Doç. Dr. Abdulaziz Hatip
112
Yine Hz. Muhammed’ten yüz yıllar önce yaşamış Yunanlı filozof
Demokritos’un ortaya attığı ve ondan sonra da asırlarca kabul edilegelen
“atom” nazariyesine göre, alem görülemeyecek kadar küçük ve
parçalanamayan madde parçacıklarından, yani zerrelerden oluşmaktadır.
Araplar da bunu böyle biliyor ve kabul ediyorlardı. Zaten, Arapça’da
“zerre”, insanlarca bilinen en küçük cisim anlamına gelir. Oysa günümüzde
modern ilim artık keşfetmiştir ki, maddenin bu en küçük biriminin, ait
olduğu maddenin özelliklerini taşıyan atom da parçacıklara ayrılıyor ve
bölünebiliyor. Bu da geçtiğimiz asırda bulunmuş yeni bir gerçektir. Oysa
Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği bundan 14 asır önce kesin bir dille ifade etmiştir.
İlgili ayet şu mealdedir:
“Herhangi bir işte bulunsan, onun hakkında Kur’ân’dan herhangi bir şey
okusan, Sen ve ümmetinin fertleri her ne iş yapsanız, siz o işe dalıp
coştuğunuzda, mutlaka Biz her yaptığınızı görürüz. Yerde olsun, gökte
olsun, zerre ağırlığınca bir varlık bile Rabbinin ilminden kaçmaz. Ne bundan
küçük, ne bundan büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta
olmasın” (Yunus: 61).
Hiç şüphesiz konuya ilişkin böyle net bir ifade o dönem Araplarının
aşina oldukları bir şey değildi. Onlar, zerreyi mevcut varlıkların en küçüğü
olarak biliyorlardı. Bu da Kur’ân’ın, zamanların anlayış ve teorileriyle
sınırlanmayan hak bir kitap olduğunun delilidir.
Kur’ân-ı Kerim’in, insan sağlığı, gıda ve temizlikle ilgili tespit ve
öğütleri de zamanın eskitemediği, tersini ortaya koyamadığı, aksine
haklılığını kanıtladığı bir mu’cizelik yönüdür. Kur’ân’da vahyedilen bu
gerçekler, tüm zamanların tecrübeleri karşısında ayakta kalmayı
başarabilmiştir.
Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, Kur’ân, Yüce Allah’tan vahiy yoluyla
gelmiştir. Onda yer alan her bilgi İlâhî bir asla dayanmaktadır. O, henüz
yaratılmışlar yokken Allah’ın kelamıydı. Dolayısıyla onda, eklenebilecek,
atılabilecek veya düzeltilebilecek bir bilgi yoktur.
Prof. Dr. Miller’e göre, Kur’ân-ı Kerim bir beşer olan Hz. Muhammed’in
aklının ürünü olsaydı, o sıralarda aklından geçen, zihnini meşgul eden ve
hayatını etkileyen olay, şahıs ve duyguları yansıtması gerekirdi. Oysa, acı
tatlı pek çok olay yaşadığı, felaketler gibi mutluluklar da gördüğü halde,
bunlar Kur’ân’da yer almamaktadır. Mesela, sevgili eşi Hz. Hatice’nin
Hidâyet ve bazi ihtida sebepleri
113
vefatı, Hz. Fatıma hariç tüm çocuklarının vefatı gibi acı olaylara Kur’ân’da
hiç yer verilmemekte, hatta bunlardan hiç birinin adı bile geçmemektedir.
Kur’ân’ın eşsiz bir özelliği ve mu’cizelik yönü de, kendinden son derece
emin olması ve söyledikleri konusunda şüphesi olanların, verdiği bilgileri
araştırması ve özellikle o konuda gerçek ilim ehli olanlara sormasını
önermesidir. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun” (Enbiya: 7) âyeti bunun
ifadesidir.
Mesela, bundan birkaç sene önce Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde bazı
Müslümanlar, anne rahmindeki yavru ile ilgili tüm âyet-i kerimeleri toplayıp
Kur’ân’ı, biraz önce kaydettiğimiz âyetin tavsiyesine uyarak Kanada’nın
Toronto Üniversitesi ünlü hocalarından Kis Muir’e verdiler. Bu zat bu
sahanın en önemli mütehassıslarından olan ve pek çok eseri bulunan bir ilim
adamıdır. Onu Riyad’a davet edip araştırması için gerekli tüm şartları
hazırladılar ve bu âyetleri tamamen bilimsel bir açıdan değerlendirmesini
istediler. O, araştırmasının sonunda hayretler içinde kaldı ve o konuda
yazdığı bir kitabın ikinci baskısında önemli değişiklikler yaptı. Hatta bu zatla
kendisinin bir röportaj yaptığını, röportaj sırasında mikroskop altında
çekilmiş resimlerle bilgiler verdiğini, Kur’ân’ın bu teknik gelişme sonucu
erişilen bulgularla tamamen örtüştüğünü, sadece mikroskopla tespit
edilebilecek bu bilgilerin öyle bir canlının karnını yarmakla tespit
edilebilecek türden olmadığını, dolayısıyla bu son derece dakik ve isabetli
bilgilerin o çağdaki bir insanın ürünü olamayacağı ve vahiy kaynaklı olması
gerektiğini söylediğini belirtir. Hatta, Dr. Muir’in bu tespitlerinin
Kanada’daki gazetelere de manşet olduğunu, söz konusu manşetlerden
birinin, “Eski bir kitapta bulunmuş müthiş bir gerçek!” şeklinde atıldığını
ifade eder. Ona göre Kur’ân’da bunun gibi daha bir çok konu var. Her
birisini tek tek ele almak için uzun araştırmalara ihtiyaç vardır.
Yine Kur’ân, mensupları olan İslâm alimlerinin akıl ve kalbinde öylesine
bir etki ve iz bırakmış ki, pek çoğu ömürlerini ona adamış, eserlerini ondan
iktibaslarla süslemiş ve onun en ufak bir işaretini bile önemseyerek o
doğrultuda araştırma yapıp bilgi aramışlardır. Asırlar boyu bu kadar önemli
alimleri kendisiyle meşgul eden, hayatları uğrunda vakfettiren bir kitap,
beşer sözü olamaz.
Kur’ân-ı Kerim, kendisinin Allah’tan gelen bir vahiy olduğunu, buna
inanmayanların başka bir kaynak göstermesi gerektiğini vurgular. Bu büyük
Doç. Dr. Abdulaziz Hatip
114
bir meydan okumadır. Gerçekten de hiç kimsenin elinde Kur’ân’ın kaynağı
konusunda vahye alternatif olacak bir izah tarzı mevcut değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de öyle bilgiler var ki, o günün şartları göz önüne
getirildiğinde bunların Allah’tan başkasına nispeti mümkün değildir. Bu
gerçeği kabul etmeyen bir kimse, başka bir insanın bunları Hz. Muhammed
için sağladığını, onun da insanları –haşa- kandırmak için Allah’a nispet
ettiğini ileri sürecektir. O zaman da, Hz. Muhammed’in bu inkarı mümkün
olmayan içtenlik, samimiyet ve kendine güveni nasıl izah edilecektir?
Gerçekten Kur’ân’a duyduğu sonsuz güven ve Kur’ân gibi bir kitabı, hatta
çok az bir kısmını bile hiç kimsenin ortaya koyamayacağı şeklindeki meydan
okuması, öyle bir iddiayı çürütür. Demek ki, o Kur’ân’ın vahiy yoluyla
kendisine geldiğinden zerre kadar şüphe etmemektedir.
Prof. Dr. Gary Miller’in, şu tespiti de oldukça çarpıcıdır:
“Yeni Katolik Ansiklopedisinde bu konuda ilginç bir tespit vardır.
Kur’ân’la ilgili bir maddede aynen şöyle demektedir: ‘Geçmiş yüz yıllar
boyunca Kur’ân’ın kaynağıyla ilgili pek çok teoriler ileri sürüldü. Bugün
bunlardan hiç birini kabul edebilecek aklı başında bir insan bulunamaz.’
Görüldüğü gibi Katolik Kilisesi bile Kur’ân-ı Kerim’in gerçek kaynağını
çürütmeye çalışan tutumları inkar etmeye mecbur kalmıştır. Şüphesiz,
Kur’ân’ın kaynağı Katolik Kilisesi için de bir problem olarak ortada
durmaktadır. Çünkü Kur’ân, kendisinin Allah’tan vahiy yoluyla geldiğini
açıkça belirtmektedir. Kilise’nin dediği, bu güne kadar ileri sürülen
kaynakların doğru ve tutarlı olmadığıdır. Yoksa Kur’ân’ın Allah kelamı
olduğunu kabul etmiş değiller. Bunun için araştırıyorlar ve vahiy olmadığını
kanıtlayacak bir delil bulmaya canla başla çalışıyorlar. Fakat başaramıyorlar.
Makul bir izah getiremiyorlar. Fakat en azından araştırmalarında haysiyetli
davranmaya çalışıyorlar ve kuvvetli bir delile dayanmayan öylesine bir izahı
kabul etmiyorlar. Kilisenin açıkça belirttiği husus, on dört asırdır Kur’ân’ın
kaynağı konusunda makul bir izahın yapılamadığıdır. Böylece en azından
Kur’ân-ı Kerim’in, öyle kolayca inkar edilebilecek bir kitap olmadığını itiraf
etmiş oluyorlar.” (Ricâl ve Nisâ Eslemû: s. 63-93).
Dostları ilə paylaş: |