereden geldiğini 
belirttikleri bir takım malumatlardan meydana gelmektedir. Mesela, tahrif 


Hidâyet ve bazi ihtida sebepleri
 
111 
edilmiş İncil, eskilerin kıssalarını anlatırken der ki: “Falan Kral falan yerde 
yaşadı. Falan komutan filan yerde filan savaşı yaptı, falan şahsın  şu kadar 
çocukları var, çocuklarının adları şunlar şunlardı vs.” 
Yine kitaplar genellikle, “Daha fazla bilgi istiyorsan, falan veya filan 
kitabı da okuyabilirsin” derler. Bu da o kitabın onlardan da istifadeyle 
hazırlandığını gösterir. 
Kur’ân ise böyle değildir. O, okuyucusuna bir bilgiyi verir ve bunun yeni 
bir bilgi olduğunu söyler. Hatta, bu bilginin insan aklının ürünü 
olmadığından emin olman için araştırma yapmanı önerir. Meselâ, gayet 
ilginçtir ki, Kur’ân’ın indiği dönemde Mekke halkı Kur’ân’ı ve onun verdiği 
bazı bilgilerin yeni olduğuna, ne Muhammed’in ne de kavminin bilmediğine 
ilişkin meydan okuyucu iddiasını tekrar tekrar dinledikleri halde, çıkıp şunu 
diyememişlerdir: 
“Bunun neresi yeni? Biz bunu zaten biliyorduk!” Böyle diyemedikleri 
gibi, Kur’ân için makul bir beşerî kaynak da gösterememişlerdir. Çünkü, 
Kur’ân’ın verdiği bilgiler gerçekten yeni ve orijinaldi. İnsan aklının ürünü 
olamazdı. Geçmişi, geleceği ve şimdiki zamanıyla gaybları bilen Allah’tan 
geliyordu.” 
Prof. Dr. Miller Müslüman olduktan sonra bir çok makale kaleme aldı. 
Bunlardan birkaç tanesinin adı şöyledir: “Hıristiyanlığa Kısa Bir Reddiye”, 
“Kur’ân’ın Büyüklüğü”, “Hz. İsa’nın Tanrılığı  İddiasına Karşı Bazı 
Düşünceler”, “Müslüman’ın  İnanç Esasları”, “İncil ile Kur’ân Arasındaki 
Fark”, “Misyonerlik Hıristiyanlığı”. 
Prof. Dr. Miller, Kur’ân-ı Kerim’i “Büyük” olarak sadece 
Müslümanların nitelemediğini, onun büyüklüğünü gayr-ı müslimlerin bile 
itiraf ettiğini, hatta bazıları  İslâm’a azılı düşman olduğu halde böyle bir 
itiraftan kendilerini alamadığını belirtir. 
Ayrıca, Kur’ân’ın, öyle bazılarınca ileri sürüldüğü gibi çölde inen ve 
sadece çöl hayatından bahseden bir kitap olmadığını, bu iddiada 
bulunanların Kur’ân’ı okuduklarında onun konularının zenginlik ve 
renkliliği karşısında hayrete düştüklerini söyler. Mesela, Kur’ân’ın denizi, 
denizdeki fırtınaları ve denizde yolculuk yapanların ruh halini anlatan 
ayetlerini okuyan bir denizcinin, önce Hz. Muhammed’in denizci olduğunu 
zannettiğini, gerçeği öğrendiğinde ise, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’in sözü 
değil, Allah’ın kelamı olduğunu anlayarak Müslüman olduğunu anlatır. 


Yüklə 1,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   ...   73




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə