EROS KURAMI
111
Bilge Diotima’nın, Sokrates’e dediği gibi: «Eros güçlü bir şeytan
dır». Onu, hiçbir zaman altedemezsiniz, etseniz dahi, kendi zararınıza
olur. Temel unsurlardan biri olmasına rağmen, iç dünyamız bundan ibaret
değildir. Böylece, Freud’un nevrozun cinsellik kuramı gerçek olaylar
üzerine kurulu bir ilkeye dayanmakta. Ancak tekyanlı ve biricik gerçek
olma yanılgısına düşüyor; aynı zamanda, sınır tanımayan Eros’a da kaba
cinsellik deyimleri yamama ihtiyatsızlığında bulunuyor. Bu bakımdan
Freud, bütün umudu dünya bilmecesini test tüpü içinde çözmek olan,
maddeci çağın tipik temsilcisidir. Freud’un kendi de, yıllar geçtikçe,
kuramındaki dengesizliğini kabul etmiş, libido diye adlandırdığı Eros’un
karşısına, yok edici içgüdüyü, yani ölüm içgüdüsünü koymuştur.
Ölümünden sonra yayımlanan bir yazısında şöyle demektedir: «Uzun
düşünüp taşınmalardan sonra, sadece iki temel içgüdünün varlığını kabul
etmeye karar verdik: bunlar Eros ile yokedici ölüm içgüdüsüdür. Bu
temel içgüdülerin ilkinin amacı gittikçe büyüyen birimler kurmak ve
onları korumak, kısacası bir arada tutmak; İkincisinin amacı ise tersine, bu
bağları bozmak ve her şeyi yok etmek. Bu nedenle buna ölüm içgüdüsü
dedik».
Bu kavramın kuşku götüren başka yanlarının daha derinine inmek
ten kaçınıyorum. Apaçık bir şey var, herhangi başka bir süreç gibi,
yaşamın da bir başlangıcı, bir de sonu var; bu başlangıç ise, aynı zaman
da sonun bir başlangıcı. Freud, her halde şunu demek istiyor: her süreç bir
enerji olayıdır, enerji ise ancak karşıtların geriliminden doğar.
ÖTEKİ GÖRÜŞ AÇISI
İKTİDAR İSTENCİ
^ İMDİ YE kadar söz konusu yeni psikoloji sorununu genelde
Freud’çu açıdan ele aldık. Alabildiğine gerçek bir hakikati önümüze
serdiği kesin; içimizdeki bir şey bunu kabul etse de, gururumuz ve uygar
laşan bilincimiz kabul etmeyebilir. Bu gerçek çoğu kimseyi sinirlendiri
yor, düşm anca davranmalarına, hatta korkmalarına neden oluyor;
dolayısıyla da bir çatışmanın varlığını kabule yanaşmıyorlar. İnsanın,
sadece ufak tefek zayıf yanlarından ve kusurlarından ibaret olmayan,
kesinlikle şeytanî bir dinamizme sahip, gölge-yanı’nın olması korkunç bir
düşünce doğrusu. İnsan, birey olarak, bunun farkında değildir pek;
koşullar ne olursa olsun, kendi kendini aşması inanılır gibi görünmez ona.
Gelgelelim, bütün bu zararsız yaratıklar, bir araya gelip de bir yığın
oluşturmaya görsünler, kudurmuş bir canavar karşısında buluruz
kendimizi; her birey, bu canavarın bedeninde minik bir hücreden başka
bir şey değildir; istese de istemese de, kanlı saldırılarına onunla birlikte
gitmekten, hatta elinden geldiğince ona yardım etmekten kaçınmaz.
Çevresini bu uğursuz olasılıkların yarattığı kuşkuların sardığı insan,
doğasının gölge-yanı’nı görmezlikten gelmektedir. Gene de, alabildiğine
gerçek, o yararlı ilk günah inancıyla körü körüne mücadele etmektedir.
Acı duyarak bilincine varmış bulunduğu çatışmayı kabul etmekte bile
tereddüt etmekte. Yaşamın güçlüklerle dolu yanı üzerinde ısrar eden bir
psikoloji akımı — şu veya bu konuda önyargılı olsa da, abartılı davransa
da— ürkütücü demeyelim ama en azından hoş karşılanmaz; bizi sorunun
dipsiz uçurumuna bakmaya zorlar da ondan. Bu olumsuz yanımız
III
İKTİDAR İSTENCİ
113
olmadan bütünleşemeyeceğimizi, tıpkı öteki cisimler gibi, bizim de,
gölgede kalan bir yanı olan bu bedeni yadsıyacak olursak, üç boyutlu
olmaktan çıkıp, dümdüz, tatsız tuzsuz bir duruma geleceğimizi bize duyu
ran bir güç olmalı. Ne var ki, bu beden, hayvan ruhlu bir hayvandır,
içgüdüye kayıtsız şartsız boyun eğen bir organizmadır. Kişinin gölge-yanı
ile özdeşleşmesi, içgüdüyü, arkaplanda, sinmiş duran o korkunç dinamiz
mi kabul etmek demektir. Hıristiyanlığın sofu ahlâkı bizi bundan kurtar
mak istemektedir, ancak bunu, insanın hayvan doğasını derinden altüst
etmesi pahasına gerçekleştirmektedir.
Bunun ne demek olduğunun, içgüdüye «evet» demenin ne demek
olduğunun farkına varan var mı acaba? Nietzsche’nin arzusu buydu,
buydu öğretmek istediği, bu arzusunda da alabildiğine ciddiydi. Ender
rastlanan bir tutku ile, bütün yaşamını, üstüninsan fikrine adamıştı, yani
içgüdüye boyun eğerek kendini aşan insan fikrine. Ne biçim bir seyir
izleyecekti bu tür bir yaşam tarzı? Zerdüşt'ün kehanette bulunduğu gibi
oldu sonunda, önseziyle algıladığı ip cambazının ölümle sonuçlanan âki-
betinde olduğu gibi, «aşılmaması» gereken adam, ölmekte olan ip cam
bazına: «Ruhun bedeninden önce ölecek» demekte idi. Daha ilerde cüce,
Zerdüşt’e: «Ey Zerdüşt, bilgelik taşı! Kendini yükseklere atıyorsun ya,
atılan her taş er geç yere düşer!» diyecekti. «Sen ey kendine mahkûm kişi,
kendi taşını kendin atmaya mahkûm kişi, sen ey Zerdüşt, gerçekten yük
seklere atıyorsun ya taşı — tepene düşecek sonunda.» Kendi için «Ecce
Homo» diye bağırdığında, çok geç kalmıştı, tıpkı bir kez daha, bu söz
telâffuz edildiğinde, geç kalmış olduğu gibi, ruh, beden ölmeden önce
çarmıha gerilmeye başlamıştı bile.
Böylesine olumlu bir tutumu vazeden birinin yaşamına, iyiden iyiye
eleştirel bir yaklaşımla bakıp, böyle buyuran kişinin sözlerinin kendi
yaşamı üzerindeki etkilerini inceleyelim. Bu açıdan bakıp yaşamım ince
den inceye tetkik ettiğimizde, içinde bulunduğu gerilim aklını
patlatıncaya kadar Nietzsche’nin içgüdüsü ötesinde kahramanların ulu
yüksekliklerinde yaşadığını en titiz bir sağlık rejiminin, titizlikle seçilmiş
iklim şartlan altında bir sürü uyku ilacının yardımıyla yaşadığını kabul
etmek zorundayız. Olumludan söz ederken, olumsuzu yaşıyordu. İnsana,
insan denen hayvana karşı duyduğu nefret çok büyüktü. Her şeye rağmen,