TAC MAHAL
363
Sikh’ler — bir yanda aşırı erkeksi bir hoyratlık, öte yanda sulugöz bir duy
gusallık içeren— çelişken karakterleriyle Asya havasını iyi belirtmekte.
Hint unsurlarının, üstün gelen Asya etkisi altında ne kadar sönük kaldığı
mimarîde görülmektedir. Görüntüsü ve pisliği bir yana, Benares’in
tapınakları bile küçük, etkileyici değil. Yıkıp yok eden Şiva ile kana
susamış, insan kanını donduran Kali, ön planda sanki. Şişko, fil kafalı
Ganeşa’ya gidip şans dilemeyen yok gibi. Öte yandan İslâm, çok daha
üstün, çok daha ileri, çok daha ruhanî. Camiler tertemiz, güzel ayrıca her
bakımdan Asya özelliklerini taşıyor, zihinden çok, duygu hâkim. Duaları
rahman Tanrıya yanık bir çığırış. Tanrıya duyulan bir istek; bir özlem,
dahası, bir doymazlık duygusu; aşktan öte bir şey bu. Aşk yok mu, var
elbette bu yaşlı Moğollarda, hem de güzellik karşısında aşkların en
şiirseli, en nefisi. Zorba ve acımasız bir dünyada, taşta billûrlaşan bir cen
net düşü, işte Tac Mahal. Bu ulu çiçeğe, bu değer biçilmez mücevhere
hayranlığım sonsuz. Şah Cihan’ın dehasını ortaya çıkaran, kendini ger
çekleştirmede onu bir araç gibi kullanan o aşka da hayranım.
Gözden yazık ki pek gizlenen pek kıskançça saklanan İslâm
Eros’undaki güzelliğin nerdeyse bir mucize gibi görünür olduğu tek
yerdir burası. Zalim ve onulmaz bir kaybın yol açtığı büyük bir âşığın
kalbinden koparak çıkan Şiraz’ın gül bahçeleri ve Arap saraylarının ses
siz avlularının ince sırrı bu. Moğollann camileri ve mezarları temiz, huşu
uyandırıcı, «divanları» (meclisleri) kusursuz güzellikte ya, Tac Mahal’in
hali başka. Tac Mahal bir vahiy sanki; Hint ile hiç ilgisi yok. Sanki başka
bir yerde pek yetişmeyen ancak verimli Hint toprağında büyüyüp açan bir
bitki. En saf haliyle aşk tanrısının ta kendisi; esrarlı, simgesel denebilecek
bir yanı yok. İnsan varlığı için duyulan insan aşkının en yüce ifadesi.
Kuzey Hindistan’ın bu ovalarında, Moğollar çağından hemen hemen
iki bin yıl önce, Hint ruhu en olgun meyvesini vermişti, hayatının özünü,
Mükemmel Buda’yı. Agra’ya ve Delhi’ye yakın bir yerde ünlü Stupa’sı
ile Sacki tepesi diye bir tepe var. Soğuğun kamçıladığı bir sabah oraya
gitmiştik. Göz kamaştırıcı bir aydınlık ve olağanüstü parlak bir hava her
bir ayrıntıyı ortaya çıkarıyordu. Orada, kayalıklı bir tepenin üstünde, u
zakta, aşağıda Hint ovalarına bakan, yan yarıya toprağa gömülmüş, büyük
bir duvarcılık eseri koca bir küre var. Maha Parinibbano-Sulta’ya göre
364
ANALİTİK PSİKOLOJİ
Buda’nın kendi, nasıl gömüleceğini anlatmış; iki pirinç kâsesi almış, biri
ni ötekine kapak yapmış, görünürdeki Stupa, üstteki kapak yalnızca; alt
taki, toprağa gömülü olan nasıl bir şey acaba. Ta eski çağlardan bu yana,
mükemmelliğin simgesi yuvarlaklık, bir Tathagata için hem uygun, hem
de anlamlı bir anıt: Alabildiğine basit, şatafatsız, apaçık. Buda’nın
öğretisindeki basitlik, açıklık ve aydınlık ile tam uyum içinde. Ulu
yalnızlığında dile getirilmesi imkânsız huşu verici bir şey var; Hint ırkının
en büyük dâhisi, ulu gerçeğine tarih içinde ifade verdiği o ana tanık olu
yor sanki. Mimarisi, sessizliği ve kalbin bütün kargaşasından ötede
varolan sükûneti ile, insan coşkularını unutmuş haliyle bu yer gerçekten
ve biitün bütüne Hint nitelikleri taşımakta; İslâm’ın sırrı nasıl Tac
M ahal’de ise, Hindistan’ın «sırrı»da burda. İslâm kültürünün güzel
kokusu nasıl hâlâ burcu burcu kokuyorsa, Buda da, yüzeyde unutulmuş
gibi görünmesine rağmen, çağdaş Hinduizmin gene o gizli hayat soluğu.
SIGMUND FREUD
TARİH SAHNESİNDE
ÎB^İR kimseye sağlığında tarihsel görünüm açısından bakmak hem
çetin, hem de tehlikeli bir iş. Ne var ki, Freud’unki gibi, yaşam yapıtı ile
düşünce düzeninin içine kapanık bir bütün oluşturduğu kimseler söz
konusu oldu mu, bu kimselerin anlamını belirtebilir, tarihin onları ne
çapta şartlandırdığını ölçebiliriz. Temel ilkeleri günümüzdeki her kültür
lü kişice bilinen öğretisi, ne denli dal budak salmış olursa olsun, sonsuza
uzanmamakta, kaynaklan bilimin başka alanlarına kadar uzanan yabancı
öğeler içermemektedir; bu bütün, birkaç saydam ilke üstüne dayanmak
tadır. Bu saydam ilkeler, başka ne varsa bir yana iterek, düşüncesinin
bütün özüne egemen olmakta ve içine süzülmektedir. Bu öğretiyi ortaya
atan, öğretisini «psikanaliz» yöntemiyle özdeşleştirmiş, böylece, onu
haklı olarak saltçılıkla nitelendirebileceğimiz katı bir düzen içine
sokmuştur. Öte yandan, bu kurama verilen olağanüstü önem, bunun
felsefe ve bilim zemini üzerinde tuhaf ve eşi olmayan bir olgu gibi
belirmesine neden olmaktadır. Bu kuram, başka çağdaş bir kavramla
kaynaşarak bir bütün oluşturmadığı gibi, yaratıcısı da, bilinçli bir biçimde,
bu kuramla, tarihte kendinden önce gelenler arasında bir bağ kurmak için
herhangi bilinçli bir çaba göstermemiştir. Yaratmış olduğu bu kendi-
başınalık izlenimini daha belirgin kılan bir nokta da, zaman zaman öznel
bir karışık dile dönüşen tuhaf deyimler kullanmasıdır. Görünüşe bakılırsa
— Freud’un kendi de aslında bunun böyle olmasını isterdi ya— sanki bu
kuram yalnızca doktor muayenehanesinde gelişmiş ve kendisinden başka
kimsece benimsenmemiş ve «akademik» bilimin süreduran bir iç acısı
olmuştur. Oysa dünyadaki en kendine özgü ve en tek başına varolan
düşünce dahi, durup dururken gökten düşmez, bütün çağdaş kişileri,