108
ANALİTİK PSİKOLOJİ
çocukluk çağına kadar uzanan bir istektir. Nevrotik insan, anlamını
açıklayamadığı, keyfi sınırlamalarla bağdaşmayan bir çocuk psişesine
sahiptir; bu ahlâkı benimsemeye çabalamakta, ama kendi içinde bölün
mektedir: bir yanı, sorunu ortadan kaldırmaya, öteki yanı, özgürlüğe
kavuşma peşindedir — sürüp giden bu çatışmanın adı nevrozdur. Söz
konusu çatışma, her açıdan bilinç düzeyine çıkmış olaydı, pek muhteme
len hiçbir zaman nevrotik arazlar doğurmazdı: bu arazlar, yaradılışımızın
öteki yanını göremediğimizde ve sorunların neden ısrarlı olduğunu
anlayamadığımızda ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu koşullar altında
belirmektedir, böylece psişenin tanınmayan yanını dile getirmektedir.
Böylece, araz, Freud’a göre bilinç düzeyine çıktığında, ahlâksal
inançlarımızla şiddetli bir çatışmaya giren, benimsenmeyen isteklerin
gerçekleştirilmesinde ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü gibi, psişenin gölge
yanındaki sorun, bilincin gözlemi dışında kaldığından, hasta tarafından
çözümlenememektedir. Hasta onu düzeltememekte, onunla anlaşama-
makta, öte yandan onu görmezlikten de gelememektedir; çünkü, gerçek
te, bilinçdışı içtepilerine «hâkim olamamaktadır». Bilinçli zihin
hiyerarşisi dışına atılan bu içtepiler özerk kompleksler haline
dönüşmüştür; analiz büyük direnmelerle karşılaşması pahasına bunları
yeniden denetim altına alacaktır. Gölge yanlarının bulunmaması ile övü
nen hastalar vardır: bize içlerinde her hangi bir çatışma bulunmadığına
dair teminat verirler, ne var ki, kaynağı belirsiz başka şeylerin, histerik
davranışlar, kendi kendilerine ve komşularına oynadıkları gizli oyunlar,
sinirden doğan mide krampları, vücudun orasında burasında beliren
sancılar, durup dururken sinirlenmeler ve daha bir sürü sinir arazlarının
yollarını tıkamakta olduklarının farkında değillerdir. Freud psikanalizi-
çok şükür-bastırılmış olan içgüdülerin dizginlerini koyvererek büyük
kötülük etmekle suçlanmıştır. Bu korku, ahlâksal ilkelerimizin etkinliği
konusunda ne kadar güvensiz durumda olduğumuzu göstermiştir. Halka
göre, sefahata
düşmemelerinin nedeni kilisede vazedilen ahlâktır.
Aslında, her hangi bir ahlâk ilkesinden çok daha gerçek olan ve ikna edici
sınırlar koyan şey zorunluluktur. Psikanalizin, hayvansal içgüdeleri bi
lince çıkardığı doğrudur, ancak, birçok kimsenin inanmak isteyeceği gibi,
bu içgüdülere sınırsız serbestlik tanımaktan çok, onları amaçlı bir bütün
EROS KURAMI
109
içinde toplamaya çalışmaktadır. Bir insanın kişiliğinin, tümüne egemen
olması her halükârda bir avantajdır, yoksa, bastırılmış unsurlar durup
dururken başka bir yerde belirebilirler. İnsanlar, yapılarının gölge-yanını
görebilecek şekilde eğitilmiş olaydılar, hemcinslerini daha iyi anlayıp
sevmeleri mümkün olurdu belki. Biraz daha az ikiyüzlülük, kişinin ken
disini biraz daha iyi tanıması, komşumuz için iyi olurdu; çünkü,
kendimize uyguladığımız haksızlık ve şiddeti başkalarına aktarmaya hepi
miz hazınzdır.
Freud’un duyguları bastırma kuramı, dünyada, sadece sanki
içgüdüsel ahlâkdışı yanlannı bastıran, üstün ahlâklı kimseler varmış gibi
davranıyor. İçgüdüsel içtepilerinin dizginlerini tamamiyle serbest koy ver
miş bir halde yaşayan ahlâkdışı kimsenin, bu kurama göre, nevroza karşı
bağışıklı olması gerekir. Deneyimlerin gösterdiğine göre, gerçek böyle
değil oysa. Bu adam da, tıpkı diğer adamlar gibi pekâlâ nevrotik olabilir.
Onu analiz ettiğimizde, ondaki bastırılan şeyin ahlâk olduğunu görüyoruz.
Nevrotik ahlâkdışı kişi Nietzsche’nin çarpıcı deyimi ile, hareketlerinin
düşünceleriyle uyum içinde olmadığı «solgun suçlu» gibidir.
Bastırılmış edeplilik kalıntılarının, bu durumda insanın içgüdüsel
yapısı üzerinde gereksiz bir kontrol uygulayan, çocukluk çağından
geleneksel olarak arta kalmış şeyler olduğu için, kökten sökülüp atılması
gerektiği görüşüne katılmak mümkün. Ancak, ecrasez l’infâme (boş inanç
ile horgörü) ilkesi sınırsız bir sefihlik kuramına varır ki, bu, doğal olarak,
alabildiğine saçma ve fantastik olur. Freud ekolünün de unutmaması
gereken bir şey, ahlâkın, Sina Dağı’ndan insanlara kabul ettirilmek üzere
taş yazıtlar ile indirilmediği, insanlık kadar eski, insan ruhunun bir işlevi
olduğu. Ahlâk, insana dışardan zorla kabul ettirilen bir şey değildir; ilk
günümüzden beri içimizde vardır — insan toplumunun ortak yaşamının,
onsuz varlığını sürdüremeyeceği şey de, M usa’nın yasası değil, ahlaksal
yapımızdır. Toplumun bütün düzeylerinde ahlâkla karşılaşmamız bun
dandır. Aynı zamanda, sürünün ortak yaşamını da yöneten, hareketleri
içgüdüsel olarak ayarlayan yoğun bir insan topluluğunda geçerlidir. Öteye
geçildi mi, yürürlüklerini yitirirler. Ötede egemen olan eski gerçek Homo
homini lupus’dur (insan insan için kurttur). Uygarlık geliştikçe, giderek,
daha geniş insan topluluklarını aynı ahlâk düzeninin kurallarına tâbi
110
ANALİTİK PSİKOLOJİ
kılmayı başarmış bulunuyoruz; ancak sosyal sınırlar ötesinde, yani bir
birinden bağımsız insan toplulukları arasındaki boşlukta, bu ahlâk düzeni
ni gerçekleştiremedik. Söz konusu boşlukta, eskiden de olduğu gibi,
kanunsuzluk ve başıboşluk hüküm sürmektedir — ancak bunu, açıktan
açığa söylemeye ancak bir düşman cüret eder.
Freud ekolü, nevrozda, cinselliğin temel öneminden, dahası sadece
cinselliğin öneminden o kadar emin ki, bundan mantıksal bir sonuç
çıkararak günümüzdeki cinsel ahlâka yiğitçe saldırmıştır. Bunun yararlı
ve gerekli olduğuna kuşku yok, çünkü bu alanda durumun son derece
çapraşık olması yüzünden, eskiden olduğu gibi bugün de pek billurlaşma
mış fikirler mevcut. Nasıl Orta Çağda her bir vakaya uyacak belirgin bir
mâli ahlâk yasası olmadığı, sırf bir yığın ahlâkı olduğu için, mâliye
horgörülüyor idiyse, bugün de sadece bir yığın cinsel ahlâkı söz konusu.
Yasadışı çocuk sahibi olan bir kız, kınanmakta, onun edepli, efendi bir
insan olup olmadığını kimse düşünmemektedir. Yasaca onaylanmayan
her türlü aşk, ister doğrudürüst kimseler, ister cibilliyetsizler arasında
olsun, ahlakdışı görülmektedir. Olan biten şey bizi öyle şaşkına çevirmiş
durumda ki, olayın nasıl vukuu bulduğu ve kimin başına geldiğini hâlâ
unutuyoruz. Orta Çağda da mâliye denince vahşice arzulanan, parıl parıl
parlayan altın anlaşılırdı, altınsa şeytanın ta kendi idi.
Gene de, işler göründüğü kadar basit değildir. Eros sorunu, gelecek
teki kurallar ne olursa olsun, çözümlenmiş bir sorun değildir, öyle olarak
da kalacaktır. İnsanın bir yanı, hayvansı bedeni olduğu sürece varolacak
ilksel hayvansı yaradılışına aittir, öte yandan, ruhun en yüce hali ile
ilişkilidir. Ancak ruhu ile içgüdüsü doğru uyum içindeyken, gelişip ser
pilir. Herhangi birinden yoksunsa, sonuç hastalığa yol açar, ya da kolay
ca maraziliğe dönecek bir tekyanlılık olur. İnsanda, aşırı kaçan hay
vansallık, uygar kişiyi hasta eder, aşırı uygarlıksa, hasta hayvanlar
yetiştirir. Bu ikilem, Eros’un insanın ne kadar güvensiz bir ortamda
olduğunu göstermektedir. Çünkü, eninde sonunda, Eros, insanüstü bir
güçtür, doğanın kendi gibi, dizginlenmeye ve sanki güçsüzmüş gibi
sömürülmeye açıktır. Ne var ki, doğaya karşı zafer kişiye pahalıya mal
olur. Doğanın, ilke açıklamasına ihtiyacı yoktur, bütün istediği, hoşgörü
ve bilgece ölçülülüktür.
Dostları ilə paylaş: |