210
İnsan ve Toplum
mızda, felsefenin çoğulculuğu içeren evrenselliği ve akıl ideali, tüm bu farklı kimlikleri
dünya yurttaşlığı paydasında birleştirebilir.” (s.185) Nitekim bu kısımda
bir temenni
olarak yer alan mevcut satırların sonrasında, yazar, bu felsefenin adresi olarak Jürgen
Habermas’ın tespitlerine benzer bir biçimde Aydınlanma ideallerine göndermede
bulunmakta, ancak, bu düşünceyi fazlaca tartışmadan kitabı sonlandırmaktadır. Bu
noktada felsefenin ne olduğu ile ilgili sorular akla gelmekte ve açıklanmayı beklemek-
tedir. Bu felsefe için bir adres gösterildiğine göre, içi dolu bir bagajdan bahsettiğimiz
anlamına gelmektedir. Bu paralelde, farklı felsefe türlerine bu bagajda ne kadar yer
olduğunun sınırını kim çizecek? Örneğin, İslam, Hint felsefeleri, bu resimde ne türden
bir konuma sahip olabilirler? Belli bir felsefe türünün
böylesine temel bir referans
noktası ve üst bir dil olarak seçilmesi, dolayısıyla değerleri belirleyen bir konuma yücel-
tilmesi ne ölçüde doğru ve gerçekçidir? Dolayısıyla daha önce belirttiğim bir noktaya
atıfta bulunmak faydalı olabilir. Sadece doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin değil, felse-
fenin de tarihselliğinin, zaman-mekân boyutunun ele alınması gerekmektedir. Tüm
bu noktalar kitabı okurken akla düşen sorular olması hasebiyle kitabın temel amacına
ulaştığını belirtmekte fayda var. Kitap, belirtildiği gibi konusunu derli toplu ve belli bir
süreklilik içerisinde sunduğu gibi okuru ele aldıkları ve almadıklarıyla,
çözüm önerile-
riyle, düşünmeye ve tartışmaya sevk eden bir boyuta sahip.
211
Değerlendirme / Review
Paul Gilroy, İngiliz Kültürel Çalışmaları olarak adlandırılan ekolün mimarlarından Stuart
Hall’un doktora danışmanlığını yaptığı; postkolonyalizm, diaspora, melezlik, ırkçılık ve
uluslararasılık konularda çalışmalarıyla tanınan bir akademisyendir.
Postkolonyal Melankoli kitabı, dört ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümün baş-
lığı, Irk ve İnsan Olma Hakkı’; ikinci bölümün başlığı, ‘Kozmopolitizm Davası’; üçüncü
bölümün başlığı, ‘Bu Hale mi Geldi?’ ve dördüncü bölümün başlığı ise ‘Şamatanın
Negatif Diyalektiği’dir.
Postkolonyal Melankoli kitabında ana sorunsal tüm bölümlerde aynıdır. Kıta Avrupası
ve Amerika’da uzun yıllar sömürgeci iradenin ürettiği köle ticareti sonucu mukim
oldukları
yerlerinden edilen, sayıları milyonlara varan siyahlar (siyah burada cins
isimdir), gittikleri yerde diaspora aurası oluşturmuşlardır. Gilroy, kitapta diaspora tec-
rübesinin yansımalarının görüldüğü alanlarda (yeni kıta ve Avrupa’da) siyah kültürün
karşı koyuş ve boyun eğişlerinin çokkültürlülük bağlamında nasıl bir arter oluşturdu-
ğunu anlatıyor. Postkolonyal Melankoli’de diaspora, anavatanda (Afrika vb.) dölleri
dağılmış bir baba kavramını gerektirir. Anavatan, diaspora kavramı için bir referanstır.
Dolayısıyla sebepler dairesinin coğrafyası Afrika ile başlarken sonraki uzam taşındıkları,
sürgün edildikleri ya da mülteci olarak geldikleri Avrupa’dır.
Gilroy, Postkolonyal Melankoli kavramını şöyle teşrih ediyor: “Hâkim kültürün tutarlı
ve bütünsel başka bir kültür ile (alt kültür de dahil) karşılaşması sonucu yaşadığı şok
ve anksiyeteye bağlı anlam kaybıdır.” Avrupa akademisi, uzun süredir Freudyen bir
tercihle doğa-kültür karşıtlığında ilkeli çağrıştırdığı için Afrika’yı
bir doğa, Afrikalıyı
ise iptidai olarak algılamaktadır. Buna karşılık Gilroy kitabında Afrikalı ya da diasporik
cemaatleri tutarlı, bütünsel ve en önemlisi ‘kadim’ Avrupa’ya şok yaşattıracak bir kültür
olarak ele almaktadır.
Postkolonyal Melankoli kavramını açıklamaya devam eden Gilroy, melankoli kavramını
da Freudyen bir konsepte başvurarak ‘Muktedirliğin arzu kaybı’ olarak açıklıyor (Gilroy,
2005, s. 5). Özellikle II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Avrupa’nın büyük bloklar
tarafından tamponlaştırılması ve Hitler’in ölümünden sonra arzu yitimini ilan etmesi,
bu kavramı besleyen tarihsel köklerdir. Üstelik 11 Eylül saldırılarından sonra Hitler’i
inkâr eden bir mirasın yeniden sömürgeci düzeni teyit ettiğinin altını çizen Gilroy,
ırkın belirleyiciliğini ‘güvenlik politikalarında’ yeniden hissettirdiğini belirtir. Gilroy’a
göre İngiltere’nin diasporaya karşı aldığı güvenlik bariyerleriyle
beraber birliktelik
vurgusunda bulunması, ‘ırkçılığa ve siyasetin entrikalarına savaş açma’ retoriğinin ayrı
Paul Gilroy, Postcolonial Melancholia, New York: Columbia University Press, 2005, 170 s.
Değerlendiren: Yusuf Ziya Gökçek*
* Doktora Öğrencisi, Marmara Üniversitesi Sinema Bölümü
212
İnsan ve Toplum
bir paradoksudur. Gilroy, ülkenin bu dilemmayı çözecek bir kurtuluş reçetesinin olma-
masının da melankolik durumu arttırdığını ifade ediyor.
Postkolonyal Melankoli’nin anahtar kavramlarından ‘Çokkültürlü Şamata’, kitapta
ayrıksı seslerin mekânı olarak belirtilen Anglo-Sakson kentleri tanımlayan
diasporik bir
çerçevenin de adıdır. Kültürler, tarihler (Emperyal bir devletin tek bir tarihi olamaz. En
azından temellük ettiklerinin de tarihini hesaba katmak gerekir. Örneğin İngiltere’nin
Hindistan ve Nijerya’dan bağımsız bir tarihinin olmaması.) ve yapılar birbirinden ne
kadar uzak konumlansa da (getto gerçeğini göz ardı etmeksizin) kafe, otobüs, okullar,
bekleme salonları ve trafik gibi iç içeliğin arttığı yerlerde ‘çok kültürlü şamata’ ortaya
çıkmaktadır. Yalnız, Gilroy’un, kitapta ‘çok kültürlü şamata’yı (Şamata derken bir eğlen-
ce formunu değil uzlaşım sağlanmış karışıklığı kastediliyor.) kentlerde ırkçılığı kıran bir
tasarım olarak sunması kafa karışıklığına neden oluyor. ‘Çok kültürlü şamata’nın hâkim
paradigmanın müsaade ettiği ölçüde bir serbest alan yaratmasını umması ve bu mese-
leyi derinlikle vuzuha kavuşturmaması, kitabın zayıf yönlerinden biri olarak görülebilir.
Kitap, özellikle Britanya’nın itibar erozyonuna uğradığı kolonyal dönemi ayıklayarak
yeni bir vizyon oluşturmaya çalıştığı 21. yüzyılda, 11 Eylül sonrası -nasıl da- yeniden
ırkçı siyasete başvurduğunu başarılı bir şekilde anlatıyor. Kitapta, diaspora
nüfusunun
fazla olduğu Britanya’nın yeni muhafazakâr politikalarıyla imparatorluk döneminde
yaşanan (20. yüzyıla kadar) ırkçı düzenin meşruiyetinin sorgulanmadığı zamanlarla
beraber verilmesi bir analoji imkânı sağlıyor. Sovyet gulaglarında (cezai çalışma kamp-
ları sistemi), Hiroşima’da, Auschwitz’de, Apartheid Güney Afrikası’nda yaşananlar ırkçı
bir siyaset tasarımının bugünkü seyreltilmiş görünümleri için iyi bir dolgu sağlıyorlar.
Burada Britanya’yla beraber diğer kolonyal devletlerin de tarihsel devamlılık yönünden
benzer bir çizgide olduğu savunusu yer alıyor.
Gilroy, güncel politikaya ilişkin biçimde ABD’yi de postkolonyal melankoli duygu
durumuna sahip bir devlet olarak tanımlamaktadır. İngiltere’nin kolonyal çömezi
olarak tavsif ettiği ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrası ‘teröre karşı savaş’ şiarıyla, âdeta
İngiltere’nin taşıdığı kolonyal öncüllerin mirasçısı gibi bir retorik savaşı başlatmıştır.
Öyle ki Bush, saldırı sonrası ilk işgali İncil’le başlatmıştı. Gilroy’a göre, bu da diasporik
kimlikler üzerinde iç ve dış düşman savaşçı kimlik yaratımlarını kolaylaştırmaktadır.
Aslına bakılırsa, Britanya ve ABD’nin başlattığı savaşın ırk kavramı
üzerinden yürümesi,
Gilroy’un bu kitabı yazmasında önemli bir motivasyon kaynağı gibi görünmektedir.
Gilroy’un postkolonyal melankoli kavramı, beraberinde ırk kavramını düşünmeyi de
gerektirir. Çünkü postkolonyal melankoli, Avrupa’da, özellikle modern dönemde orta-
ya çıkan ırkçı söylemin tetiklediği bir sürecin de tanımıdır. Bu bağlamda ırkçı söylemde
toplum, öteki olarak algılanan özneyi ya da özneler topluluğunu hem bir sorun hem
de bir kurban olarak niteler. (Gilroy, 1991, s. 11)
Gilroy, çağdaş ırkçılığın kolonyal arkeolojisini yaptığında ırk kavramıyla ırkçılık arasında
bir ilişki bulduğunu belirtiyor. Gilroy’un bu argümanı, Edward Said’in Oryantalizm’in