132
ANALİTİK PSİKOLOJİ
Bir keresinde, Amerika’da, bu anlatılanlara iyi örnek oluşturacak bir
vaka ile karşılaştım, kırk beş yaşlarında bir işadamı çıkageldi günün
birinde. Kendi kendini yetiştirmiş, çekirdekten başlayıp yüksek mevkilere
çıkmış tipik bir işadamıydı. Çok başarılı olmuş, büyük bir şirket
kurmuştu. Kendi kendini emekliye ayırmadan önce, şirkete yeni bir
çekidüzen vermek istemişti. Bana gelmeden iki yıl önce şirketten ayrılmış
bulunuyordu. O ana kadar, başarılı Amerikan işadamlarına özgü tek
yanlılıkla, inanılmaz derecede yoğun bir çalışma ile bütün çabasını şirkete
hasretmişti. Üzerinde «yaşamayı» düşündüğü görkemli bir mülk satın
almış bulunuyordu. Mülkten anladığı atlar arabalar, golf, tenis kortları,
partiler, daha neler neler idi. Ama bu arada, malsahibini hesaba kat
mamıştı. Tasarrufunda bulunması gereken enerji, bu çekici planlara
boyun eğmek istemiyor, başını almış, bambaşka bir yöne doğru gidiyor
du. Ne zamandır özlem duyduğu mutluluk yaşamına başladığından bir
kaç hafta sonra, bedeninde garip, ne olduğu belirsiz birtakım duyular
üzerinde kara kara düşünmeye başlamıştı, birkaç hafta daha sonra da
hastalık hastası olmuştu. Tam bir sinir krizi içindeydi. Görülmedik güçte,
enerji dolu, sapasağlam biri iken, huysuz bir çocuk olup çıkmıştı.
Görkeminin sonu buydu. Bir endişeden kurtulup bir başka endişenin
kucağına düşüyordu, neyi olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Ünlü uzman
bir hekime başvurmuş, doktor ona işsizlikten başka bir derdi olmadığını
söylemişti. Hasta bunu mantıklı bulmuş, eski işine dönmüştü. Ama bu
onun için büyük bir düşkırıklığı olmuştu. Ne sabır, ne sebat işe
yaramıyordu. Enerjisi işine zorla kanalize edilemiyordu. Durumu gittikçe
kötüye gidiyordu. Eskiden sahip olduğu o hayat ve yaratma enerjisi, yıkıcı
bir güçle, gerisingeri üstüne çullanmaya başlamıştı. Yaratıcı dehası sanki
kendine karşı baş kaldırmıştı, kendisinin dünyada büyük örgütler kurduğu
gibi, şeytanı da aynı şekilde, onu ezip tamamiyle yok edecek olan, ince
sistemler örüyordu. Onu gördüğümde tamamiyle yıkılmış bir durum
daydı. Kendisine bu denli devasa bir enerjinin içinden çekilebileceğini,
ama sorunun, bu enerjinin nereye kanalize edilmesi gerektiği sorunu
olduğunu anlattım. Kendisine, her ne kadar, bütün yaşamını ciddi işe
adamış bir kimsenin, kendince eğlenmeye hakkı varsa da, atların en
güzeli, arabaların en hızlısı ve partilerin en görkemlisi, bu enerjiyi pek
DAVRANIŞ TİPİ SORUNU
133
muhtemelen kendine çekemeyecekti. Felek, insan aklıyla hareket etseydi,
ilkin çalışma, sonra da hak edilmiş bir dinlenme, mantıklı olurdu. Ama
feleğin davranışına akıl ermez, yaşam enerjisi ise münasebetsizce kendine
uygun bir akış yolu ister. Yoksa tıkanır kalır, yıkıcı olur. Eski durumuna
döner. Bizim vakamızda ise yirmi beş yıl önce yakalandığı bir frengi söz
konusuydu. Aslında bu bile, kaybolup gitmiş olan, çocukluk anılarının
canlandırılması yolunda aşamalardan biri idi ancak. Arazlarının seyrini
planlayan, annesi ile olan ilk ilişkisi idi: bütün bu arazlar, amacı çoktan
ölmüş olan annesinin dikkatini ve ilgisini çekmek olan bir «düzen»den
ibaretti. Varılan bu aşama, sonuncu aşama da değildi, çünkü son amaç,
sanki onu kendi bedenine gerisingeri çekmekti, çünkü gençliğinden beri
kafasının içinde yaşamıştı. Varlığının bir yanını ayrıştırmış»; öteki yanı
âtıl durumda kalmıştı. «Yaşamak» için öteki yanma ihtiyacı vardı.
Hastalık hastası «depresyonu», onu gerisingeri, hep ihmal etmiş olduğu
bedenine doğru itmişti. Depresyonunun ve marazi muhayyilesinin işaret
ettiği yönü izleyebilseydi, böyle bir durumun doğuracağı fantezilerin
yarısının bilincinde olmuş olaydı, kurtuluş yoluna girmiş olurdu.
Sözlerimin yakışıksız kaçacağını biliyorum. Bu kadar ilerlemiş bir vaka,
ancak kişi ölünceye dek itina ile izlenebilir, tedavisi olanaksızdır.
Bu örnekten anladığımıza göre, «tasarrufumuzda» bulunan enerjiyi,
dilediğimiz gibi, rasyonel yolla seçilen bir objeye aktarmamız iktidarımız
dahilinde değil. İndirgeyici analizin aşındırıcı niteliğiyle, kullanmamaya-
cak biçimlerini yok ettiğimizde, serbest kalan, sözde kullanılmaya hazır
enerji için de genelde aynı şey söz konusu. Söylemiş olduğumuz gibi, bu
enerji kişinin isteğine bağlı olarak ancak kısa bir süre uygulanabilir. Ama
çoğu kez, kendisine rasyonel olarak sunulan olanakları uzun süre elinde
tutmak istemez. Psişik enerji, kendi koşullarının gerçekleştirilmesi
üzerinde ısrar eden alabildiğine müşkülpesent bir şeydir. Enerjinin miktan
ne olursa olsun, doğru yere kanalize edilemediği sürece bir işe yaramaz.
Gittikçe açık olarak gördüğüm bir şey, yaşamın ancak doğru kanal
da ileri doğru akabileceği. Karşıtların gerilimi olmadığı takdirde, enerji de
olmaz; dolayısıyla, bilinçli zihnin tutumuna karşıt olan şey nedir, onu
keşfetmemiz gerek. Karşıtların birbirini telâfisinin, nevroz hakkındaki
eski kuramlarda da rol oynadığını görmek ilginç: Freud’un kuramı Eros’a,
134
ANALİTİK PSİKOLOJİ
Adler’inki iktidar istencine takılıp kalmıştı. Mantıken, aşkın karşıtı nefret
Eros’unki ise Phobos (korku)dur, ama psikolojik olarak, iktidar istencidir.
Aşkın egemen olduğu yerde iktidar istenci yoktur; iktidar istencinin üstün
geldiği yerdeyse aşk yok demektir. Biri, ötekinin gölgesidir: Eros görüş
açısını benimseyen, telâfi edici karşıtını iktidar istencinde bulur, iktidarı
vurgulayan kişi ise, bunu Eros’da bulur. Bilinçli davranışın tek yanlı
açısından bakıldığında, Gölge, kişiliğin aşağılardaki bir bölümüdür,
dolayısıyla da, yoğun bir direnme ile bastırılmış durumdadır. Ancak
karşıtların gerilimini meydana getirmek için, bastırılmış içeriğin bilinç
düzeyine çıkarılması gerekir, yoksa ileri doğru hareket düşünülemez.
Bilinçli zihin üstte, Gölge alttadır: yüksekte olan daima aşağıyı, sıcak ise
soğuğu nasıl ararsa, bilinç de, belki de haberi olmadan, bilinçdışındaki
karşıtını arar, onsuz âtıllaşır, tıkanır, katılaşır. Yaşam ancak kanıtların
kıvılcımından doğar.
Bir yandan entelektüel düşünüşün, öte yandan da psikolojik
önyargının hakkını vermek için, Freud, Eros’un karşıtı olarak, yok edici
«ölüm içgüdüsü» dediği unsuru koymak zorunda kalmıştı. Bir kere Eros,
yaşamın eşdeğeri değildir; ama öyle olduğunu sananlar için, Eros’un
karşıtı ister istemez ölüm olması gerekir. Sonra, kendimizin en yüksek
ilkesinin karşıtının katıksız bir biçimde yıkıcı, öldürücü ve kötü olduğunu
düşünürüz. Ona her hangi bir olumlu yaşam gücü atfetmekten çekiniriz,
ondan kaçınırız, korkarız.
Belirtmiş olduğum gibi, hem yaşam, hem de felsefeye ilişkin, birçok
yüksek ilke vardır; dolayısıyla da, karşıt bir o kadar çeşitli telâfi biçimi
olacaktır. Daha önce ikisini belirlemiştim: içedönüklük ile dışadönüklük
demiştim. Bunlar bana iki ana karşıt tip gibi gelmişti. William James,
düşünürlerde bu iki tipin varlığına dikkat çekmişti. Birine «yumuşak
başlı» diğerine «dik kafalı» demişti. Aynı şekilde, Ostwald da, bilim
adamları arasında «klasik» ve «romantik» diye benzer bir ayırım
yapmıştı. Birçok diğer tip arasında yalnızca bu ikisinden söz eden sadece
ben değilim. Tarihe bakışım büyük manevi çatışmaların çoğunun, iki tipin
karşıtlığı üzerine dayandığını göstermiştir. Bu tür örnekler arasında en
çarpıcısı, nominalizm ile realizm arasındaki karşıtlıktır. Platon ile Megara
ekolü arasında başlayan bu ayrılık, skolastik felsefenin mirası olmuş
Dostları ilə paylaş: |